23 Aralık 2011 Cuma

gibiamadeğil 04

Paris'e gideceğim. Orada Concorde Meydanı'nda bir taşın üzerine çıkacağım ve haykıracağım: 1915'te Ermenilere soykırım yapılmamıştır! O taşın üzerinden ineceğim, Ankara'ya gelecek Güven Park'ta bir taşın üzerine çıkacağım ve '1915'te Ermenilere soykırım yapılmıştır!" diyeceğim... Fransa bir kolumdan, Türkiye öteki kolumdan tutup beni hapse sürüklemek isteyecekler. Ama ben düşünce özgürlüğünü savunmaktan bir an bile geri kalmayacağım. Bu benim bir aydın olarak, bir insan olarak namusumdur, ödevimdir, sorumluluğumdur."

Hrant Dink

İfade mi Özgürlüğü?

Esasen hikayeye başından beri farklı yaklaşımlarda bulunuldu ülkemde...
Kimileri dedi ki, "Bu adamlar zaten AB'ye üyelik mevzusundan beri kıllar bize, lanet olsun size de birliğinize de..."; daha sonra farklı düşünceler de geldi: "Bu günümüz ikili ilişkilerini zedeler, yapmayın, oy uğruna saçma sapan oyunlara girmeyin...". "Fransayı bir boykot ederiz, ne olduklarını şaşırırlar!" diye sürdü serüven: "Bu topraklarda yaşananları değerlendirmeden önce kendi Kuzey Afrika gerçekleriyle bir yüzleşseler..."

Bu fevri çıkışlardan çok daha önemli bir sorun aslında problem haline gelmeli, ülkede ve bu yasaya bakışlarda... Yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimi için sosyalist tabanlı 500.000 Ermeni vatandaşını kendisine oy vermeyi hedefleyen Sarkozy tarafı, aslında çok daha farklı bir kısma hizmet etmiş oldu. Artık açıklanan bazı düşünceler, George Orwell'ın '1984' kitabındaki gibi, düşünce polisleri tarafından tespit edilip; cezalandırılacak. Yani şimdilik sadece düşündüğünü söylemek suç. Bakalım düşünmenin de suç olduğu bir ortam var olacak mı yakın gelecekte...

Aşağıda, Fransız-Türk yapıda bir üniversite olan okulum, Galatasaray Üniversitesi Senatosu'nun yasayla ilgili açıklamasından bir cümle:

"1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'nin 11. maddesiyle 'düşünce ve ifade özgürlüklerinin en kutsal haklar arasında olduğunu' tüm dünyaya ilan eden Fransa'da, düşüncelerin ve ifadelerin yasalar yoluyla yasaklanmak istenmesi, akılcı, metodik, diyalektik ve bilimsel düşüncenin beşiği sayılan Fransa'nın iki yüz yıllık tarihsel değerleriyle bağdaşmamakta; Descartes, Voltaire ve Rousseau gibi büyük düşünürlerin kemiklerini sızlatan bir nitelik taşımaktadır."



19 Aralık 2011 Pazartesi

For God's Sake, Holmes!

Üstat Guy Ritchie 16 Aralık günü tekrar sinemalarımızı şereflendirdi. Hem de bir diğer üstat 'Sherlock Holmes' karakterinin ikinci filmiyle.

Ocak 2009'da girmiş Ritchie üslubuyla harmanlanmış Sherlock'ların ilki vizyona. O zamandan bu yana abartısız on beş kere tam, belki elli kez de bölük pörçük izlemişimdir o filmi. Huyumdur, bir filme dadandığım zaman dadanırım. Bunun en sağlam örneklerinden biri de zamanında 'Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü?' filmiyle başıma gelmişti. İstanbul'daki dört yıllık ev arkadaşım olan sevgili dostum Emre'yle, amaçsızca oturur 'Hacivat Karagöz' izlerdik Manisa'dayken. Koca bir yazı başka nasıl geçirebilir ki insan?

Ama zannediyorum 'Sherlock Holmes'la 'Hacivat Karagöz' rekorumu egale etmişimdir. Bir kere baba, Sir Arthur Conan Doyle'a extreme bir tutku var bizim evde. Öyle ki, ansiklopedi gibi bir kitap olan 'Sherlock Holmes'un Bütün Maceraları' adlı kitabın İngilizce ve Türkçe versiyonları kütüphanemi; audio kaydı ise bilgisayarımın mp3 klasörünü süslüyor. Hayır çılgın değilim, görmemişlik de yapmıyorum... Bu başka birşey... Bunu her kitaba yapmıyorum; ama konu Sherlock olunca başım dönüyor, bir hoş oluyorum...

Sanayi dönemi İngiltere mi çekiyor beni, pek saygıdeğer İngiliz aksanı mı, bilemiyorum. Aynı durumlar 'Karındeşen Jack' ve 'Sweeney Todd' filmlerinde de başıma gelmişti. Kafa açıldı mı, hemen 19. yüzyıl Londra'sına atıyorum kendimi ve akabinde, rahatlama geliveriyor...

Yazının başına dönecek olursak, yine kafa karışıklıklarının hakim olduğu bir döneme giriyordum ki, tarihin farkına vardım. Ayın 17'siydi. 17 Aralık 2011... E ben neyi bekliyordum haftalardır? Evvet. Hatırladım...



Filmi anlatıp iştahınızı kaçıracak değilim. Mutlaka görün demekle yetiniyorum sadece. İki tip seyirciyi hedef alıyor bu yazı... İlk filmi izleyip beğenmiş olanlar ve henüz onu da izlememiş olanlar... İzleyip beğenmemiş olanlar; bunu da beğenmeyeceklerdir zira. İzleyip beğenmiş olanlara diyeceğim; ilk filmi unutun... Bambaşka ve çok daha sağlam bir hikaye ve macera sizi bekliyor. Holmes (Robert Downey Jr.) ve Watson (Jude Law)'ın maceralarını, İngiltere'den Fransa, Almanya ve İsviçre'ye taşıyan bu filmde tam anlamıyla sinemadaki her duyunuza hitap eder birşeyler var.

Not: Guy Ritchie'den bir günümüz filmi bekliyorum. Evet belki devamı gelecek Holmes'ların ama, günümüz İngiltere'sindeki borç batağındaki serseri takımının hikayelerine de çok uzak kalmamalıyız... Değil mi?

    


- Oh, how i've missed you Holmes, says Watson...



18 Aralık 2011 Pazar

Yodelice ve 'Küçük Beyaz Yalanlar'

Yoldayım.
Yoldayız.
Güney Fransa'da Nice ile Marsilya arasında, küçük bir kasaba olan Flassans'dan Brignoles'e doğru gidiyoruz. Upuzun yolun çevresinde sağlı sollu çam ağaçları dizisi... İçinde bulunduğumuz Wolkswagen Golf'ün 15 inçlik çelik jantları, asfalt yoldan oluşan kilometreleri yutarcasına tüketiyor. Yanımda, sürücü koltuğunda Sylvain var. O bir mimar. 30 yaşında. Saçları hafif açılmış ama sakallar formunda. Arkamızdaki koltukta yan yana dizilmiş üç kişi. İkisi Alman. Katherina ve Larissa. Biri 19 diğeri 22 yaşında. Yanlarında da Deniz. Yurt dışına yaptığım ilk seyahatimdeki 30 günlük yol arkadaşım. Biz sadece 14 gündür bu ekiple beraberiz. Ben dahil kalan dört kişi, öğrenci. Gezi defterimin sağ üst köşesindeki tarih Ağustos 2009'u gösteriyor...  

Millet uyukluyor. Kamptan çıkarken Sylvain'la sözleştiğimiz için ön koltukta oturan bana da uyumak, uyuklamak, esnemek yasak. Yol o kadar uzun değil; ama sürücümüzün kendisini özel şoförümüz gibi hissetmemesi için birilerinin sohbeti sürdürmesi gerek. Olay bana kaldı; ama bundan şikayetçi değilim. Sylvain sağlam adam. Neşeli. Anlattığına göre bir kız arkadaşı var, evlenecekler gibi hissediyor. "Sizle yeni tanıştık, beni bilmezsiniz tabi ama," diyor "bu seferki ciddi." Gülüyor, zaman zaman bize karşı peygamber sabrı göstererek anlayamadığımız Fransızca kelimeleri anlatıyor. Bir gözü sürekli, elime tutuşturduğu yol haritasında. Bir iki kez yolumuzu kaybettiren co-pilotları olmuştu. Benimle de onlar gibi olmaması için, testiyi kırmadan uyarmaya çalışıyor. Sonra yine gülüyor. Bir ara yolda arka koltukları da uyandıracak bir olay görüyoruz. Bir Renault Twingo'ya çarpmış bir kamyon. Heyecanlanıyoruz, umarız önemli bir şey değildir. Ama etrafta çok sık görülmeyen her hadise gibi bu da şaşkınlık yaratıyor arabadaki beş kişide. Larissa ve Katherina aralarında Almanca tartışıyorlar bu manzarayı. Deniz arkadan omzuma dokunuyor. "Abi, nasıl devrilmemiş o kamyon ya!" Kendi topraklarında, kendi arabasında bir anda yalnız kalıyor Sylvain. Yüzünde yine bir gülüş, üstelik sinirli de değil. Biliyor ki bu tepkiler, anlık reaksiyonlar; yoksa arabadaki herkes ona tapıyor... Ama dayanamıyor, kurtlu... "Hey, hey, hey! Biz de buradayız!" dercesine gürültülü bir mimik salıyor yüzüne. Bir anda toparlanıyoruz. Şimdi kurduğumuz cümleler, az öncekiler kadar akıcı değil. Ne de olsa frekans değişirken cümle yapıları da değişiyor...

Ben, Sylvain, Katherina ve Golf'ümüz!

Kazanın bünyelerde yarattığı heyecan az biraz dağılmaya başlıyor ki, arka ekip tekrar uykuda. Yolun bitesi yok. Halbuki çok uzak da değil alacağımız mesafe, belki 50 kilometre.

Larissa, yine Sylvain ve Deniz...

Arabanın sessizleşmesi üzerine Sylvain torpido gözünü gösterip bir müzik cd'si seçmemi söylüyor. Kafama göre takılabilirmişim, o zaten hepsini severmiş. Şöyle bir bakıyorum torpidodaki albümlere. Grupların hiçbirini Türkiye'deyken bilmiyordum. 'La Rue Kétanou' diye bir grubun albümü var içlerinde. Son iki haftadır alışverişe falan giderken sürekli dinlediğimiz albüm bu. Hemen altında 'Yodelice' diye bir grup. CD'nin kapağını çevirip şarkı adlarına bakıyorum. İngilizce şarkılar. Sylvain'a dönüp bu nasıl, dercesine gösteriyorum. Ça marche, diyor. Bunu kafamda, "İdare eder!" olarak çeviriyorum ve CD'yi CD çalara takıyorum. Albümün ve ilk şarkının adı 'İnsanity'. Ama biz yol şarkısı olarak 'Cloud Nine'ı dinliyoruz. Özellikle nakaratında, elimizi başımızı camlardan çıkarıp sallamak çok matrak. Bir de şu Fransız Polisi görmese...

Yodelice'i seviyorum, çünkü oradaki dostlarımı hatırlatıyor şarkıları. 'Merde' diyorum sonra dinlerken; "Kahretsin, bu insanları bir daha bir arada göremeyeceğim kesine yakın..." Anlamsız bir keyif kaçması peyda oluyor. Anlık. Sonra gülümseme tekrar gelip yerleşiyor ağızdan kulaklara. Brignoles'e varıyoruz. Arabada kıyafetlerimizi mayolarla değiştirip, doğru yeşiller arasındaki göle atlıyoruz balıklama...    



6 Aralık 2011 Salı

“Türkiye’de Araştırma ve Eğitim Özgürlüğü” Uluslararası Çalışma Grubu Cihan Kırmızıgül ile ilgili basın bildirgesi


Galatasaray Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü öğrencisi Cihan Kırmızıgül, 22 aydır Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde tutuklu bulunmaktadır. Bir süpermarkete yönelik gerçekleştirilen Molotof kokteylli bir saldırıdan iki saat sonra, olay yerine yakın Kağıthane’de otobüs beklerken, saldırıya katılmış olduğuna dair hiçbir somut delil bulunmaksızın, zor kullanılarak gözaltına alınmıştır. O gün boynunda taşıdığı ve polis tarafından Kürt hareketiyle özdeşleştirilen “poşu”, gözaltına alınması için öne sürülen tek suç unsurudur. Bir gizli tanık tarafından “giysilerinden” teşhis edilmiş, fakat bu tanık, daha sonra ifadesini geri çekmiştir. Suç delillerinin zayıflığına işaret eden savcı, Kırmızıgül’ün beraatini istedikten sonra görevden alınmıştır. Mahkemenin 16 Kasım 2011 tarihinde gerçekleştirilen son duruşmasında tutukluluk halinin uzatılmasına karar verilirken; yeni savcı, Terörle Mücadele Kanunu kapsamında “terör örgütü üyesi olmak” suçundan, Kırmızıgül’ün 15 ila 45 yıl hapis cezasına çarptırılmasını istemiştir. Tutuklu kaldığı bu iki yıl boyunca Cihan Kırmızıgül yalnızca bireysel özgürlüklerinden değil, aynı zamanda üniversitede aldığı eğitimi sürdürme hakkından da mahrum bırakılmıştır.

Galatasaray Üniversitesi’nde görevli onlarca öğretim üyesi, Cihan Kırmızıgül’e verdikleri desteği kamuoyuna duyurmuştur. Bu vaka, talep edilen cezaların ağırlığı ve terörle mücadele kanununun yol açtığı keyfi uygulamalarla, Türkiye’de adaletin içine düştüğü ideolojik ve baskıcı gidişatı gözler önüne sermektedir. “Türkiye’de Araştırma ve Eğitim Özgürlüğü” Uluslararası Çalışma Grubu (GIT), uluslararası kamuoyunun dikkatini Cihan Kırmızıgül davasının 9 Aralık 2011’de İstanbul’da yapılacak duruşmasına çekmektedir. Çalışma Grubu, 22 yaşındaki bu öğrenciye isnat edilen suçların mahkeme tarafından adil bir yargılama ve somut delillerle ortaya konmasını, aksi halde Kırmızıgül’ün derhal serbest bırakılmasını ve hakkındaki tüm iddiaların düşmesini talep etmekte ve bu doğrultuda, “Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi” (TÖDİ) ile birlikte davanın takipçisi olmaktadır.

www.gitinitiative.com

git.initiative@gmail.com

5 Aralık 2011 Pazartesi

Guernica'da 3D Seyahat


Resimlerin ve ressamların, hayatlarının yanıbaşında süregiden tarihten kopamadıklarına mükemmel bir örnek Pablo Picasso'nun 'El Guernica'sı.

Guernica...
İspanya'nın Bask bölgesinde kutsal bir kasaba.
1937 yılı...
Bir kilise vardır bu kasabada. Santa Maria de la Antiqua; yapım yılı olarak 15. yy. yazar. Gotik ve rönesans akımlarını içerir. Öyle bir mistik görüntüsü vardır ki... Kasabanın simgesidir; düğünler de yapılır bu kilisede; cenazeler de kalkar...


Cumhuriyetçilerin yoğun olduğu bu kasabanın bir de pazar yeri vardır. O zamanlar yaşayanların 'Pazartesi Festivali' dedikleri bir karnaval alanı. Yiyecekler, içecekler; hayvanlar, bitkiler her pazartesi oradalardır. Ve sadece bir günlüğüne, beklenmeyen ziyaretçiler de... Bombalar!

Her pazartesi kurulan mahalle pazarına, yöre halkı sabah saatlerinde ve öğleden sonraları fazlaca rağbet eder. Genel tablo böyledir bölgede... Sabahtan dükkanlar açılır, tezgahlar hazırlanır ve hava ısınmaya başlar. Küçük bir ara demektir bu bölge halkı için... Meşhur öğle uykusu -siestadan sonra, millet tekrar sokaklara doluşur ve özellikle de pazar yeri, bu insan yoğunluğunun büyük kısmına kucak açar.


1937 yılında 26 Nisan günü, Pazartesi'ye denk gelmektedir. Pazartesi pazarında bir öğleden sonra...

İspanya'nın faşist liderinin mücadelede en çok zorlandığı bölge olan bu kasabayı bitirme planı, müttefikler Alman Nazi birliklerine ait Luftwaffelar ve İtalyan Lider Benito Mussolini tarafından kalkış emri verilmiş Fiat bombardıman uçakları tarafından icraate dökülür. Özellikle pazar yerini seçer faşist bombaları; çünkü orası kasabanın en kalabalık bölgesidir ve sayı ne kadar fazla olursa, direniş de o kadar fazla olacaktır.

Santa Maria de la Antiqua'nın çanları aralıksız çalar. Ağlar gibidir, o an duyana... Kendisinden sadece birkaç yüz metre mesafe ileride yerle bir edilen bir manzarayı seyretmektedir. Bombalama aralıklarla üç gün sürer ve sonunda 1600'den fazla kişi can verir. Bir o kadar da yaralı vardır.

Tam da aynı yıl, 1937'de Paris'te bir Sanat Fuarı kapsamında, Pablo Picasso'dan, İspanya ülkesini temsil edecek bir eser istenir. 'Modern Hayatta Sanat ve Teknik' temalı bir fuardır bu. Picasso'dan istenen bir duvar resmidir. Üstat buna hemen başlar, kendisini harekete geçiren şey, tabi ki saldırı üzerinden henüz 15 gün geçen Guernica'dır. İspanya'da bir iç savaş vardır ve Picasso buna dikkat çekecektir.

İşte bu El Guernica adlı barışın simgesi eseri, en az bir kez görmüştür herkes. Lena Gieseke tarafından üç boyutlu bir gösteriyle izlemek isteyenler için, bu sağlam cümlesi olan eser üzerinde kısa bir gezinti...


30 Kasım 2011 Çarşamba

gibiamadeğil 03

"Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor; rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum 'Kürk Mantolu Madonna'yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum."

Kürk Mantolu Madonna [Sabahattin Ali]



...

Meral:
Ben senin söylemeni istiyorum, herhalde bana ait olan bir şeyi öğrenmek hakkımdır.
Halil:
Sana ait bir durum değil bu. Resminle benim aramdaki bir durum seni ilgilendirmez. Ben senin resmine aşığım.
Meral:
İyi ama aşık olduğun resim benim resmim, işte ben de buradayıım söyleyeceklerini dinliyorum.
Halil:
İyi ama resmin sen değilsin ki. O benim dünyama ait bir şey...

Sevmek Zamanı [Metin Erksan] 1965


27 Kasım 2011 Pazar

Gökyüzünde Karpuz Kesen Kırgızlar...

Geçenlerde teknolojinin yavaş yavaş hayatıma girişine alışmaya başladığımı, artık bana o kadar da öcü gibi gelmediğine dair bir yazı yayımlamıştım. Uyarmadı demeyin...

Radyo D'de 'Muzo'yla Yastık Sohbetleri'yle başlamıştı radyo maceram. En azından görünürde ilk hatırladığım program o. Onun dışında annemin yemek hazırlarken sürekli yanı başında bulunan mutfak radyosunu da az dinlemedim. Ancak son zamanlarda içime bir sıkıntı gibi düşüyordu bu evdeki müziğin; mp3 çalarlara, fizylere ve bunun gibi teknolojik bıdıların tekeline bırakılması sorunsalı... Yani radyonun güzelliği, biraz da şarkı aralarında katlanamadığın djlerde değil midir?

İşte bir yandan bunu düşünürken, bir yandan blogda hoşuma giden sözlerin yer alacağı bir köşe açma fikri de ona paralel olarak geliyordu. Yazacaklarım belliydi, ilgi alanlarım falan da. Tek belli olmayan bu yeni kulakçığa bir ad verme kısmıydı. Yakın arkadaşım Onur Mimaroğlu'nun da kafasını şişirdim bu derdimle... Allah kimseye böyle onulmaz dertler vermesin(!)... Neyse ki dostum işin içine benim kadar saplanmamıştı; dışarıdan bakabilme erdemi o an için ondaydı.

Ben,
- Ne olabilir abi bu parça? diye sordum, sordum; o kenara kısıldı ve sonra aniden,
- 'gibiamadeğil' olsun!, dedi. Ama bitişik yazılsın. Böyle daha bir güzel olur bence.

Başta pek ısınamasam da, -pek çok yeni şey gibi- sonrasında bu yeni başlığı çok sevdim. Ama bu kez bunda da başka bir durum vardı. Ben bu 'gibiamadeğil' le ilgili bir şeyler duymuştum. Hani herkeste olur ya,  déjàvunun; sanki duyulup, akılda kalmayla aynı anlama gelen ikiz kardeşi. Belki de ' déjàconnu' de denebilir ille de Fransızcası olacaksa...

Ama nereden duymuştum?

Google'a girip sormak bir saniyemi aldı. Hatta daha bile az ki Google kendisiyle övünüp "Nasıl da 0,75888... saniyede buldum" diye hava yaptı. İşte sonunda bulmuştum. Yolculukta bir dönemeç daha...

'gibiamadeğil' bir radyo programında kullanılıyordu. Artık programın adı mı yoksa sunucusunun takma adı mı hatırlamıyorum; fakat nasıl olur da hiç dinlemediğim bir programda geçen bir yapışık kelime dizisinden bu kadar etkilenebilirdim? Garip şeyler dönüyordu...

Sonuç olarak o son dönemeci de geçip, programı internette dinleyebileceğimi müjdeleyen linke tıkladım. O link aşağıda yer alacak, birazdan ekleyeceğim. Müziklerine bir bakın derim, fazla iyi. Hatta bu gece başka bir program dinledim ki adına bayıldım. 'Gökyüzünde Karpuz Kesen Kırgızlar'... Sağlam muhabbet döndüren, belki de bizim dönemin 'Kaybedenler Kulübü' rahatlığındaki programı olacak, bilmiyorum. Benzetmek de istemiyorum aslında... Sadece dinlerken keyif alıp, uzun zamandır ilk kez bir şeye yetişmek için saatime baka baka eve dönüyorum...

http://www.sourberry.org/onair

Bu gecenin kapanış şarkısı ise Timur Selçuk'tan geldi, saat 23.00'da sona eren bu programda: 'Sen Nerdesin?'

Biraz Oğuz Atay'ın 'Korkuyu Beklerken' adlı öykü kitabının bitiş cümlesini anımsattı bana. Orada da diyordu ya, "Ben buradayım sevgili okurum, sen nerdesin?"


24 Kasım 2011 Perşembe

gibiamadeğil 02

"Tanrı en sonunda kare asını tamamladı dostum... Janis Joplin, John Lennon, Elvis Presley ve sen... Arkadaşım olduğun için teşekkürler... Seni her zaman seveceğiz."

Elton John



"Çocukken Mercury'nin şarkı sözlerine tutunmasaydım, şimdi nerede olurdum bilemem. Müziğin tüm formlarını onlardan öğrendim. Tüm yaşamım boyunca daha büyük bir öğretmenim olmadı."

Axl Rose


"Banyodaydım. Kafamın içindeki ses Freddie'ninkiydi, akorlarla oynuyordum ve bu şarkıyı yazmama neden olan bu şeyleri düşünüyordum. Birden onun: "Şeker, o bana şeker getiriyor." dediğini duydum. Ve dedim ki: "Teşekkürler Freddie...""

Tori Amos

Montrö'deki Freddie Mercury heykeli...

Freddie

'Queen'...
Efsane...
Freddie Mercury 'basıp gideli' bugün tam yirmi sene olmuş...

Keyifsiz bir durum. Neyse ki müziğine de veda edeceğimiz an kendi 'basıp gittiğimiz' an olacak!






23 Kasım 2011 Çarşamba

gibiamadeğil 01


"Bazen... Dil, gönlün hissettiklerini kelimelere dökemez. Eğer sevdiğinin yanındaysan, konuşmak zaten gürültüden başka bir şey değildir."

Leyla ile Mecnun 31. Bölüm 



"Şimdi sessiz, hareketsiz durmak istiyorum. İstiyorum ki yaşamımın, bu eşsiz saatlerindeki huzuru hiçbir söz bozamasın. İyilik, minnet, umut duygularıyla doluyum ve güvertede karanlıkta uzanıp tek sözcük etmeden mehtabı seyretmek ve Akdeniz'in hışırtısına kulak vermek öyle hoşuma gidecek ki..."

Akdeniz [Panait Istrati] Varlık Yay. sy. 18.


20 Kasım 2011 Pazar

Ev Oturması

Can Bonomo'yla ilgili birşeyler karalamanın zamanı geldi artık. Son zamanlarda en çok dinlediğim yerli şarkıcıların başında geliyor kendisi zira. Müziğinde enteresan bir tını var. Şarkılarının sözleri ağza dolanıyor, bir anda çok alakasız bir şekilde müziğin ritmine uyarak kafa bir öne bir arkaya gidip gelmeye başlıyor, ritim yavaşlayınca kafa hafif sola yatıp yukarı doğru yükseliyor, bu arada gözler kısılıyor ve sözsüz kısımlarda kocaman kocaman adımlar atarak oturulan odada dolaşma hissiyatı beliriyor...

İlk kez Okan Bayülgen'in 'Televizyon Makinesi'nde gözüme çarpmıştı bu şapkalı adam. İlk bakışta biraz tarz peşinde koşan, özenti bir burjuva bohem havası uyandırmıştı üzerimde. Sonra şarkılarını dinledim. 'Meczup' albümündeki şarkıları... Yavaş yavaş, sırasıyla. Önce 'Bana Bir Saz Verin', sonra 'Şaşkın' ve son olarak da 'Meczup'... İlk intiba ve ön yargı karışımı birtakım şeyleri düşündüm sonra, "Siktret!" dedim. Adam güzel müzik yapıyor. Paralı bir çocuk belli, nazı geçiyor ve istediği müziği yapıyor. Şu an piyasada olup da bize yedirilen, yaptıkları işten bir halt anlamayan tiplerden de daha hakim konusuna... Eee, şarkıları çok kaliteli... Otantiklik desen, bayılırız zaten... Dinleriz melûl melûl...

Meczup'un klip çekimlerinde!

Tüm bu farklı tarzı ve kaliteli tını yanında zaman zaman yaptıkları 'Ev Oturması' adlı internetten canlı yayın konserleri de bir o kadar izlenmeye değer. Nasıl bir konser o, diye düşünebilirsiniz. Aynen yazıldığı gibi; ortada Can Bonomo mikrofonsuz çıplak sesiyle, sağında ve solunda bir film afişi modelleri gibi sıralanmış gitaristler (bas - akustik - electro) ve akordeon, gülüşüp, arada twitter'dan gelen sorulara da yanıt vererek şarkılarını söylüyorlar. En bilinen şarkılarını da defalarca okumakta bir sakınca görmüyorlar. Çok neşeli ekip, insanın orada olası geliyor. Şarkısını piyasaya sürüp, canlı performanstan çekinen pek çok şarkıcının aksine sağlam iş çıkartıyor Can Bonomo.

Yukarıda bahsettiğim şarkıları en meşhur olanları. Ama benim içlerinden sıyırmayı başardığım bir güzel parça daha var bu albümde. Şarkının adı: Süper... Sözleri de süper... Aşağıdaki üç dize, bu şarkının bir sürü güzel sözünden sadece birkaçı:

Dünya bir başka değil mi aşıkken,
Sevdin mi sen,
Sevmek güzel...




Geç Gelmek!

Adalet Bakanı Sadullah Ergin, adalet sistemindeki temel sorunun, yargılamaların zamanında bitmemesi olduğunu söylemiş. Unutmayı istedikçe daha bir göz önünde duran rüyalar gibi. Bakın geçen haftanın sonlarında gelmiş bu sözler, nasıl bir haftanın sonunda söylenmiş benim için...

Başrollerinde Ferhan Şensoy, Rasim Öztekin; yardımcı rollerde ise Zeki Alasya, Bülent Kayabaş gibi ustaların yer aldığı Mert Baykal'ın yönettiği 2005 yapımı filmi hatırlarsınız. İşte geçtiğimiz hafta boyunca dönem dönem aklım başka yerlere kaysa da, genellikle o filmi düşündüm.

Devletin elinde somut bir delil bulunmaksızın tutukladığı, haksız yere 6 yıl 3 ay boyunca hapis kalmaya zorladığı üç adama, en sonunda nasıl 'Pardon!' dediğini anlatır bu film. İşin acı tarafı bu olaylar kurmacadan ibaret değildir. Bu sadece bir senaryo değildir, karakterler ve anlatılanlar gerçektir.

Sonrasında geçen hafta iki film izledim. Biri biraz eski, diğeri daha son dönem filmleri. İkisi de Hollywood filmleri. Ama öyle vurdulu kırdılı, bir alt metne dayanmayan saçma Hollywood filmleri değil bana kalırsa. Karakterleri fazla karikatürize etmeden, elinden geldiğince samimi olarak anlatmaya dayalı.



Filmlerin ilki, 'The Life of David Gale'. Üstat Kevin Spacey'in geri planda kalmış filmlerinden biri bana kalırsa. Tabi bunun sebebi yine kendisinin efsaneleştirdiği başka büyük projeler. Fakat bunun geri planda kalması bir türlü içime sinmedi. O yüzden başladım seyretmeye, seyrettikçe daha da bir etkilenmeye. İki saatin sonunda sanatsal bir şölenden kalkmıştım ama beynimin kenarında bir yerde, bir taraf huzursuz olmuştu. Savaşta kafatası platinle kaplanmış gazi dedeler gibi, kafamda bir ağırlıkla dolaşmaya başladım o günden beri. Bir sorunun yerleştiği beynim ağır gelmeye başlamıştı. Soru basitti. Sadece kendim çözümleyemiyordum. O zaman da yazmam gerektiğine, gerekirse soruyu kendimden başkalarına da yöneltmem gerektiğine inanmaya başladım.

"Bunlar gerçekte olabilir mi?" Soru buydu. Aşağı yukarı pek çok filmin ortak sorularından biridir. Ama ne yazık ki ben diğer pek çokları gibi bunu filmi inandırıcı bulma ümidiyle değil, aksine "N'olur gerçek olmasın!" diyen bir tavırla soruyordum kendime. Şimdi soruyu biliyorsun, sen de cevaplarsan dinlerim...



İkinci film biraz daha aksiyon kokan ama kendi içinde yine sağlam bir sorunsalı barındıran bir yapımdı. 'Law Abiding Citizen'. 2008 yapımı, aksiyon diye geçiyor. Başrollerde nam-ı değer 'Ray' Jamie Foxx ve 'This is Sparta' Gerard Butler...

Dedim ya arka arkaya izledim bu filmleri. Ve şunu da eklemeliyim ki ben filmleri izlemeden önce, acaba bunun konusu neydi diye bakmıyorum pek. Kötü bir huy belki ama, ilk olarak süresine ve o süreye dayanabilip dayanamayacağıma göre seçiyorum filmleri. Yarım kalmış bir filmin lanetinden korkuyorum çünkü. Sonuç olarak, bu haftaya özel seçkilerim değildi bunlar... Tamamen tesadüf ve film izlerken bile yakamı darlayan vicdanın öyküsü.

İşin geyik tarafı bir yana size filmlerle ilgili, konularıyla ilgili bilgi vermemeye gayret ettim. Tek söyleyebileceğim, bunların, adalet sistemini çok sağlam yumruklarla çatırdatan filmler olduğu. Dolayısıyla adalet sistemiyle övünen ülkelerdeki meselelerin problemlerini ortaya koyan bu yapımlara bakıp, doğruluğunu sorgulayınca; durum ister istemez yaşadığımız ülkeyi de sorgulamaya geldi. Ve gördüğünü beğenmedi. Engelleyemezsin dostum, serbest çağrışım... Ülke de sorgulanır mıydı? Pek tabi... İşte o sorguların ortasında da bir kaç tanıdık, gelip oturuverdi hayali sorgu odasına bir sandalye çekip. Dedi ki, hala yaşıyorum beni bırakın; ama adalet ölmek üzere...

Geçen hafta içi Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Cihan Kırmızıgül'ün duruşması vardı. Bir yıl olmasına az kaldı. Tutuklu yargılanıyor, içeride yani. Garip, anlaşılmaz bir poşi davasından. Şunun da doğrusunu bilmiyorum, poşu mu, puşi mi, poşi mi... Her neyse işte... Cihan'ın tek kabahati, boyna bağlanan, fakat adı şal olmayan ve örgütsel anlamlar da içerebilen bir aksesuarı tercih etmiş olması... Tanıklar kararsız. İfadeler bir "Buydu" diyor, bir "değildi", bir "hatırlamıyorum... O kadar geçmiş üzerinden nasıl hatırlayayım."

O kadar geçmiş üzerinden, nasıl hatırlayayım?...
O kadar geçmiş üzerinden, nasıl çıkacağıma dair umut duymaya devam edeyim?...

O sorunun cevabı Cihan'ın vereceği muhtemel üstteki cevaptır, belli ki. Sen dışarıdasın, belki ailenle belki arkadaşlarınla. Yürümeye başladın mı yirmi adım sonra geri dönmek zorunda değilsin, önündeki duvarı görüp. Adımların büyükse on beş... Geç gelen adaletle ilgili pek revaçta bir söylev var şu aralar. Onu hatırla.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Şşşşt!

- Gerçekten de çok uzak!
- Şehrin en az öğrenci nüfusuna sahip mekanına fuar yapmamayı bir türlü öğrenemediler!
- Abi dört saat sürdü. Dört saat. Hem de bu sadece gidiş kısmı!
- Önümüzdeki yıl Bursa'dakine gideceğim, vallahi daha yakın!

gibi laflar duymaya başlamış olmalıyız bu aralar. 'Yurdumdan Kitap Fuarı Manzaraları' denebilir bu kelimeler için...

Ama önemi yoktur böyle olumsuz cümlelerin. Maksimum, anlatılacak hikayeler olarak kalır insanın hayatında bu 'en uzağa gitme' hikayeleri. Bir şekilde o kitap kokusu çeker insanı. Orada, önceden göze kestirilen yayınevlerinin stantlarında lütfedip birkaç kitap hediye etsinler diye beklenir(!), belki hiç alınmayacak kitapların önünde dakikalar eritilir, çok istenen kitaba yaklaşıp fiyat etiketini okurken görevliyle göz göze gelinir... İşte bunlar özlendiği için, kalkıp o kadar yol her seferinde tepilir. Bir de sevilen yazarlardan birileri orada olmak için o günü seçtiyse, tadından yenmez. Saat 18.00 olur, mekanın boşalası gelmez.


Tüyap Kitap Fuarı 2011 yılı etkinlikleri bu yıl 12-20 Kasım tarihleri arasında yapılıyor. Yani halihazırda devam ediyor. Daha da gitmem, demiştim. Yine. Ve gitmeye karar verdim. Yine.


Ben de bu düşünceler kafama musallat olmuş bir halde yine gidiyorum. Aşağı yukarı 20 kitaptan oluşan listeme bir göz atıyorum. "Hepsini aynı anda alacak kadar paran yok senin" diyor, ama uzatmıyor. Sessizce anlaşıyoruz. Niyetimi anlamış olmalı. Siz de anladınız. Hepimiz kitap fuarlarına giden insanlarız. Birbirimize göz kırparız, anlaşırız. Ama yerin kulağı var. Dillendirmeden.


7 Kasım 2011 Pazartesi

"Nerede?"

(Manisa'dan)

Sosyal medyayı seviyorum. Biraz fazla iddialı bir laf oldu, farkındayım ama artık gerçek bu. Kitapların kokusunu içine çekerek okumaya, daktilo sesine, mürekkep lekesine, yıllanmış kitaptaki yaprak bitinin çıtırtısına, izlediğimiz filmde zaman kaybı olmasın diye ara verilmeyeceğini emreden fazla manuel sinema görevlisine ve bunun gibi eski usûl pek çok şeye hâlâ tapıyorum orası ayrı; fakat artık benim açımdan teknolojiye mesafeli durma devri kapandı. Nereden mi ateşlendim böyle; anlatayım...

Aslında hepsi facebookta çok kıymetli vaktimi öldürürken gördüğüm bir linkle başladı. Arkadaşlarımın birinin artık bir twitter hesabının da olduğunu müjdeliyordu bu link. Meraklandım, ilk tweetine; çocuğunun ilk kelimesini bekleyen bir ebeveyn edasıyla şahit olayım istedim. Saçma bir tweet'ti. Üzerinde durulmaya değmeyecek bir cikleme.

Sonra hazır girmişken takip ettiğim kişilerin, kurumların nelerle uğraştığına bir göz atayım dedim. Konular genellikle dönüp dolaşıp ya çok politik noktalarda seyrediyor; ya da fazla apolitik... İkisine de dokunmak gelmedi içimden, devam ettim takılmaya. Sonra bir link gördüm. NTV kanalında hazırlanan, "Çalışma Odam" adlı bir programın linki. Bu bölümünün konuğu; daha doğrusu bizi çalışma odasına kabul eden, Yekta Kopan'dı. Yaşayan aydınlar arasında belki de en saygı duyduğum kişi.



Programda yazdığı öykü kitaplarından, gitar setine; muazzam kitaplığından, seslendirmesini yaptığı animasyon karakterlerinin oyuncaklarına; antika denebilecek film afişlerinden, yazı ve hatta okuma masasına kadar tüm çalışma mahremi gözler önündeydi. Hepsiyle ilgili hikayeler de cabası. Bunun için hazırlanmış bir animasyonda 'çalışma odası'nda gezinip, ilgini çeken noktaya tıklamanla bir video röportaj beliriyordu ekranda. Kopan da cümleleriyle, o eşsiz sunumuyla başlıyordu anlatmaya.

İşte orada bir güzellik oldu ve animasyonda Kopan'ın çalışma masasının üzerine gelmemle www.altkitap.com adlı bir sitenin varlığından bahsetmeye başladı Yekta Kopan. İnternet üzerinden ücretsiz e-kitapların paylaşıldığı bu siteyi, kaç kişi nasıl kurduklarını ve aileye her geçen gün eklenen okur/yazar sayısını içeriyordu Kopan'ın sözleri. İlgiyle dinledim anlattıklarını. Sonra video bitince, merak edip girdim altkitap'a. Oradan bir kitap indirdim hemen üye olduktan sonra. 'Kentler Kitabı'. 10 farklı yazardan 10 farklı öykü. Şehirlerle ilgili öyküler. Kiminin teması Adana, kimisi New Jersey'den bahsediyor; kimi İstanbul'u anlatırken, kimi çocukluğunun Saraybosna'sında alıyor soluğu. Daha doğrusu bu yerlerde birlikte alıyoruz soluğu, öylesine akıcı...

İşte bu kitaptaki Adana şehri temalı öyküde -Seni Uzaktan Sevmek, Aşkların En Güzeli- beni derinden etkileyen bir anlatım vardı. Büyüdüğü, yetiştiği coğrafyaya, ailesinden birinin cenaze töreni nedeniyle gelen bir kadının öyküsüydü bu. Anılarla dolu bir evde, anneannesinin evinde geçirdiği zamanları özleyen; fakat "Yine olsa yine giderdim!" de diyebilen bir karakterin ağzından dinlediğimiz bir öykü.

O öyküde yer alan kısımda, Adana'daki bu eski evde karaktere ait olan bir odanın bahsi geçiyor. Ve bu odadaki kitaplarının. Burayı her ziyaretinin sonunda, dönüşte birer ikişer taşıya taşıya kuruttuğu kütüphanesine vurgu yapılıyor. İşte beni kitabın en etkileyen noktası... Taşınma ve ayrılamama hâli.

Ailesinden ayrı yaşayan biri olarak hala nereye ait olduğumu tam anlamıyla bilemediğim bir dönemdeyim. Fazla karmaşaya mahal yok, çünkü bu bir aidiyet sorgusu değil; iş o kadar manevi sularda yüzmüyor. Ben işin 'nerede, ne kadar olabiliyorum?' boyutuna takılıyorum. Takılıyordum yani, bir süredir. Sonra öyküdeki bu karınca misali diğer eve taşınma meselesine denk geldim. Bir andan içinde oluverdim karakterin. Gerçekten de "Ama, bu benim göz nurum!", "Dur, bu da göz mezem!", "E, ben bunu okurum ki!"... diyerek az mı kitap, cd vs. taşımıştım yanımda?

Benim karakterden tek farklı tarafım vardı. Önemli bir farktı tabi bu. Ben, iki yerden birinde aynı anda olamamayı kabul edemiyordum. Bu yüzden taşıyıp durduklarımın sadece yerlerini değiştirebiliyordum. İlle de, iki evden birinde 'odam diyeceğim bir yer olmalı' sorunsalı... En azından kafam huzurlu kalıyordu bu yolla.

İşte şimdi önemli ve uzun tatil aralarında geldiğim evimdeyim. Büyüdüğüm, yetiştirildiğim evim... Ve orada odama girip kitaplığımı görüyorum hemen. Yarısı okumadığım, kalan yarısıysa defalarca okuduğum kitaplarla örülü. Oradan Kafka'nın 'Dönüşüm'ünü alıyorum elime, bilmem kaçıncı kez. Sonra ona bakarken aslında geride bir şeyler kaldığı sürece, o mekanı tamamen terk edemediğimi fark ediyorum. Keyfim yerine geliyor.

İşte sosyal medya ağlarında başlayan bir macera nerede, nasıl vuruyor beni!.. Şimdi sevmemek mümkün gibi gözüküyor mu, bu yeni nesil iletişim sistemlerini?

     

3 Kasım 2011 Perşembe

Havadis: Tatil Okumaları

Barış Bıçakçı sevdiğim bir yazardır. Daha önceleri burada 'Bizim Büyük Çaresizliğimiz' ile ilgili yazmışlığım da var hatta. Ankara'yı, belki orada yaşayana daha çok sevdirecek kitapların yazarı Bıçakçı. Sade, ama detaycı. Karakterlerinin tozunu almıyor; şöyle eli değmişken iç dış bir temizliyor. Bunu yaparken de okunabilir kılmayı başarabiliyor. Gözleri içinden çıkılamaz cümlelere sürüklemiyor, çok net, ne anlatacaksa onun peşinde. Doğrudan.

Fakat işin diğer tarafında 'kalıcılık' meselesi kafamı kurcalıyor. Gerçekten önemli mi bu kalıcılık, bilmiyorum. Ama öyle ya, şu an dönüp dolaşıp okuduğumuz yazarlar, o klasikler en aşağı yüz yıldır hayatımızda değiller mi? Bu 'kalıcılık' olayı, az da olsa önemli demek değil mi?

Barış Bıçakçı'yla ilgili en büyük korkum; sadece yirmili ve otuzlu yaşlarındayken, kişisel iniş ve çıkışlarından etkilenen bir kitleye hitap edecek olarak kalması... Daha doğrusu 'ya böyle kalırsa' korkusu... Çünkü o zaman bu usta dili kaybederiz ve o da bizim için alelade günümüz çerez yazarlarına dönüverir. Bunu Bıçakçı için istemiyorum, hem de hiç; kendi dönemimden okuduğum bir kaç sağlam yazardan biri... Henüz genç ve dili kuvvetli. Dolayısıyla bir ufak irkiltme darbesiyle, okurunun kalbine yerleşip oradan çıkmamayı becerebilir.



Şimdi neden böyle hızla girdim bu konuya? Çünkü Barış Bıçakçı, tam da Kurban Tatili'ne gelen döneme yeni kitabını yetiştirmiş. Adı 'Sinek Isırıklarının Müellifi'. Yine İletişim Yayınları'ndan çıkma. 166 sayfa. İletişim Yayınları'nın internet sitesinde kitabın ilk bir kaç sayfası var. Kitap normalde bugün çıkıyor, fakat sabırsızlananlar için küçük bir kopya işte...

Tam da kendisinden beklenen bir cümleyle başlıyor roman:

"Çoğu zaman herşey önceden bellidir; mucize, evin bugün yarın ölecek ihtiyar kedisidir..."

Okuma bayramınız kutlu olsun!

1 Kasım 2011 Salı

Selam, Kardeşlik!

'Van için Rock' etkinliği temelde sıkıntılı bir dönemin getirisi olsa da, içerdiği bazı mesajlar bakımından unutulmazlarım arasına girdi. Özellikle de depremden sonra çıkan saçma sapan insanlık dışı mesajlardan sonra, '80 sonrası ‘duyarsız’ kuşağın da fikirlerinin olduğunu "Dank!" diye serdi gözler önüne. Bu fikirler harika fikirlerdi. Beraberce, Van’ın soğuğuna yaklaşamasa da kendi çapında soğuk altında, 12 saat boyunca omuz omuza hayata geçirilmeye çalışılan fikirlerdi bunlar…



Ne dediler oradakiler?

"Biz varız. Van’daki kardeşim seni seviyoruz. 14 bin kişisi seyirci olmak üzere 15 bin kişi, 30 Ekim 2011'i senle dopdolu geçirdik. Bunun için de müziğin evrenselliğine, dini, dili, ırkı olmayışını baz aldık. Kimimiz sadece zıplayıp hoplayarak, senin için söylenen şarkılara haykırarak oradaydık; kimimiz de her notada basışında sana selam çakıyorduk. Senin aracılığınla da olsa ısındık… Öyle ısındık ki ateşimiz sana geldi. Bu demekti ki; boşuna doğmadık. En amaçsız olanımızın bile içinde bir umut vardı. Kardeşliğin olduğuna, insanlığın olduğuna dair. Bizi tanısan sen de seversin. Tanışacağız... Önce şu felaketi atlatalım, sonra farklı zamanlarda farklı yerlerde de kafa patlatacağız bir şeyler üzerine. Ama 'biz' ısınırken artık 'hepimiz' ısınıyoruz. En azından bu samimi duygularla oradaydık."

Tepedekilerin ne söyledikleri bizi ilgilendirmez, çünkü biz varız ve ileride birbirimize karşı ufak hatalarımız da olsa buna “Siktret!” diyebileceğiz. Hoşgörülüyüz. Yurt dışına çıkıp dönerken hakkında düşünüp, "Ona da götürmezsem boğazımdan geçmez!" dediğimiz, çikolata aldığımız yurt içindeki dostlarız biz.

Bundan sonrası için, karşılaşmak için yaşayabilmek lazım. Zaman zaman saçma sapan üçüncü kişilerce kurcalansa da yaşam hakkımız, atlattıkça “Hadi devam!” diyebileceğiz.

Güne Dair Öncü Notlar!

"VAN, 'One' diye yazılmaz… Deprem Vergileri Yol Olmaz…"

Koca günden aklımda kalan pek çok şey olsa da, sanırım iki olayı ömrümün sonuna kadar unutamayacağım.  

Birincisi Metin Uca’nın sözleriydi... Yolunan deprem vergilerinin ve daha nicelerinin bir halta yaramayacağı gerçeğini, "Deprem doğuda da olsa deprem!" diyen sözde tanınmış kişilerin istemeden de olsa iyilik yaptığını harika ortaya koydu Uca. Ve akabinde, bu ülkede yapılacak bir şey varsa hep beraber, vicdan sahibi insanlar olarak yapabileceğimizi...

İkincisi olaysa, Duman grubunun sahnede sergilediği iki şarkılık performansın giriş şarkısı... 

‘İyi de Bana Ne?’ 

Sözlerini bilenler, bir kere olsun dinleyenler orada nasıl bir selam olduğunu gördüler. Cuk oturmamış mı? Mükemmel bir ironi değil mi? Buz gibi havada sıcacık bir salep içmiş gibi oldum bu performans sergilenirken. Diyorum ya, bir araya getirene değil; daha sık gelmeye bakmalı…

17 Ekim 2011 Pazartesi

Pazardan Dökülen: Oğuz Atay'la Yaşayanlar

"Ey zavallı milletim dinle! -durur- Şu anda hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye durmadan düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. Fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlarımıza gece kulüplerinde içtikleri viskiler zehir oluyor. Zengin takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan meteliksiz yazarlarımız da aslında şu fakir milleti düşündükleri için, küçük meyhanelerinde ağız tadıyla içemiyorlar. Ey şu fakir milletim! Aslında seni anlatmıyoruz. Sefil ruhlarımızın korkak karanlığını anlatıyoruz. İşte onun için sana yanaşamıyoruz. Senin yanında bir sığıntı gibi yaşıyoruz. Hiç utanmıyor muyuz? Hiç utanmıyoruz..." 
Oyunlarla Yaşayanlar, Oğuz Atay sy. 53 (İletişim Yay.)


Oğuz Atay'ın 'Oyunlarla Yaşayanlar' adlı tiyatro oyunu, yazdıklarını tatbik ederken rolden role giren tiyatro sevdalılarının, girdikleri rolden çıkamayışını konu edinir bir bakıma. Yazarın, klasik, yüzleri ufak gülümseme kırışıklarıyla dolduran üslubu, tiyatro oyununda da ön planda. Aynı 'Tehlikeli Oyunlar'da, 'Korkuyu Beklerken'de olduğu gibi üslup okuru kitabın başlarında kanatlandırıp, sonlarında yere atar cinsten. Vurucu, özendirici... Oyunlarda ve romanlarda yaşamaya davet edici. E, okur ne yapsın, araya başka kitaplar alıp, sonra dönüp dolaşıp yine aynı metinlerde buluyor kendini.




Oyunda, tiyatro aşığı -işe yaramaz!- oyun yazarı Coşkun'un tiradı var italik alanda. Biraz alkolün de yardımıyla attı tabi bu naraları. Başlarda halkından af diler gibi, ama daha çok kendi kendisiyle hesaplaşma maksadındaydı bunu yaparken. Durdurmaya çalışanlar da oldu onu ama o dinlemedi. İçindekiler artık tutulamaz hale gelmişti çünkü. Koyverdi gitti. Yazdıklarıyla yaşıyordu ve tarih öğretmeni geçmişi, kendisini milletine karşı sorumlu hissetmesine neden oluyordu. O kadar kafa karışıklığının içinde bir de milleti için endişelenince insan, patlama kaçınılmaz oluyordu.

Türk aydınının kafası Tanzimat'tan beri karışık. O karışık kafaların, söylemlerini harekete geçirmekte ne kadar yatkınlığının olduğunun da dev bir gösterimidir bu oyun. Tanzimat'tan beri bu böyledir, çünkü aydın, Tanzimat'tan beri sürekli ekseniyle oynar. Kafasındaki varılacak imaj sürekli hareket halindedir. Her konu hakkında fikir yürütebilen aydın kişi, iş gelip de kapıyı çaldığında bu kafa karışıklıklarının cezasını çeker, çekmektedir. Karar mekanizmasının doğal haline bırakılmayıp, durmadan değiştirilmesi; aydının yapacağı hamleleri de tahmin edilemez hale getirir. Aydının kendisi için bile bu durum böyledir. İşte burada, tiradın sahibi Coşkun karakterinin kendisiyle yüzleşme nedeni açığa çıkar. Coşkun kendini aydın olarak görüyor olabilir ama  daha varoluş sorununa tatmin edici bir cevap bulamamış bu kişi, eyleme nasıl geçebilir? Eylemsizlikle geçmiş bir hayatın doğal sonucu değil midir gülünç duruma düşme korkusu? Dolayısıyla milletle alakalı akıl yürüten kişinin millet karşısında gülünç duruma düşme korkusuyla hareket etmesi ne kadar kara bir mizahtır, fark ettiniz mi?


Çok fazla dikkate alınacak nokta var bu oyunda fakat bu tirat, şu günümüze de sağlam bir göz kırpıyor bana kalırsa. Millet, millet olma bilinci, kafadaki millet imajı, "Bir saniye şimdi hangi etnik köken benim milletimdendi, unuttum!" falan gibi tartışmalar, bunların hepsi milletten daha çok milletle ilgili fikirlerini satmaya çalışanların derdi gibi. Tamamen kafaları karıştırmaya yönelik ve işe yaramaya başladı. Sınıf çatışmasına giden yol, millet kargaşasıyla açıldı. Kabul edilebilir tabi, itiraz yok... Tartışmak doğaldır, zekayı zinde tutar falan filan... Ama bir yerden sonra artık millet ölmüş de ölünün arkasından konuşuluyormuş gibi hissediyordum son birkaç zamandır. İşte bunun üzerine bir de kitapta böylesine vurucu bir paragraf görmüşken, çözülüverdi dilim, parmaklarım... O millet işi sizin bildiğiniz gibi değil, diye caka satacak halim yok. Ama bir millet var milletten içeri! (Ahan da klişe) Tartışadurun tamam, ama biz de buradayız...

Ve millet olarak bir şeyleri tartışmak için Oğuz Atay'dan öğrenmemiz gereken birkaç şey var bence. En azından gülerek ama yine de ciddiye alarak tartışabilme faslını atlatsak, o da bir şey...


Böyle misafir oldu işte evime Oğuz Atay, yağmurlu bir Pazar günü. Ondan kalanlar, yukarıya döküldüler...

12 Ekim 2011 Çarşamba

To the End of Love...

Felaket yorucu bir günün ardından insana 4 dakikada kendini iyi hissettirebilen ne kadar şey sayabilirsiniz ki?
Duygularına dokunup, tüylerini diken diken etmeden beynini infilak etmekten ne kadar daha alıkoyabilir insan?
Bilmiyorum! Sadece düşünüyorum.
4 dakika boyunca düşünüyorum.
Müziği seçiyorum sonunda... Ama en güzel müziği dinlemeyi. Bir süre gözlerimi kapatıyorum, e eşek değil ya, bilinçaltım yavaş yavaş çıkmaya başlıyor su yüzüne. Gülümsüyorum...

Leonard Cohen'in yedinci stüdyo çalışması olarak 1985 yılında yayımlanan 'Various Positions' albümünü Cohen meraklıları bilirler. Benim Cohen geçmişim pek uzak olmasa da, kısa sürede aradaki açığı sağlam kapatmış olmalıyım... İşte bu albümde bir şarkı vardır. 'Dance Me to the End of Love'... Harikuladedir. Ne zaman dinlesem ya da klibini izlesem vücudum aniden reaksiyon verir ve tüylerim diken diken olur. İstemsizce gülerim, sırıtırım... Geleceği düşünmem mesela sözleri geleceğe dair söylemler barındırsa da... Geçmişten de zaten mutluluk veren bir şey çıktığına şahit olmadım şu ana kadar... Kötü anılar zaten kötü; güzel anılar ise artık ulaşılamayacak olduğundan keyif kaçırıcı...

Şimdiki zamanı, o dört dakika boyunca sadece içinde bulunduğum anı dolu dolu yaşarım bu şarkıyla... Sanırım bu, duygu dedikleri şey. Vücudun dışarıya hissettirmediği panik hali...

İşte bu şarkının 'The Civil Wars' tarafından yapılmış cover'ını dinledim geçenlerde. Bir arkadaşım paylaşmış facebook'ta. İlk dinleyişimdi, bayıldım... Cohen'den dinlemeye alışkın olsam da, bu versiyonunu da kolayca sindirdim. Çok güzeldi paylaşayım dedim, tabi düşünceler ben paylaşana kadar şelale oldu aktı gördüğünüz gibi.

Buyurun bu versiyonu da dinleyin... Şarkı sizi de bir yerlere sürükler gibi geliyor bana...
The Civil Wars versiyonu daha kısa, ama doyuruculukta Cohen'e yakın...


5 Ekim 2011 Çarşamba

Evde Volta Atmaya Neden Olan Film



Uzun zamandır izlemek istediğim bir film vardı. Hani şu vizyondayken kendinizi yırtarsınız ama sürekli bir şey çıkar ve gidemezsiniz ya... İşte bu film de benim için o listedeydi.  Üstelik onu görmeden önce yapılması gereken tüm hazırlıkları yapmıştım. Alıp kitabını okumuştum, söyleşilerine göz atmıştım; yani her şey tastamam hazır gibi gözüküyordu. İşin en önemli kısmı, sinemaya yanımda götüreceğim kişi bile hazırdı. Hatta onun ikinci izleyişi olacaktı ama olsundu, tekrar tekrar izleyebilirdi. Zaten aklıma kitabı da yazarı da o sokmuştu; yani beni götürmek görevi ona düşerdi...


Bahsettiğim film: Bizim Büyük Çaresizliğimiz... Barış Bıçakçı'nın romanından uyarlanan filmin konusuna bakalım önce... Filmin internet sitesi http://www.bizimbuyukcaresizligimiz.com adresindeki konu bölümünden...






Lise yıllarından beri sıkı dost olan Ender ve Çetin, uzun yıllar ayrı kaldıktan sonra, Çetin’in Ankara’ya dönüşüyle tekrar biraraya gelmişler ve ilk gençlik hayallerini otuzlu yaşlarının sonunda gerçekleştirip, aynı evde yaşamaya başlamışlardır.


Günün birinde Almanya’da yaşayan yakın arkadaşları Fikret, Türkiye’de bir trafik kazası geçirir. Kazada Fikret’in Ankara’da yaşayan anne ve babası ölür, kendisi de yaralanır. Almanya’ya dönmesi gereken Fikret, Ender ve Çetin’den, Ankara’da üniversite öğrencisi olan kız kardeşi Nihal’in okulunu bitirene kadar, iki yıl boyunca, onlarla kalmasını ister.


Üçüncü birinin eve gelmiş olması ilk başlarda ikisini de rahatsız eder, ölümlerin travmasını atlatamayan Nihal de onlarla iletişim kurmak istemez, ama zamanla birbirlerine alışırlar. Aralarında ev merkezli üçlü bir yakınlık oluşur. Nihal çevirmen olan ve sürekli evde çalışan Ender’le daha entelektüel düzeyde bir iletişim kurmaya çabalarken, mühendis olan ve akşamları eve gelen Çetin’le daha çok gündelik hayatın pratiği üzerinden ilişki kurar. Kaçınılmaz olan gerçekleşir ve görünüşte koruyucu, kollayıcı, soğukkanlı, ne yapması gerektiğini bilen, Nihal yaşadığı felaketten makul adımlarla uzaklaşsın diye ona nerdeyse ebeveyn olan Ender ve Çetin, birbirlerinden habersiz bir şekilde Nihal’e âşık olurlar. Tüm bu süreç Ender ve Çetin benzersiz dostluğu üzerinde hayat bulur: Aralarındaki aşka benzer yakın dostluk, ortak geçmişlerinin mitolojisi, zamanın geri döndürülemezliği...


Uyarlama eserlerin bir negatif tarafı vardır, bilirsiniz... Yazılı bir eserden uyarlama bir filmi ya da bir oyunu izlerken, oradaki canlı kanlı oyuncuları bir türlü kendi kafasında yarattıklarının yerine oturtamaz genelde izleyici. İzlediğim uyarlamaların nereden baksanız onda dokuzu, pek çok kişi gibi bende de var olan bu ön yargıda haklı olduğumu gösterdi bana. Fenalardı. Hiç çekmeseler de olurmuş gibi... 


Fakat 'Bizim Büyük Çaresizliğimiz' o onda birlik kesimde rahatça yer buldu kafamda. Şüphesiz bunda ilk kutlanması gereken, filmin senaryosuna da katkıda bulunan yönetmen Seyfi Teoman. İçime daha önceki filmi, 'Tatil Kitabı'yla hafakanlar bastırmıştı bu yönetmen. Fakat bu kez muhtemelen insanda merak duygusunu kabartan bir konuyu da seçerek çıktığı için karşımıza, ister istemez akıyor film. Başrollerde İlker Aksum ve 'Muhteşem Yüzyıl'ın Matrakçı'sı Fatih Al da on numara bir performans ortaya koymuşlar...


Eksikleri yok mu? Elbette var. Örneğin İlker Aksum'un oynadığı Ender karakterinin neden o kadar düzgün -en azından gündelik dilden biraz uzak diyelim- konuştuğu romanda anlaşılıyordu. Fakat burada biraz havada kalmış gibi gözüküyor.




Ve Ankara. Ankara'da geçen bir hikayenin, gerçekten Ankara'da çekildiğine inanmamız için, filmin aşağı yukarı 1 dakikasını dış plandan Ankara görüntülemesine ayırmış yönetmen. Film normalde de durağan olmasına rağmen, ileri almama neden oldu bu sahnelerin uzunluğu... 


Romandaki samimi dilin filme tam olarak geçebildiğini de düşünemedim bir türlü. Ama bu kötü bir şey değil kanımca. Çünkü bazı filmler seyirciye sırtını yaslamayı düşünürken, bazıları bakın biz böyle yaşıyoruz, gelin şahit olun! der gibiler... Bu da şahit olun diyenlerden... 


Kitapta -elbette okuyucuyu maziye saçma flashbacklerle yollamamak için, ortaya "Biz şöyle yapmaz mıydık be Çetin?" diye geçmişe dair doğrulatma soruları atardı Ender. Bu anlamlandıramadığım bir salgı yayardı vücuduma. Hoşuma giden, sıcak bir soru; içten. Fakat filmde daha çok hepsi karakterlerin alt metinleri olarak kalmış gibi duruyor. Sanki İlker Aksum gerçekten 'Ender', Fatih Al da gerçekten 'Çetin'miş gibi. Hani onlara karakterlerinin geçmişiyle ilgili soracağın tüm sorulara birer yanıtları varmış gibi... En çok bu kısmını sevdim filmin. İnandım yani kısacası. 






Aynı evde yaşayan bu iki adamı hafif değiştirecek olursak, Ender'den 'Anne'; Çetin'den de 'Baba' figürü canlanıyor insanın gözünde. Kahrolası şark kafası, ne yapalım? Eve parayı baba getirir bilinçaltıyla oluşan saçmalık... Sanırım gerçekten de insanlar uzun süre bir mekanı paylaşınca kendini farklı rollerde görmeye de başlayabiliyorlar. Çok fazla role modeli olmadığı için de iş ya anneliğe ya da babalığa kayıyor; o yüzden film boyu iki dostun ilişkilerini izlerken bu düşünceyi atamadım kafamdan...


Bunu düşünürken de bir aşağı bir yukarı elim çenemde gezinip durdum...






4 Ekim 2011 Salı

Kurgu Masası'ndan Notlar

Altyazı Dergisi'nin 110. sayısı yanında dev bir eserle geldi. 40 sayfalık bir dev. Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes Film Festivali'ndeki son marifeti 'Bir Zamanlar Anadolu'da' filminin Kurgu Günlüğü.


1000 Volt Post Production şirketinin emeğiyle hazırlanmış bu kitapçık, bana kalırsa her sinemacının kütüphanesinde olmalı. En azından son zamanlarda Türkiye'de çıkmış iki önemli eser olarak bu ilgiyi hak ediyor. Titiz bir adam olduğu yaptıklarından anlaşılan NBC, sinemanın oyunculardan ve diyaloglardan ibaret olmadığını düzgün bir şekilde bu çalışmayla ortaya koymuş.


Sakin sakin anlatmış NBC. Aynı filmlerindeki gibi. Hani bizi geren, zaman zaman keyfimizi de kaçırabilen o sükûneti var ya, işte aynen yazdıklarında da o var. Belki biraz daha kişiye özel... Örnekleyecek olursak; çektiği filmlerde sanki 'sizli bizli' konuştuğunu farz edelim... Fakat yazdıkları daha bir 'senli benli'. O yüzden sanırım o 40 sayfa yarım saatte akıp gitti.




İşin güzel yanı, tekniğini anlamamız için tamamen kapılarını açmış olmasının yanında, kurgu sürecindeki garip anektotlardan da haberdar etmesiydi. Ne yalan söyleyeyim ben adamı robot ilan etmiştim kafamda. Sürekli kaliteli bir şey ortaya çıkaran, bizim kıymetini anlamadığımız falan filan... Ama sanırım 'Bir Zamanlar Anadolu'da' izlenemez tabusunu da kıracak ünlü yönetmenin.

En çok keyif alarak okuduğum yerlerden bir pasaj.

"12 ŞUBAT 2010

Ayaz -oğlu- ille de Recep İvedik'e gitmek istedi. Daha vizyona bugün girdiği için kalabalık olabileceğini söyledim ama laf anlamadı. Beyoğlu Sinepop'a gittik. Salonun yarısı boştu nedense. Filmin bir yerinde birden adım geçince Ayaz şaşırıp yüksek sesle, "Baba ne dedi o? Senin adını söyledi," falan diye yüksek sesle konuşmaya başladı. Başkaları duymadan zor susturdum."

Altyazı'ya kocaman teşekkürler... 110. sayısıyla 10. yılını kutlayan dergiye daha nice on yıllar!

5 Temmuz 2011 Salı

'Az'ı Bilir Misin?

“Diyebilirsin ki bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az... O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az...

Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z. Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi...”

'Az’ı bilir misiniz?

Hakan Günday’ın Nisan 2011’de, Doğan Kitap’tan çıkan son kitabı. Soyları aynı topraklara dayanan, Derdâ ve Derda adlı, biri kız biri oğlan iki çocuğun hikayesi. Hayatlarına aldıkları insanlarla –kendi istekleriyle veya istekleri olmadan- yoğrulup; onların getirdikleriyle büyümelerinin hikayesi. Bir yandan büyümenin ve büyüdükçe üzerinde yapılan planların yıpratıcılığının vurucu bir öyküsü...




Hakan Günday’ın bu romanındaki sinir bozuculuk bu kez tamamen hikayeden kaynaklanıyor. Önceki romanlara göz attığımız zaman özellikle dikkati çeken şey üslubun kendini okutmasıydı. Belki 'Kinyas ve Kayra' bu anlamda diğer örneklerinden hikaye kurgusu anlamında da ayrılabilir fakat genelde, üslup vurucu; hikaye de üslubun yancısıydı bir bakıma.

Fakat 'Az'da farklı bir dokunuş var. Gerçeklik mi dersiniz, tahammülsüzlük mü; bilemem... Tek bildiğim anlatılan öykünün bu kez ön planda, nam-ı diğer başrolde olduğu. Üslup, diyaloglar ve bunun gibi tamamlayıcı unsurlar, kelimenin tam anlamıyla yan unsurlar olarak kalmışlar bu kez. Hiç birinde ön plana çıkıp, öyküden rol çalmak gibi bir gayesi yok.

Oğuz Atay var örneğin kitabın içinde, ki adının edebiyat camiasındaki büyüklüğüne dayanarak onun bile rol çalamadığı bir kitapta neler anlatılmış, nasıl anlatılmış olabilir varın siz tahmin edin. Ya da okuyun aslında çünkü tahminden daha sağlam sonuçlar elde etmek için böylesi daha iyi...

Bir sahil kitabı değil 'Az', her ne kadar okumak için yazın gelmesini beklemiş olsam da. Yani kitap okuma hayallerinin iki dekoru vardır ya genelde... Ya yazlıkta serin birşeyler içerken bir yandan da kitaba gömülmek gelir akıllara; ya da yağmurlu bir günde pencere kenarına konuşlanıp, kitaptan bir sayfa; sıcacık kahveden bir yudum almak. Yağmurun çisildemesi de ambiyansın tamamlayıcısı...

Ancak bu kez, daha önce de dediğim gibi, bir sahil ya da cam kenarı kitabı değil elimizdeki. Çünkü rahatlatmak gibi bir isteği yok. Ya da kitabı okuduktan sonra daha iyi insanlar olmuyoruz hiçbirimiz. Eğer kitaptaki karakterlere benzemiyor, ya da onlara benzer tiplerle sık sık karşılaşmıyorsak “Waoww! What the fuck!” deyip çıkabiliyoruz işin içinden. “Nasıl kurgulamış ya, herif! Tüylerim diken diken oldu... Biraz mola vereyim; sonra baştan sona bir kez daha okuyayım...”

Ama eğer çevrede veya kendinizde az biraz benzerlik varsa karakterlerle; sanırım o zaman kitabı yakmak en iyisi. Çünkü çok az iyi karakter var ki onlarda da yakınlığa dair bir iz yok...

Peki bu bir sahil kitabı değil, cam kenarı kitabı hiç değil... Neresidir bunun yeri? Bence tuvalette okunmalı bu kitap. Evet, çok ciddiyim. Tam klozetin üstünde. Derda ve Derdâ türlü türlü boklanmış, içi çürümüş, bitmiş, bitirmeye şartlanmış karakterle karşı karşıya gelirken; yapabileceğiniz en iyi şey onları layık oldukları yerle ödüllendirmek. Sadece Derda ve çevresindeki bir iki kişi; Derdâ ve çevresindeki bir iki kişi kalsın ödüllendirilmeyen... Çünkü onlar temiz; diğerleri gibi bitik değil.

Yine de bu son istek, aslında kitaba bayıldığım için kendimi tutamadığım bir istek... Zihnen yorucu, fakat sayfaların akıp gitmeyi bir borç bildiği bir roman bu...

İnternetteki eleştirilerde Günday’ın kitabı yazmak için biraz daha beklemesine dair okuduklarım geliyor aklıma. Bu eserden tatmin olmuş bir bünye için biraz daha demini salması beklenmiş bir kitap nasıl olurdu merak ediyorum. Ve her Günday kitabının sonunda olduğu gibi, yine bir hüzün sarıyor beni. Şimdi yenisi için en az bir yıl daha kim bekleyecek?  

2 Haziran 2011 Perşembe

Is There Any Miracle, really?

Baby, I've been waiting, 
I've been waiting night and day. 
I didn't see the time, 
I waited half my life away. 
There were lots of invitations 
and I know you sent me some, 
but I was waiting 
for the miracle, for the miracle to come. 
I know you really loved me. 
but, you see, my hands were tied. 
I know it must have hurt you, 
it must have hurt your pride 
to have to stand beneath my window 
with your bugle and your drum, 
and me I'm up there waiting 
for the miracle, for the miracle to come.
..

...

Asturias ödüllerinden haberdar değildim. Cahillik işte... ABD’nin en saçma organizasyonlarını, Altın Ahududu Ödülleri’ni bile ezbere bilmeye kanalize olmuşken şu beyin, İspanya’nın en prestijli ödüllerinden Asturias’ı atlamışım yıllardır. Hakikaten prestijli. İspanyol özerk bölgelerinden Asturias’ın başkenti Oviedo ev sahipliğini yapıyor ödül törenlerine ve tam sekiz dalda veriliyor ödüller... Neler yok ki içinde?

Sanat, İletişim ve Hümanizm, Spor, Barış, Uluslararası, Teknik ve Bilimsel Araştırma, Sosyal Bilimler ve tabii ki Edebiyat...

Kimler kimler var ödül alanlar içerisinde geçmiş yıllarda... Amin Maalouf, Woody Allen, Pedro Almodovar, Bob Dylan, Umberto Eco, Paul Auster, Michael Schumacher, Francisco Bolivar Zapata, Stephen Hawking... Saymakla bitmez...

Fakat bu yıl daha bir mutlu olarak aldım ödül haberlerini ulusal basından... Müzisyen kimliğiyle tanıdığımız, kitaplarını henüz okumaya vakıf olamadığım bir entelektüel almış 2011 Edebiyat Ödülü’nü... Leonard Cohen.

76 yıllık dev çınarın aldığı ne ilk ödül bu, ne de sağlığı yerinde olduğu sürece sonuncusu belli ki...

"Ah baby, let's get married, 
we've been alone too long. 
Let's be alone together..."

...

Onu dinliyorum bu gece, bir süredir yatmadan önce her gece... Özellikle de yukarıda giriş kısmı ve şarkının ortalarından bir pasajı yer alan ‘Waiting For The Miracle’ı.

Hem çok güzel yerlere götürüyor tınısıyla,  hem de en hatırlanmaz denilecek anlarda hatırlatıveriyor dinlendikçe hatırlanası gelen kişileri... Sözleri desen belki daha hissedilmek için erken olan, hissetmekten kendini alamayacağın hayallere sürüklüyor. Biraz karmaşık oldu. Farkındayım. Ben susayım, siz dinleyin koca çınarın kulakların pasını silen ahenkli sesini...  




1 Haziran 2011 Çarşamba

Hayırlısıyla...

Uzun zamandır güncellemiyordum blogu. Gerek sınav dönemi, gerek yeni planlar, gerekse de başka yazın çalışmaları derken pek fırsat bulamayıp ihmal ediyordum yazılarımı... 

Sonra birşey oldu.

Aniden, sanki “Nerdesiniz ulan? Kimse yok mu?” der gibi. Başlangıçta kimse yok. Yavaş yavaş kalabalıklaşıyor ortalık...

Bir haber yayınlanıyor önce Radikal’de. Daha doğrusu Özgür Mumcu köşesinden adeta bas bas bağırıyor. Konu bir üniversite öğrencisinin suçsuz yere mahpuslukta 19. ayını dolduracağına dair. Tamamen yanlış yerde, yanlış zamanda, yanlış kişilere görünmekle ilgili konu. Uzunca bir süre –biraz da bizim cahilliğimiz, kimsecikler haberdar değil içerdeki bu öğrenciden. İsabet, bir hoca çıkıp yazıyor. Ortalık yine de tam istendiği kıvama gelemiyor ama artık tenha da değil...

Sonra bu kalabalık gittikçe artıyor. Bir şeyler yolunda değil ki problemleri söylemek için bir öğretmen emeklisi çıkıyor meydana. Tartaklanıyor, itiliyor kakılıyor... E tabi alışkın değil bünye bu kadar heyecana, yeniliveriyor kalbi hemen bu kadar heyecana (!)

Siyasiler kendilerini o kadar kaptırmışlar ki bu sidik yarışına, kimisi zaten %45’i geçmiş hala sağa sola lanetler yağdırıyor, Zeus’tan farksız...

Kimisi sadece kendisine zaten koşulsuz şartsız oy atacaklara sesleniyor durmaksızın... Güçlü olduğu yere gidip gövde gösterileri yapıyor, e hakkını da yemeyelim daha bir inanılası, şans verilesi duruyor konuştuklarında...

Kimisi organizasyon yapamıyor seçilmek için. Ne zaman “Hadi toplanıyoruz!” dese, kendisinden önce bürokratları buluyor karşısında, “Olmaz sayın aday, malum güvenlik tedbirleri...” deniyor da deniyor. O da dayanamıyor artık çifte standarda, “İnsanın IQ’su ayakkabı numarasından büyük olmalıdır.” diyor.

Rakamlarla arası iyi olanlar desen, şu günlerde daha da ihtiyaç duyuyor matematik evrenine %10 hesapları yaparken...

Velhasıl daha da garip bir şey çıkıyor ortaya...

Şu Haziran da geçsin de bir hayırlısıyla demenin manası azalıyor artık titreyen göğüs kafeslerinde... Eylül geçsin, Kasım geçsin diye diye, görülmüyor aslında bir yerde ömür geçiyor. Biri içerde geçiriyor ömrünü suçsuz yere, - gençtir gerçi yatar- ;diğerinde artık ömür namına bir şey kalmıyor. 

Sadece görüntüler kalıyor akıllarda ancak buna isyan eden kişilerin gözleriyle görülebilen... 

Bu gözlerle...  




Yine de George Orwell’a selam olsun!