17 Eylül 2013 Salı

Köpekler

Tam da Dink Davası yeniden görülürken, genel olarak heyecanlı bir yazı geride bırakmışken, haklı haksız bir sürü kişi hakkında davalar açılmış ve asıl davalı konumuna düşmesi gerekenler hala sokaklarda rahat rahat gezerken, birileri Bodrum'da göbeğinin altına kanosunu almış tatilinde keyif çatarken, veyahut bir türlü beceremediği ressamlığını bile "Siyasete karışmasın da, ne yapıyorsa yapsın." diye kabul etmek zorunda bırakılıyorken, insanlar saçma sapan açıklamalarla toplumu iyiden iyiye gererken, hani mevsim sonbaharken ve havalar tam müzik dinleyip kitap okuma havasına dönerken çok güzel geldi Duman albümü...
Hayırlı uğurlu olsun, ilk konserine seyirci dolsun!
Albümün en beğendiğim şarkısı: Köpekler. Kim beğenirse ona gelsin...



16 Eylül 2013 Pazartesi

No we can't!

Şimdi burada Gezi Direnişi oldu -ve olmakta- ya... 
Ve bir yandan da her ne kadar ertelenmiş gibi dursa da eski dosta düşman olduk ya... 
Hani savaş çığırtkanlığı yapıyor ya bazı gazeteler, aydınlar, falanlar filanlar...
İşte onlara çok güzel bir cevap bulmuş birileri. Bana da sürükleyip linkini, cevabı buraya taşımak kaldı sadece.
Bu fotoğraftaki afiş klasik savaş karşıtı slogan "Savaşma seviş!"in romantikçesi...
Gerçekten düşündüğümüz zaman şunu getirebiliyor muyuz aklımıza? 
Düşmanlarımızdan korkabiliriz. Ama çocuklara olan sevgimiz her zaman daha önemli bir nedendir savaşa karşı çıkmak için... Bunu göremeyecek kadar kör olabilir miyiz? I hope not!

13 Eylül 2013 Cuma

Yorgun Killing


Yorgun düşmüş Killing gibiyim bu günlerde. Kemiklerim sayılacak kadar zayıflamış olmasam da, yine de bir yorgunluk var üzerimde. Sonbahar yorgunluğu. Nuri Bilge burada olsaydı hemen fotoğrafımı çekerdi. Ne güzel fotoğraf! Ama polis 'abi'lerden de rica edemezsin ki, "Bir destek olun vallahi bayılacağım." gibilerinden...

12 Eylül 2013 Perşembe

T.Hanks A Lot!


Tom Hanks'i severim. Kah The Green Mile'daki rolü kah Forrest Gump... Hatta pek çok kimsenin kötü gözle baktığı Dan Brown romanlarının sinema uyarlamalarında canlandırdığı Robert Langdon karakteri... Ama oldum olası komik bir suratı olduğunu düşünmüşümdür. Bu fotoğrafı buldum internette gezinirken. Şimdi Tom Hanks'le alakalı gülmek için bir sebebim daha var. Espri biraz soğuk olsa da görselle desteklenince bence komik olmuş. Yaratıcılığın gözü kör olsun arkadaş...

10 Eylül 2013 Salı

Breaking Bad Yo'

Çok sıkı bir dizi izleyicisi olduğumu söyleyemem. Ama izledim mi de tam izlerim. Six Feet Under, Nip Tuck ve Entourage bu konuda referanslarım olabilir. Şimdi araya yeni bir dizi sıkıştırdım. Breaking Bad. Dizileri geç keşfedip bölümleri hafta beklemeden birer ikişer eritmeyi seven bünyeme doping gibi geldi. Bakalım işler nereye varacak. Allah Mr.White'ın yar ve yardımcısı olsun!




9 Eylül 2013 Pazartesi

Sonu Olmayan Film: Ginger and Rosa

Bugünlerde sinemalarımızda, 32. İstanbul Film Festivali kapsamında Türkiye seyircisiyle buluşan bir film dönüyor. Adı Ginger and Rosa. Türkçesi, Bir Hayalimiz Vardı. "Yine bir çeviri harikası!" dediğinizi duyar gibiyim. Ben de sizin gibi düşünüyorum.



İlk kez bir Sally Potter filmi izliyorum. Filmografisine baktığımda -belki biraz benim eşekliğim ama- beni heyecanlandıran pek bir film görememiştim. Ama festival sitesinde fragmanını gördüğümden beri Ginger and Rosa'yı izlemek aklımın bir köşesinde duruyordu. Kısmet bugüneymiş. Bu filmle yönetmenin diğer filmlerini de izlemek için bir heves oluştu bende.

Film, soğuk savaş dönemindeki Rusya-ABD çekişmesini arka fonuna alıyor. Üzerinden henüz pek zaman geçmemiş olan 2. Dünya Savaşı'nın yaraları ne tam olarak sarılabilmiş ne de eskisi kadar kanar vaziyette. Ortada sürekli bir savaş tehlikesi var. Bunu Rusya'nın Küba'ya konuşlandırdığı ve yüzleri ABD'ye bakan nükleer bombalardan anlayabiliyoruz. Diğer tarafta da, malumunuz günümüzde de bir yerlere özgürlük götürmeyi pek seven ABD'nin "Savaş olursa kaçacak değiliz." diyen politikası var. 60'ların başındayız. 68 Kuşağı da denen o devasa topluluğun temelleri yeni yeni atılıyor. Sokaklar "Make love, not war!" diyen insanlarla dolu.



Filmin arka planına baktıktan sonra gelin filmi biraz daha mikro düzeyde inceleyelim ve esas karakterlerimiz Ginger ve Rosa'ya merhaba diyelim. Babasının verdiği isimle Africa, fakat kızıl saçlarından dolayı annesinin ve çevresindekilerin Ginger olarak seslendiği kızımız, ergenliğinin baharında ve dünyada olanlara tepkili. Ama öyle yüzünde irin, ağzında salya bir ergenlik tepkisi canlanmasın gözlerinizin önünde. Zaten devrimci olarak doğan, pasifist bir baba ve filmin başından bu yana ne kadar tutucu da görünse yine de sanatı ta içinde hissetmiş eski ressam anne, Ginger'ı bugününe taşıyan kimseler elbette. Anne tam bir uyuz ve -control freak-, baba ise solculuğu biraz yanlış anladığını düşündüğüm bir adam olunca Ginger'ı çocukluğundan bu yana asla yalnız bırakmayan arkadaşı Rosa'ya düşüyor bütün görev. Rosa, Ginger'ın ailesinde farklı hisler uyandıran bir kız. Evin annesi Rosa'yı hiç sevmez, kızının kötü gidişinin tek sorumlusunun bu kız olduğunu düşünürken, baba kendisine biraz daha yakın. Filmin sonlarına doğru biraz fazla yakın. Ya da neyse, hiç anlatmayalım filmin akışında görün göreceğinizi...

Filmin geneline bakınca çok başarılı bir görüntü yönetimi olduğunu söyleyebilirim. Film genel olarak aktif kamerayla çekilmiş. Sally Potter'ın tripod kullanmayı sevmediğini düşünüyorum ki zaman zaman seyirciyi yorabilecek açılardan çekime girişmiş. Kamera sürekli hareket ederken, bir anda geniş alanda bir başka sahnede daracık bir yatın içinde buluyorsunuz kendinizi. Beğendiğim kısmı da işte tam buralardaki uyumluluk. Seyirci birbiriyle taban tabana zıt iki sahnede de güzel görüntüyle karşılanıyor ve sahneler birbiriyle organik olarak bağlanabiliyor. Bunlar genel olarak keyfimizi yerine getiren detaylar...



Tek sorun, filmin sonu... IMDB'deki 6.0 puanı hak ettiğini söylemek zor. Bence biraz az olmuş. Ama neden 7.0 - 8.0 alabilecekken 6.0 aldığını, bu sonu görünce anlayabiliyorum. Biraz daha sağlam bir bağlamayı hak ediyordu bence bu film.

6 Eylül 2013 Cuma

Gazozu Kim Sevmez Ki?

Sağlık ocağındaki beş ya da altıncı ayınızı bitirdiğiniz bir günün sabahı, "ölü defin raporu"nu yazmanız için cenaze sahibi bir adam gelir. Kasabanın epeyce dışında yoksul bir mahalleye yürüyerek gidersiniz. Ailenin ne akrabası ne de taksiye verecek parası vardır.

İnanılmaz bir yoksulluğun ortasında, sessizce bekleşen insanların arasından, bir odanın köşesindeki sedirde yatan ölü çocuğun yanına varırsınız. Çocuğun yüzü size çok tanıdık gelir. Bir ara gözünüz sedirin yanındaki komodinin üzerinde duran şişeye ve altındaki reçeteye takılır. Kendi yazınızı tanırsınız hemen. Reçetenin üzerinde yarısı içilmiş öksürük şurubu... Tamam. Bu geçen hafta muayene ettiğiniz zatürreli çocuk. Epeyce bir antibiyotik de yazmıştınız ama onlar nerede? Antibiyotikler işe yaramadı mı acaba? Defin raporunu yazmak için kapının girişindeki çekyatta otururken babaya yavaşça sorarsınız:

"İlaçların hepsini kullandınız, değil mi?"

Biraz duralar baba, sonra özür diler gibi konuşur:

"Bugünlerde biraz durumumuz yoktu Doktor Bey. Öksürük şurubunu alalım da iğneleri sonra yaptırırız dedik..."

İşte o günden sonra yazdığınız her reçete elinize yapışır. Çocuk hastaların reçeteleri hele. Geceleri sıkıntıyla uyanır, gündüz yazdığınız reçeteleri bir kez daha geçirirsiniz zihninizden. Yazdığınız ilaçları alıp alamayacağını, nasıl alacağını sormadan gönderemezsiniz artık hastayı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmaz hayatınızda.



Yukarıda doktor, senarist, oyuncu ve köşe yazarı kimliğiyle zaten yeterince kıskanmakta olduğum birinin, şimdi bir de yazar unvanını kazandığı kitabından aklımda kalan bir parçayı paylaştım. Bu 'biri' Ercan Kesal. Kitabın adı da Peri Gazozu.

Kitabın adının nereden geldiği, genel olarak ne üzerine olduğu gibi konularda çok bir şey anlatmaya niyetim yok. Zaten kitabı okumaya niyetlenirseniz, tüm sorularınıza ziyadesiyle tatmin edici cevaplar bulacaksınız. Eğer şanslıysanız ve şimdiye kadar pek yapmamışsanız vicdan meselesini düşüneceksiniz. Buradan uzakta, ama aynı topraklar üzerinde neler oluyor, farkına varacaksınız. En azından benim kitabı okurken ve bitirince başıma gelenler bunlardı.

Genel olarak "Karamsar bir kitap bu yahu..." diye düşünebilirsiniz. Ama sizi temin ederim -temin etmek- üzücü metinlerden kurulu tüm hikayeler, aslında kitabın içinde yer alan ve umudu alttan alta, belli belirsiz veren cümleleri de içeriyor. Ve anıları da tabi ki.

Ercan Kesal'ın sinemacılığını zaten beğenirdim. Vavien, Üç Maymun, Bir Zamanlar Anadolu'da gibi filmlerde zaman zaman oyuncu, zaman zaman senarist olarak yer alması benim için sinemacılığına ve anlatıcılığına yönelik yeterli referanslardı. Ve tabi bir de "Kitaptaki öyküleri okumanızı değil, izlemenizi istedim." cümlesi.

Okumayı sevmeseniz bile etkileyici üslubuyla izlemelere doyamayacağınız bir 'ilk kitap' yazmış Ercan Kesal.