23 Temmuz 2014 Çarşamba

İşte, Fikri Bey Böyle Bir Günde Delirdi.

Böyle bir günde.

Oscar'a Bir 'Ki: The Imitation Game

Ünlü İngiliz matematikçi Alan Turing'in hayatını anlatacak bir film geliyor yakında. Yakın dediysem, yine çok yakında değil; Kasım 2014'te ama filmin konusu ve oyuncuları, insanı heyecanlandırmaya yetiyor da artıyor bile...


Alan Turing
Kendileri modern bilgisayar biliminin kurucusu aslında. En azından bilim camiasının büyük bir kısmı tarafından bu unvanla nitelendiriliyor. Geliştirdiği Turing Testi ile makinelerin ve bilgisayarların düşünme yetisine sahip olup olamayacakları konusunda bolca çalışma sahibi. II. Dünya Savaşı sırasında Alman şifrelerinin kırılmasında çok önemli bir rol oynadığı için, aynı zamanda bir savaş kahramanı kendisi. Manchester Üniversitesi'nde çalıştığı yıllarda, Turing Makinesi denilen algoritma tanımı ile modern bilgisayarların kavramsal temellerini atan bir bilim insanı. Çok mu bilimsel oldu? Bence de... Neyse ki matematik algılarım arada geçen bazı deyişleri ilk kez duymuşum gibi hissetmemi engelliyor. Sık dişini, az kaldı.




Matematik Felsefesi 101
Princeton'da beraber çalıştığı tez hocası Alonzo Church ile geliştirdiği Church-Turing Hipotezi ile de matematik tarihinde kendine has bir sayfa açan Turing, bu tezinde bir algoritmayla tarif edilebilecek tüm hesaplamaların dört işlem, projeksiyon, eklemleme ve tarama operasyonları ile tarif edilebilecek hesaplamalardan ibaret olduğunu ifade eder. Bu belki bir matematiksel teorem değildir ama matematik felsefesi için çok önemlidir ve hala çürütülememiş bir hipotezdir.


Eşcinsellere Ölüm (!)
1952’de şantaja maruz kaldığı şikâyetiyle polise başvurup eşcinsel olduğunu açıklayan Turing, eşcinsellik suçlamasından yargılanıp 1 sene boyunca kimyasal olarak hadım etme yöntemi olarak kullanılan östrojen iğnesi vurulmaya mahkum edilmiştir. 1954 yılında potasyum siyanid yani siyanür zehirlenmesinden öldüğünde, Turing'in yediği elma ile intihar ettiği sonucuna varılmış; buna rağmen Turing'in zehirlenmesinin kendisi tarafından değil, başkaları tarafından hazırlanan şüpheli bir ölüm olduğu iddiası sürmüştür.


İngiliz Hükümeti'nin Alan Turing'e iade-i itibar haberini aşağıdaki linkten görebilirsiniz:


Film bir biyografi anlatısı. Savaş da var, yetenekli oyuncular da, dünyanın pek çok yerinde hala tabu olarak görülen eşcinsellik konusu da... Bunu söylediğim için beni bağışlayın ama, tam da Oscar'a layık değil mi bu saydıklarım Allah aşkına?

Umarım en az fragmanı kadar güzel bir filmdir. Oyuncular ve konu seçimindeki becerikli tavrını filmin geneline yansıtabilmişse, The Weinstein Company bu yıl bir kaç heykelcikle ayrılabilir törenden.


 

7 Temmuz 2014 Pazartesi

İzlemelik 06: İtirazım Var


Bir zamanların boksörü, yeni yeni öğrendiği bağlamasıyla kulakların telini titretmeyi başarmış, antropoloji konusunda eğitim sahibi biri olan Selman Bulut; uğrayanı çok olan, cemaati 10 kişiyi geçmeyen çarşı camisinde görev yapan bir imamdır. Bir gün camide namaz kıldırdığı sırada caminin içinde iki el silah sesi duyulur, namaz kılmakta olan kişilerden biri öldürülür. Olay yerine gelen polisler çalışadursun, araştırma sürecinde olaylar deşildikçe sarpa sarar. Selman Bulut bir anda kendi isteği dışında girmiş bulunur davaya. E, polis de olayın çözümünü yanlış yerde aramaya başlayınca, Selman Bulut harekete geçer ve şüphelendiği kimi kişi ve durumların üzerinden davayı çözmeye karar verir. Her ipucunda işler daha da gizemli bir hal alacaktır.


33. İstanbul Film Festivali'nde, En İyi Yönetmen ödülünü Onur Ünlü'ye ve En İyi Erkek Oyuncu ödülünü ise Serkan Keskin'e kazandıran İtirazım Var, farklı bir film. Polisiyeye meraklı biri olarak söyleyebilirim ki, edebiyat tarihinin en sağlam karakterleri denince akla ilk dedektifler gelir. Bu yüzden yeni yazılan polisiyelerde inanırım ki yazarlar-senaristler, yeni karakter bulurken sorun yaşarlar. Çünkü en sağlam dedektifler, -ya da polisiye karakterler diyelim- zaten onlarca yıldır belleğimizdedir. Hele ki ülkemizde polisiye karakter yaratmak, bu tip olayların çözümü polis dışında birine bırakılamayacak olduğundan; inandırıcılık, karakteri sahiplenme gibi konularda bizi daha da zora sokar. Bunlardan yola çıkarsak, sadece bu konudaki ön yargıları kırdığı için bile çok başarılı bir film İtirazım Var. Bir imamdan dedektif yaratan zihinlerin hayranı olmamak elde değil. Diyaloglar bazen gülünsün diye fazla zorlanmış gelse de, genel olarak yine süpersonik bir Onur Ünlü filmi var karşımızda...

Normalde sırada fragman var ama ben yine de tadımlık bir Vaaz Sahnesi paylaşacağım. Gerçekten de bu imam, tanıdığımız diğer imamlara pek benzemiyor.

Şimdi fragman:


4 Temmuz 2014 Cuma

İzlemelik 05: Berlin Üzerindeki Gökyüzü [Der Himmel Über Berlin]


Damiel ve Cassiel, Berlin şehrinin üzerinde dolaşan iki melektir. Bugüne kadar tasvir edilen melek görüntüsüne sahip olmayan ikili, sıradan kişiler gibi görünür; alametifarikaları olan kanatları da her zaman ortaya çıkmaz. Üzerlerinde sade birer pardösü olan bu melekleri diğer insanlar göremez, duyamaz. Sadece küçük çocuklar ve diğer melekler onları görebilir. Onlar da insanlara ve olaylara doğrudan müdahale edemezler.

Damiel bir gün gittiği küçük, pejmürde bir Fransız sirkinde Marion adında bir trapez cambazına tutulur. Genç kadının içinden geçirdiklerini, kafasının içinde duyan Damiel, artık ölümlü bir 'insan' olup Marion'la yaşamaya karar verir.


Yönetmen Wim Wenders'a, 1987 yılında Cannes Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülünü kazandıran Der Himmel Über Berlin, konu itibariyle aslında ilk kez duyduğumuz bir hikayeyi anlatmıyor. Benzeri bir başka film için bakınız: City of Angels. Öte yandan öyle ya da böyle bana her zaman biraz daha bağımsız gelen Avrupa Sineması ile ticari kaygısız yola çıkmadığına inandığım Hollywood Sineması arasındaki farkları anlamamız açısından da büyük bir örnek bu film. Şiirsel dili olsun, olaylara yaklaşımı olsun, çekimleri olsun; her şeyiyle tekrar tekrar izlenesi. Oyunculuklar şahane, manevi bir hikaye olmasına rağmen inandırıcılığı en üst seviyede. Üstelik müziklerinde ve filmin birkaç sahnesinde Nick Cave'in imzası var.


3 Temmuz 2014 Perşembe

Daha Konuşmadan Güldüren İnsan


Buyursunlar!



Uzakta: Haneke Haneke'yi Anlatıyor

Kapanan kapının sesiyle uyandı genç adam. Böylesine ne kadar uyanmak denebilirdi tam olarak bilinmese de artık uyumayacağından emindi. Gözlerinin biri açılmamakta ısrar ederken, kendini zorladı ve yataktan kalktı. Tuvalete girdi. İşini bitirdiğinde eli taharet musluğunu aradı. Eli musluğun olması gereken yerde bir şeye temas etmeyince, birkaç gündür ülkesinde olmadığını hatırladı. Tamamdı işte, uyku yavaş yavaş gidiyordu.

Kalktı, yurt dışına çıktığından beri adet edindiği üzere duşa girdi. Saçlarını kuruttu, kuruyan cildini nemlendiren kremini sürdü. Sürmeseydi her mevsim deri değiştireceğine yemin edebilirdi. Aynada yüzüne bakarken böyle bir cilde sahip olduğu için ne kadar şanssız olduğunu düşündü. Sonra izlediği bir filmde, kendisini fakir hissetmenin gerçek fakirlere haksızlık olacağını düşünen kızın cümleleri geldi aklına. Şanssız değildi, sadece genetik mirası zedeliydi.

Kahvaltı için mutfakla banyoyu birbirinden ayıran salona yöneldi. Mutfağa geçerken el alışkanlığı ile televizyonu açtı. Çat pat anladığı kelimeler yankılandı odada. Kettle'a bastı, çay için su kaynatmaya başladı. Nutella'yı da artık bakmadan bulduğuna göre düşündüğünden daha uzun süredir buradaydı. Bir iki krep alıp, çayla birlikte bir tepsiye koydu, televizyonun karşısına geçti. Scooby Doo izlemeye başladı. Kahvaltı bitti, çizgi film bitti, genç adam dışarı çıkmak istedi. Oysa televizyonu kapatmasa, Scooby Doo'nun yeni bölümünü izleyebilirdi.

Sokağa çıkınca ilk iş tramvaya koştu. Kaçırması demek, yirmi dakika daha beklemesi demekti. Oysa yetişmesi gereken bir yer yoktu. Saat daha sabahın 10'uydu. Yine de bindi tramvaya. İtliğini yaptı, tanesi 1,50 Cent olan biletini basmadı. Sabahın bu saatinde kontrol mü olurmuş, diye düşündü. Birkaç durak gitti tramvay. Ortada kontrol memuru falan yoktu. Sonra yavaş yavaş yeni bir durağa yaklaşmaya başladılar. Gayri ihtiyari ayağa kalktı genç adam. Tramvay durağa yaklaşırken, uzaktan bakınca kontrol memurlarını andıran kişileri gördü. Onlar binmeden önce inmek için kapıya yürüdü, tren durduğu gibi de attı kendini dışarı. Oysa bekleseydi, bir durak daha tramvayla gidebilirdi zira binenler kontrol memurları falan değil; sıradan şık giyimli insanlardı. Yine de genç adam bundan sonrasını bisikletle gidecekti. Dedim ya, sorun yoktu. Ne zamanla ilgili, ne de bisikleti kullanmak için gereken enerjiyle ilgili. Hatta bilakis, şu ara enerjisini atmaya ihtiyacı vardı. Uyku dediğin şey, biraz da vücudun yorulmasıyla gecelere dahil olurdu. Genç adam uyku konusunda sorunlar yaşıyordu.


Kiraladığı bisikletle, tramvay yoluna paralel olarak gitti bir süre. Sonra şehir merkezine geldi; bisikletini de, kiraladığı yere benzeyen bir bisiklet durağına bıraktı. Yolun kalanına yaya olarak devam etmeye karar verdi.

Çarşıya girdiğinde saatin 10:20 olduğunu gördü. Randevusu 12:30'daydı. Kendi kendine geçirilecek iki küsur saat vardı önünde. Yürümeye başladı. Ara sokaklarda fink attı. Hoşuna giden bir mekana oturdu, kahvaltısını yapalı çok zaman geçmemiş olmasına rağmen bir kahve ve kruvasan istedi. Kruvasan sıcacıktı, kahve acı. Ama kahveyi acı bulduğunu mimiklerinden hissettirmemeye çalıştı. "Alt tarafı bir latte, bunu da içemezsen Avrupa Birliği'ne girmeyi hak etmiyorsun." diye takıldı kendi kendine. Yine de içtiği kahve -muhtemelen önceden yediklerinin de etkisiyle- boğazında garip bir tat, midesinde de hafif bir bulantıya sebep oldu. Yarısında bıraktı latte'yi, içinden latte'ye lanetler yağdırarak. Latte dediğin tatlı değildi belki ama acı da hiç değildi. Kalktı mekandan kruvasanını da yanına alarak. Oysa biraz daha otursaydı, arkasından gelen garsonun kendisine latte değil de bir ön masanın siparişi olan double espresso'yu getirdiğini öğrenebilirdi. Double yahu. Suyu aynı su, kahvesi iki kat fazla... Bir nevi zehr-i zıkkım...

Parkları, nehir kenarını ve işportacıları gezdi genç adam. Bu arada bir kez daha bisiklet kiralayıp dolaştı, sonra yine aldığı yere bıraktı. Saatine baktı, hala biraz zaman vardı. Kitapçıları gezdi. Hem edebiyatla hem de sinemayla ilgiliydi genç adam. Ve özellikle aradığı bir kitap vardı: Haneke par Haneke. Ama kitap hiçbir yerde yoktu. Son olarak, artık randevusuna 15 dakika falan kalmışken, adımlarını, önceden de gördüğü ama hiç gezme fırsatı bulamadığı antika kitapçıya doğru sıraladı. Antika kitapçı derken yanlış anlaşılmasın, kitaplar son derece yeniydi. Belki bilerek eskitilmişti, belki de kendiliğinden eskimişti kitapçının girişi... Bu da mekana normalden daha entelektüel bir hava vermişti.


Girdiği her yerde olduğu gibi burada da güler yüzle karşılandı genç adam. O da güler yüzü iade etti karşısındakilere. Bu kentten ayrılık günü yaklaştıkça, daha fazla dikkat eder olmuştu nezaket kurallarına. Hatta gitmeden önce bir kez mutlaka tramvayda bilet de basacaktı. Sonuçta o da belediyeye gösterilecek bir nezaket anlayışıydı. Kitapçıda, tezgahta duran kadına yaklaşıp bozuk Fransızcası'yla,

"Merhaba!" dedi, "Ben bir kitap arıyorum. Adı Haneke par Haneke. Sinema ile ilgili."

Kadın, "Derhal!" der gibi arkasını döndü ve genç adama başıyla kendisini takip etmesini işaret etti. Genç adam kadını takip etti, kitaplarla çevrili koridorlardan geçtiler ve sinema kitaplarının yer aldığı bölüme geldiler. Kadın kitabı alfabetik olarak ararken, seçici algıları çoktan açılmış genç adam, kitabı şıp diye gördü ve sesini ayarlayamadan sevincini yaşadı. "İşte orada, orada!"

Kadın, kitapçının sükunetini bozduğunu düşündüğü bu Fransızca yeterlik sınavını verememiş gence terbiyesizleşmemesi için uyaran gözlerle baktı ve başka bir arzusu olup olmadığını sormadan tekrar yerine gitti. Oysa sorsaydı, genç adam bir bardak su isteyecekti. Heyecan susamasına neden olmuştu. Hoş, bu kadına da bu kadar yüklenmek olmazdı.

Yeniden kitapla ilgilenmeye başladı genç adam. Kitaba dokundu. Kitabın kapağında yer alan sakallı adamın sakallarını hissetti. Dikdörtgen gözlüklerine hohladı, tişörtüne bastırarak silmeye çalıştı. Gözünden bir damla yaş süzüldü. "Sonunda..." dedi. "Sonunda kavuştuk yiğidim!" Sayfalarını karıştırmaya başladı. Yavaş yavaş okumaya çalıştı. Fransızca yazılmış metin, okumaya, anlaşılmaya hazırdı. Ama genç adam heyecandan mı cehaletten mi bilinmez, tek kelime bile anlamadı okuduklarından. Üstelik "sinema", Fransızca'da "cinéma" olarak yazılırdı. Yani bu kelimenin neyin karşılığı olduğunu anlamak için alim olmaya gerek yoktu. Yine de... Anlayamadı genç adam. Sonra kitabı rafa koydu. Koymadan fiyatına bakmayı da ihmal etmedi. Kendi ülkesinin para birimine çevirince kallavi bir ücreti vardı bu bebeğin. Ama okumayacak olsa da, hatta birkaç gün biraz daha az dışarda yiyecek olsa da kitabı almaya karar verdi. Yine de o an, yanında o kadar para yoktu. Sonra, "Bu son karşılaşmamız değil." der gibi bakarak kitaba, kendini sokağa attı. Randevuya geç kalıyordu.

Randevuya gidince kitaptan bahsetti buluştuğu kişiye. Heyecanını bastırmaya çalıştıkça, saçma saçma cümleler çıkıyordu ağzından. Onun bu saçma hallerini gören karşısındaki kişi, genç adama anlayamadığı bir kitap için o kadar para vermenin gereksizliğinden bahsetti. Genç adam önce bozuldu. Ama biraz düşününce hak verdi. Ayrıldıktan sonra tekrar kitapçıya gidip birkaç zaman daha geçirdi kitapla. Bir yönetmenin hayatıyla ilgili olan bu kitap, ne zaman etkilemişti genç adamı bu kadar, bilinmezdi. "Ben de filmlerini izlerim artık..." diye hayıflanarak çıktı tekrar kitapçıdan. "Onlarda altyazı da var. Keşke kitaplara da altyazı koysalar..." Çarşıya indi ve bir daha gidene kadar o kitapçının önünden geçmedi. Geçmediği her gün, biraz daha üzüldü, biraz daha içinde hissetti kitabı. Oysa o an, bir daha kitapçının önünden geçmeme kararının doğru bir karar olduğunu bilmiyordu. Çünkü geçseydi, ülkesine geri döndüğünde karşılaştığı sürpriz kendisini mutlu etmeyecek, bilakis üzecekti...


Gencin anlamadığı bölüm...

"... Haneke'nin gerçekliğin muğlaklığı ve nüansları üzerine giden filmlerinin şifrelerini çözmeyi de bilmek lazım. Ne oğullarının işlediği cinayetin üzerini örten Benny'nin anne babası ne de Saklı'daki utanç verici geçmişinin üstesinden gelmeyi beceremeyen televizyon programcısı pislik insanlar. Davranışları sürüklendikleri paniğin, bazen de belki korkaklıklarının sonucu; fakat Haneke asla nasıl davranmaları gerektiğini göstererek yargılamıyor onları. O karakterlerin yerinde olsaydık daha doğru bir tavır alamazdık muhtemelen... Bu ayna tutan filmlerle yüzleşmenin rahatlatıcı ve huzur veren bir yanı yok elbette. Haneke'nin filmleri asla bize her şeyin iyi sonuçlanacağını düşündürmez. Hiçbir şeyin, hiçbir zaman düzelmeyeceğini vurgulayarak bu fikirle yaşamayı öğrenmemize yardımcı olur. İsteyen, bu dünyanın gerçeklikleri karşısında hiçbir ağırlığı olmayan Disney aleminin gürbüz neşesini tercih etmekte serbesttir; Haneke'nin 2006'da Paris'te sahneye koyduğu bir Mozart operasında, Don Giovanni'nin ölümcül eğilimlerinin silip attığı gülünç Mickey Mouse maskelerinin telkin ettiği gibi..."