29 Nisan 2012 Pazar

Volveeeer!!!

Penélope Cruz... Ne olacağız biz böyle seninle... Hayır bırak Javier'i de severim. Sevgili sevgilinin muhtemelen gözlerimin içine bakarak "Vehbi dostum, ihtiyarlara yer yok!" demesiyle bir köşeye sinerim ben, biliyorum. Ama Volver'i izledim. Hani şu Almodovar'ın filmi. 2006 yapımıydı sanırım. Tamamen kadın hikayesi olan, ülkemizde önce komedi filmleri festivalinde gösterilen; fakat bana kalırsa sulu zırtlak komedi yapmadan bünyeyi doyuran nadir kara komedi örneklerinden olan, süpersonik bir film...



Tüm film Penélope'yi, oyunculuğunu ve güzelliğini izlemelere doyamadım. Fena tavsiye edilir, sevgili okur. Aşağıda, filmde Raimunda'nın (Penélope Cruz) yorumuyla dinleme şerefine nail olduğumuz 'Volver'...


28 Nisan 2012 Cumartesi

Beş Parasız

Madem fotoğraftan ilerledik, şimdi de bugün dikkatimi çeken bir fotoğraf -daha doğrusu photoshop sitesinden bahsetmek lazım gelir...

worth1000.com adlı internet sitesi zaman zaman 'fotoğraf illüstratörlerimiz sıkıldıklarında...' adlı bir bölüm açarlar. Bu bölümlerde çalışan photoshop elemanları sıkıntılarını gidermek için belirli konseptler belirlerler ve onlar üzerinde oynayarak zaman zaman çok neşeli işler ortaya sererler.

Bu seferki konuyu ünlülerin beş parasız olmaları fikrinden yola çıkarak oluşturmuşlar. Fotoğrafların içinde pek çok ünlü var: Clint Eastwood'dan Morgan Freeman'a; Jennifer Lopez'den Robert Downey Jr.'a; Denzel Washington'dan Madonna'ya... Kimler yok ki...

Ama içlerinde beni en çok keyiflendiren, sanki beş parasız kalsa dahi kalenderliğinden bir şey kaybetmeyeceğini düşündüren pozuyla Jack Nicholson... Bu adama bayılmamak elde mi?

Belki de beş parasız değil, sadece hava almaya çıkmış...

27 Nisan 2012 Cuma

Renkler, Planlar ve Duygular Koordinasyon Merkezi

Güzel fotoğraflar çekmek... Durup dururken, bir konuyla ilgili hiçbir fikir üretmemişken aniden bir görüntü yakalayıp oradan anlamlara sürüklenebilmek... Gerçekte gördüğüm manzara ile önce kadrajdan, daha sonra da yağlı kağıdın üzerinden gördüğüm görüntünün, üzerimde farklı duygular uyandırması... Durmaksızın deklanşöre basmak, fotoğrafların karanlık çıkması ya da ışıkların patlak, amatörce, bol hatalı... Bunların hepsini istiyorum. Hem zaten bu kadar sağa sola sapmadan nasıl çıkar ki heyecanlandıran fotoğraflar? Fotoğraflar sadece anlık oyunlar mıdır? 'Doğru zamanda doğru yerde' kuralı mı vardır, yoksa yeterli imkan sağlanırsa doğru yer de doğru zaman da yaratılabilir mi? Düşünüyorum. Fotoğraf üzerine en az üç dört yılı gayriciddi olmak üzere son bir yıldır ciddi ciddi düşünüyorum. Çünkü fotoğrafsal hadiseler diyafram ayarı, görüntü parazitlenmesi gibi maddi tanımlamalardan ibaret değil, biliyorum.

Dediğim gibi amatörce ve neler çıkacağını bilmeden durmaksızın birşeyler yapmak istiyorum. İsteklerim bitmek bilmiyor. "Eğer," diyorum kendi kendime, "bunları yapmazsam, nasıl Mehmet'in yaptığı gibi iç kıpırdatan işler çıkarabilirim ki ortaya?"

Yahşi Batı'daki Şerif'in sezgiler konusundaki düşünceleri gibi, ben de diyorum ki: "Duygular!!!" Teknik de tam olursa, -ki her zaman olması gerekmez, insanın içinde en çok yer eden dış etken, hep duygu temelli. Onlara, duygulara dokunmasında gizli...

Hayatta çok güzel kareler var. Sinir bozacak kadar, gerçekliğini sorgulatacak kadar pırıltılı kareler. İşte son zamanlarda kendi fotoğraflarını profesyonel olarak nitelendirmeyen, ancak her bir karesinden ayrı birer hikaye çıkarttıran bir adamın fotoğraf albümünden beni ilk bakışta en çok etkileyenleri... Mehmet Tan dostuma selam olsun, fotoğraf sanatçısı ve eğlenceli bir anlatıcı... 

'Friends'
'Friends' fotoğrafı her ne kadar dostluktan girmiş olsa da sayfaya, bana anımsattığı şeyler biraz farklı. 'Karanlıkta Koşanlar' diye bir dizi vardı bir ara. Ahmet Ümit'in 'Şeytan Ayrıntıda Gizlidir' adlı romanından televizyon dizisi uyarlaması olarak yayınlanmıştı. Şimdi denebilir ki, polisiye bir romanı alıp, sıcak bir dostluk havasına nasıl oturtabiliyorsun? Buna cevap olarak şunu derim: "Acayip Hikayeler'i izlemiş ve beğenmiş bir adamım. Bu renklerdeki gerilimi de hissedebiliyorum ve yetmezmiş gibi kafamdaki kurgunun sonunu da görebiliyorum. Kurgu çetin, kurgu tehlikeli... Ama kurguya göre yaşanan tüm maceralardan sonra -artık her ne yaşandıysa- karakterler rahatlamış ve girdikleri kestirme yolun sonunda bir iki tek atıp başlarından geçenleri konuşabilecekleri bir bar var. Hava soğuk ve bar sıcak şarabıyla meşhur..."

'Kissing Dance'
'Kissing Dance' başlığıyla paylaşılmış bir fotoğraf... Fotoğrafların bulunduğu sitede bulunan yorumlarda da dikkat çekildiği üzere havada aşk kokusu var ve aşk kokusunu insanların yakınında ancak onlardan soyutlanmış olan bu mekanda hissetmek... Dedim ya, hissetmek işte!

'Once Upon A Time in A Town #2' 
'Once Upon A Time in A Town #2' Nuri Bilge Ceylan'a selam çakar gibi... Yurdumun Ortadoğu'ya aidiyetinin, belki de kelimelere gerek duymadan yapılabilmiş başarılı bir tasviri. Kadraj ve renkler, hikayesini anlatan, soğuk, içine kolay giremediğin ancak izlemekten de kendini alıkoyamadığın bir filmin karesi hissiyatını yansıtmakta...

'La Femme au Vélo'
'Bisikletli Kadın'... Oradayım. Tam o yanda tekerlekleri görünen bisiklet benimkisi... Mutluluktan düşmüşüm, ayaklarım görünmüyor. Hayat fotoğrafın renklerinden daha canlı ve fakat soğuk olanlar her zaman en sevdiğim renkler...

'Let's Take a Break Darling'
Bilirsin Woody Allen, son yıllarda Avrupa'ya dadandı. Bundan bahsetmiştim. Peki, şimdi eğer Allen'ın yönettiği o filmler aşkına, söyle! Orada bagajdan çıkanlar, bir baget ekmeği, biraz peynir, biraz mayonez ve az biraz da şarap olsa? Mümkünse rosé? Yalnızlığın da tadı çıkmaz mı bu Avrupai kadrajla?  

'When Things Go Wrong'
İçlerinde neşelileri de var, daha iç karartıcıları da... Ama nedense beni en çok etkileyen fotoğraflardan biri oldu bu. İşler her zaman yolunda gider mi? Saçlarım henüz beyazlamamış ve bir fötr şapka takmıyorum, fakat bu zaman zaman benim de gözlerimin ayaklarımın uçlarını takip ettiği gerçeğini değiştirir mi? En fazla düşünebilirsin, illa ki bir sonuca varmak... Her zaman için geçerli birşey değil sanki... Amaaan, bakalım işte fotoya, gitsin...

-------------
Diğer fotoğraflar için uğranmalı... http://www.flickr.com/photos/mmttn

24 Nisan 2012 Salı

Usta'dan Şehir Tiyatroları İşgaline Yönelik...

Genco Erkal'ın Türkiye tiyatrolarındaki ağırlığı tartışılabilir boyutlarda değil bilirsiniz ki... Bunun yanında sosyal medyada binlerce kalem son birkaç haftadır #sehirtiyatroları 'na yönelik hareketlenmeyi protesto ediyor. İşte yine bu konuyla ilgili olarak, 'dahamuhafazakar' ve 'dahabiznederseko' kafasında bir sanat akımı yaratmaya yönelen Şehir Tiyatroları'nın; tiyatro yönetimini sanatçılardan alıp, oraya bürokrat atama hadiselerine bir de buradan üstatın cümleleriyle değinmekte fayda var.


Konuşmanın ful metni...

http://www.tiyatroelestirmenleribirligi.org/haberler/257-genco-erkal-odul-toreni-konusmasi

23 Nisan 2012 Pazartesi

Yaşlı Ağaç Ev

Hürriyet Gazetesi'nin internet sayfasında bugün rastladığım bir haber beni çok heyecanlandırdı. 'Çevre Bilinci' temalı bir öykü yarışması düzenlendiği açıklanıyordu sayfada. Yarışma 23 Nisan için organize edilmişti ve öykülerin yazarları çocuklar olacaktı. Bir düşünsenize...


Neredeyse piyasadaki her kitabın yazarı, hayatının ortasında Dante'nin deyimiyle... 35'inden önce yazılanlar genellikle ya basılmaya değer bulunmuyor ya da o kadar birbirinin aynı ki; insanın keyfi kaçıyor. Ancak bu noktada ilginç bir taraf var. Bir çocuğun elinden, kaleminden, daha da önemlisi beyninden ve bakış açısından açılan bir pencere, bize belki de çoktan unuttuğumuz saf, ön yargısız düşüncelerimizin tadını hatırlatabilir. Hani, şu düşünmeye ilk kez başladığımız zamanlara, o zamanki içten pazarlıksız ve daha az alıngan döneme bir bakış attırabilir, diyorum.


İşte ben, bu düşüncelerle bakındım durdum, Hürriyet'in bu kısa öykü yarışmasının galip öyküsüne. Öykünün adı 'Yaşlı Ağaç Ev'... Yazarı, henüz 8. sınıf öğrencisi... Defne Tuncer... Ben öyküsünü sevdim ancak daha da sevdiğim şey röportajında kendisi ve çalışmalarıyla ilgili söyledikleri... Örneğin Defne, aşağı yukarı 70 sayfasını bitirdiği bir kitap yazıyormuş ve bu kazandığı öykü dışında 20-25 tane daha öyküsü varmış halihazırda. İmrendim, heyecanlandım ve sevindim... 


Aşağıda, birincilik ödülünü kazanmış öykü... Akıcı diliyle bir çırpıda bitiveriyor zaten...
-----


YAŞLI AĞAÇ EV


“Kaptan! Kara göründü!”
Yaşlı ağaç ev, koyu mavi sular etrafında köpürürken bir kez daha korsan bayrağını çekmişti. Küçük bir çocuk heyecanla evin dallarına tırmanıyordu. Yüzündeki gülümseme, elini ileri uzatarak görünmez bir adayı işaret ettiğinde kahkahaya dönmüştü. Başında siyah bir bez, elinde ise tahtadan bir kılıç vardı. Sarı kıvırcık saçlarının arasından koyu yeşil gözleri ise çocuksu bir neşeyle kaptanını arıyordu. Ve bir kez daha seslendi:

“Kaptan! Kara göründü!”Tam o anda gür ormanın içinde bir ses yankılandı ve sedir ağaçlarının arasından; başında geniş bir şapka, tek gözünde ince bir ipe bağlanmış siyah bir kumaş olan, elindeki tahta kılıcı ileri uzatıp neşeli kahkahalarla gülen küçük kız, yani kaptan ortaya çıktı. Kısacık siyah saçları güzel yüzünü çevreliyor; şapkasından sarkan gelişigüzel yapıştırılmış renkli tüyler ise gri gözlerini gölgeliyordu. Hayali dalgalar eski ağacı sarmalarken, birlikte kendi küçük hayal dünyalarına yelken açtılar… Zaman geçti ve bir gün yolları ayrıldı. Ama zaman er ya da geç iki eski dostu tekrar birleştirecekti.

25 yıl sonra…
“Geri çekilmediğiniz takdirde yasal yollara başvurmak zorundayız.”
Ağaçların çevresini endişeli bir uğultu kapladı. Dev dozerler ormanın girişinde bekliyor, bir sürü işçi ise sıkkın bir tavırla eylemcilere karşı koymaya çalışıyordu. En öndeki ağaca, eylemcilerin başı olan 30’lu yaşlardaki genç bir kadın bağlıydı. Gri gözlerindeki kararlılık, giydiği tişörtte yazan slogan kadar netti: “Son ağaç kesilip, son nehir kirletilip, son balık da tutulduktan sonra insanlar paranın asla yenmediğini anlayacaktır.”

Eylemciler, hep bir ağızdan sloganlarını haykırmaya başlamışlardı ki, beyaz bir araba dozerlerin olduğu yola park etti ve bir adam arabadan indi. Koyu yeşil gözleri sinirli bir ifade ile kısılmış, sarı kıvırcık saçları ise zarif bir şekilde alnına dökülmüştü. Lacivert kotun üstüne kareli bir gömlek giymişti, üstünde de gri tonlarında deri ceket vardı. Baştaki işçiye yaklaştı ve aralarında kısık sesle bir şeyler konuştular. Bir yandan da gözleri eylemcilerin üstünde dolaşıyordu. Birden yüzünde garip bir ifade belirdi ve işçinin orada kalmasını işaret ederek öndeki ağaca yöneldi. Eski dostlar birbirlerini fark etmişlerdi. Genç kadın, eyleme devam edenleri unutup; gözlerini patrona dikmişti. İkisi de böyle bir karşılama beklemiyordu. İlk toparlanan genç kadın oldu:
“Sen… Bu şeyden…”
 yüzünde bir tiksinti ifadesi belirdi ve doğru kelimeyi bulmak için duraksadı. “Bu katliamdan sen mi sorumlusun?” 

Adam cevap vermeden ona baktı. Yüzünde hiçbir ifade yoktu. Bir süre sadece birbirlerine baktılar. Daha sonra adam arkasını döndü ve işçi, başıyla işaret verdi ve arabasına binip uzaklaştı. Bir süre sonra da polisler etraflarını sarmıştı. Eylemciler geri çekilmek zorunda kalmış, dozerler koca ormanı ezip geçmişti. İnşaatlarsa hemen bir hafta sonra başlamıştı.

25 yıl sonra…
“Antalya kıyılarında geniş bir ormanlık alan daha yok oldu. Ormanların yerine otel yaptıran milyoner, şimdi sahilde; kendi villasında oğluyla birlikte yaşıyor. Ağaçların kesilmesinden ve yoğun yapılaşmadan kaynaklanan hava kirliliği ise Antalya’da hayatı yaşanılmaz kılmaya başladı. Bütün bunlar deniz kirliliğini de beraberinde getiriyor. Karetta karettalar, deniz kaplumbağalarıysa artık sahillere uğramaz oldu. Eylemciler bilinçlenme adına yöre halkını örgütleme çalışmalarına devam ediyor; ama çabaları sonuçsuz kalıyor…”

Doktor, hastasıyla göz göze gelmemeye çalışarak günün gazetesini dikkatle katladı ve konuşmasına devam etti. Ama bu sefer hastasına hitap ediyordu:“Bizi biraz babanla yalnız bırakabilir misin?”

İşte şimdi gazetede okuduğu milyoner, karşısında oturuyor ve ona umut dolu gözlerle bakıyordu; çocuğunun kanser olmadığını, öksürüklerinin sadece soğuk algınlığından kaynaklandığını, ilaçla kısa bir sürede geçebileceğini söylemesini bekliyordu. Hava kirliliğinin sonunda çocuğunun zayıf akciğerlerini iflas ettirdiğini ona nasıl söyleyecekti? Sonunda derin bir nefes aldı ve diğer odadan çocuğun öksürükleri devam ederken kendini  adamın gözlerine bakmaya zorlayarak tek bir kelime söyledi: “Kanser.”

1 ay sonra…
"Milyonerin vasiyeti; Özür dilerim…"
Oğlunun ölümünden sonra yıkılan milyoner, kalp krizi sonucunda hayatını kaybetti. Görevliler onu bulduklarında elinde bir fotoğraf tuttuğunu belirttiler. Onun küçüklüğüne ait bir anı olduğunun yanı sıra fotoğrafta küçük bir kızın da olduğu biliniyor. Bu eski fotoğrafta dikkat çeken bir diğer şey ise, vasiyetinde yazan ağaç evin de orada olması. Vasiyetine, "Özür dilerim..." sözcükleri ile başlamış milyoner. İlk isteği; bütün parasının, evinin ve otellerinin ağaçlandırma vakfına bağışlanmasıymış. Son sözlerini de zarif ve büyük harflerle sayfanın sonuna eklemiş: 

"Sizden bir ağaç ev yapmanızı istiyorum. Üstünde küçük bir bayrak olsun. Korsan bayrağı. Ağaç büyük olmak zorunda değil, sadece o beni hatırladığı sürece yaşlı dünyamız gibi sonsuza kadar yeşerecek bir ağaç olsun." 

İmzasının altına eklediği söz ise vakfın yeni sloganı olarak tarihe geçti. "Zaman bir gün dünyayı tekrar yeşillendirecektir. Yalnızca çok geç kalmamışsak.”

Gerçekten de başardı, diye düşündü. Gri gözleri bir kez daha dolu doluydu. Evine doğru yürürken, belki binlerce kez okumuş olduğu sözleri içinden tekrarlıyordu. Ve son kez arkasına, güneş batarken ihtişamıyla göz kamaştıran yaşlı ağaç eve baktı…

gibiamadeğil 10

"Park Otel'in barında hava kararana dek kaldım. Allah kahretsin, burada da ciddileşiyorlar artık. "Ne oldu, ne olacak?" gibi sorular soruyorlar birbirlerine. Güzel, ölmez fıkraları anlatanlar gittikçe azalıyor. Anlatıyorlarsa da, en çok Cumhurbaşkanı üzerine anlatıyorlar. Yarın unutup gidecekler. Biri akıl bile ediyor bunu. "Yahu, şunları bir deftere geçirsek, yarın unutup gideceğiz," diyor. Bunu bile kendine iş ediniyor. Deftere geçirilerek anımsanmış şeylerden bir hayır gelirmiş gibi. Hele bu anımsamak, unutmamak istekleri yok mu, iyice canımı sıkıyor. Babalarının fotoğraf biriktirmeleriyle, yıllar sonra da o fotoğraflara dönüp dönüp "Bak ben neydim!" demeleriyle matrak geçiyorlar ya, şimdi bunlar babalarından gülünç. Gülünç olan her şeyi bile bile gülünç kalmak! Anımsamak, gözden geçirmek, derlenip toparlanmayı çağırır. Demek bunlar hâlâ tutunacak bir yer, ayaklarını basacak bir toprak istiyorlar! İçkini içersin, hiçliğe bakarsın, kendi hiçliğini görürsün; hiçbir şey, hiçbir biçimde canını sıkmaz olur."

Bir Düğün Gecesi [Adalet Ağaoğlu]



22 Nisan 2012 Pazar

Otisabi

Yeni neslin Uykusuz dergisiyle, daha eskilerin de 90'lı yıllarda Pişmiş Kelle'den ve türevi karikatür dergilerinden takip edebildiği bir karikatür kahramanı Otisabi. Yılmaz Aslantürk'ün çizgileriyle hayat bulan karakter, Otisabi pekçoğumuzun bildiği üzere kadın-erkek ilişkileri konusunda zaman zaman muzaffer bir komutan; zaman zaman da kelimenin tam anlamıyla bir loser... Ama o her ne olursa olsun, bir tarafıyla gülümsetip; belki de karşı cinsle alakalı kendi düşündüklerimizi de zaman zaman fark ettiren bir öykü kahramanı...



Nasıl açıklanabilir ki? Mesela, Çarşamba günleri mi çıkıyor dergi. Hemen alınır. Gözler ve eller koordineli olarak ön yüzü çevrili duran dergiyi ters çevirir. Orada yazılanlarla başlanır dergi okunmaya. İşte orada, yani yıllardır bulunduğu hangi mizah dergisi olursa olsun, onun arka kapağında hep Otisabi. 

Şimdi başka bir kulvarda da görmeye devam ediyor olacağız bu çizgi karakteri... Bir internet dizisi fikriyle yola çıkan yapımcılar, kablolu tv kanallarından Sinema TV için yayın yapan maceralara çevirmiş karakteri. Fragmanı yayımlandı... Beklentiler yüksek... 





11 Nisan 2012 Çarşamba

Cannes'a Doymak!

Nuri Bilge Ceylan deyince artık pek çok kişinin aklına belki de yönetmenliğinden önce Cannes'a yaptığı çıkartmalar geliyor olmalı...
Şöyle bir bakınca...
'Koza' filmiyle Cannes Film Festivali Uluslararası Kısa Film Yarışması, 1995
'Uzak' filmi, Cannes Jüri Özel Ödülü, 2002
'İklimler' filmi, Cannes FIPRESCI Ödülü, 2006
'Üç Maymun' filmi, Cannes En İyi Yönetmen Ödülü, 2008
'Bir Zamanlar Anadolu'da' filmi, Cannes Jüri Büyük Ödülü, 2011

"Almadığım ödül kaldı mı?" adlı dalgın bakışlarıyla N.B.C.

Ve önümüzdeki günlerde 17 Mayıs 2012 tarihinde Film Yönetmenleri Birliği'nden -ki en prestijlilerinden biridir Cannes'ın- bir ödül alacak kendisi...

Ne denir ki... Seviniyoruz, bir yandan da üzülüyorum ki İKSV'de kendisiyle yapılacak film kritiği etkinliğine yer bulamadım ve bu kendisine ikinci kez çok yaklaşıp, görememe başarısızlığım. Denemelerim devam edecek...

7 Nisan 2012 Cumartesi

Sıkı Dostlar

İzlenmekte, okunmakta geç kalınan işlere dönme girişimim artarak devam ediyor. İşler dememin nedeni de yapmakta geç kaldığım şeylerin her zaman bir sanat eseri olarak adlandırılamayacak olması.

Lise yıllarımda sabahın köründe kalkıp, kahvaltının hazırlanmasını beklerken televizyonda Cnbc-e kanalını açıp, geceden kalan programları izleyerek açılmaya çalışırdım. Bu bahsettiğim vakitler sabahın o kadar körü oluyordu ki, çoğu zaman kalktığım saatlerde henüz seans da başlamamış oluyor ve bahsettiğim kanal bir gece önceki dizilerin tekrarlarını veriyor olurdu. İşte o dönemlerle ilgili en sevdiğim şey, güne bir sitcomla ya da güzel polisiyelerden birini izleyerek başlıyor olmamdı. Henüz internetten dizi izlemenin bu kadar yaygın olmadığı, olduysa bile evdeki külüstür bilgisayarın internetinin çoğu zaman güldürmediği bir dönemden bahsediyorum. Yani televizyonda haberlerin ve yorucu Türk dizilerinin eski bölümleri varken, yapılacak, uykuyu açabilecek daha eğlenceli bir yöntem göremiyordum...

Şimdilerde, biraz da o günlere duyduğum özlemle, sabah açılmak için internetten dizi izleme furyasına kaptırdım kendimi. Ve kendime geçmişte bir türlü tanışamadığım, ancak şu anki arkadaş odaklı sitcomların şahı olarak lanse edilen bir işi seçtim: 'Friends'...

'Friends'i anlatacak değilim. Bilen bilir, bilmeyen de imkan bulursa izlemelidir. Zira çok eğlenceli ve hakikaten yapıldığı dönem aralığına bakılırsa, HIMYM ve türevi işlerin sıklıkla yardımlarına başvurduğu bir seri olduğu görülebilir. Benim bu dizide ilgimi çeken, kendimin bile beklemediği bir anda, bir şekilde kopartan olay örgüsü. Örnek mi? Dün izlediğim 2. sezonun 9. bölümünden bir anektod... Kadın ve erkek beyninin, olayları dinlerken neye kanalize olduğu ve sonrasında neler yaptıklarını, tepkilerini çok iyi ortaya koyan elli saniyelik bir parça...

Dizimizin karakterlerinden Rachel (Jennifer Aniston) ve Ross (David Schwimmer) bir önceki bölümün sonunda artık birbirlerine olan ilgilerini daha fazla saklayamaz ve birbirlerini öperler. Sonraki kısım bu öpüşmenin sonrasındaki muhabbetleri içerir...

Rachel, diğer kızları ( Phoebe ve Monica) toplamış öpüşmelerini anlatmaktadır.

Rachel
Ross beni öptü.
Phoebe 
Olamaz! (sevinç çığlıkları)
Monica
Aman Tanrım! Aman Tanrım! Aman Tanrım!
Rachel
İnanılmazdı!
Monica
Aman Tanrım! Aman Tanrım! Aman Tanrım!
Phoebe
Tamam, tamam şimdi herşeyi duymak istiyoruz. Monica şarap getir ve telefonu fişinden çek. Rachel, bunun sonu iyi bitiyor mu, yoksa mendillerimizi hazırlamalı mıyız?
Rachel
Ooo, sonu gayet iyi bitiyor... (titreyerek)
Monica
(koşarak gelir) Bensiz başlamayın! Bensiz başlamayın!
Phoebe
Tamam öpmesini anlatmaya başla. Dudaklarınızdan yumuşak bir fırçanın geçmesi gibi miydi, yoksa sana şimdi sahip olmalıyım tarzı birşey miydi?
Rachel
Biliyor musunuz başlangıçta oldukça güçlüydü ve sonra... Aman Tanrım, birbirimize saplanıp kaldık adeta...
Phoebe
Sana sarılıyor muydu yoksa elleri arkanda mıydı?
Rachel 
Hayır aslında önce elleri belimdeydi, sonra saçlarıma doğru ilerlediler...
Phoebe
Aooow!
Monica
Aowww!


Ross ve diğer gençler (Chandler ve Joey) toplanmış, öpüşme hadisesinden bahsetmektedirler. Ellerinde koccaman birer dilim pizza ve biralar vardır.

Ross
Ve sonra onu öptüm...
Joey
Dilini kullandın mı?
Ross
Evet!
Joey
Harika.

Ve sonsuza dek pizzalarını yemeye devam ettiler.

6 Nisan 2012 Cuma

Sultanı Öldürmek

Bu ayı kendim için bekleme ayı ilan ediyorum. Beklediklerimin kimi bu ay içinde, kimi de önümüzdeki aylarda gelecek, onlarla kavuşacağız. Harika müzik grupları mı demezsin, şahane sinema filmleri mi... Ne ararsan var bekleme listemin içinde... Belki içlerinden bazıları beklentimi karşılayamayacak ama kim bilir? Hem bu güneşli bahar gününde, tam da haftasonu arifesinde "Ya güzel olmazsa?" diye düşünmenin ne manası var? İyisi mi beklenilenlere bir selam çakma girişimi olarak adlandırılabilecek bu yazıda, yakın geçmişte neye kavuşmayı umduğumu belirteyim...

'Sultanı Öldürmek'...



Ahmet Ümit'in Fatih Sultan Mehmet döneminde geçen bir cinayet romanı yazdığını zaten kendisiyle yaptığım görüşmeden biliyordum. Kitapla ilgili tek bilmediğim şey -tabi içeriği hariç- yayımlanacağı tarihti. Birkaç gündür Everest Yayınları'nın sayfasını giriş sayfam yapmamdan mütevellit, artık biliyorum ki 10 Nisan 2012 Salı günü sabahı, tüm işi güç öncelik listesinde bir kenara bırakılıp, Beşiktaş'a bir sabah yürüyüşü yapılacak, göze kestirilen ilk kitapçıdan Ahmet Ümit'in yeni kitabını sorulacak. Kitapçıların beni şaşırtmamalarını ve çat diye kitabı uzatmalarını umuyorum. Zira bu kez ters köşe yatıracağını söyleyen üstadın yeni kitabını okumak için sabırsızlık çanları zangır zangır beynimde çalmakta...

Bu arada kitaba heveslenmek için bir katalizör de video olarak düştü internete. Kitabın içinden bir parça, yazarı Ahmet Ümit'in okumasıyla paylaşıldı.



Devamı... Kitabın dehlizlerinde...

4 Nisan 2012 Çarşamba

Allen Roma'da

Aslında Kezban serilerine übersonik bir gönderme gibi görünse de, beni heyecanlandıran kısım tam olarak bu değil. Yaklaş, bir sır vereceğim...

'To Rome With Love' geliyor... Henüz ülkemizdeki gösterim tarihi belli olmasa da, üstat Woody Allen'ın şehir konseptli filmlerinin Roma ayağını görmek için sabırsızlanmalar başladı. Bilindiği gibi önce, 'Cassandra's Dream' ve 'Match Point' -yanılmıyorsam- ile Londra sokakları ve banliyölerini gösterdi dev çınar. Sonrasında 'Vicky Cristina Barcelona' ile Katalan bölgesinde üç, hatta dört başlı bir aşk hikayesini serdi gözler önüne... Sonuncusu ve ne yalan söyleyeyim içlerinde en sevdiğim olan 'Midnight in Paris' ile ise günümüz ve geçmiş Paris manzaralarından bir demet sundu, bayıldığım Marion Cotillard'ın gül yüzünü de göstererek. Ve şimdi, sıra Roma'da...



Fragmana bakınca yeni filmdeki oyuncular da yine insanın keyfini yerine getirir cinsten: izlemelere doyamadığım Penelope Cruz, pek bayıldığım 'Beter Böcek' filminin ana karakterlerinden Alec Baldwin, komedinin ve hatta romantizmin de son yıllarda görmeyi özlediği Roberto Beningi ve muhtemelen yine şaşkoloz halleriyle de Woody Allen himself...

Bakalım efendim, beklemedeyiz. Yine bir Akdeniz kenti ve kentle yoğurulan aşk dokusu... İlgiyle önce 20 Nisan'da Avrupa'da, daha sonra da ülkemizde vizyona gireceği zamanı bekliyoruz...


2 Nisan 2012 Pazartesi

gibiamadeğil 09

"Araba kazalarıyla ilgili bir teorim var: bugüne kadar on üç tane sağlam kaza yaptım. Hepsinde de hatalı olan bendim. Ne yaralandım, ne de öldüm. Ama bütün kazalarımdan sonra arabanın içindeki bir şeyler yok oldu. Bazen bir çanta, bazen bir şişe. Bir keresinde bir Zippo yok oldu. Saatlerce aradım ama bulamadım. Ve anladım ki kaza sonrasında beni koruyan görünmez bir güç var. Zarar görmemi engelliyor. Karşılığında da bana ait olan herhangi bir nesneyi alıp gidiyor."

"Çok ucuza çalışıyormuş ve senin çok salak bir teorin varmış..."

Piç [Hakan Günday]


1 Nisan 2012 Pazar

Şahane Misafir

6 Nisan Cuma, izlemelere doyamadığım iki önemli ismin bir araya geldiği bir film vizyonda. 'Magnifica Presenza' ya da Türkçe adıyla 'Şahane Misafir'.


Şahane Misafir'in yönetmeni Ferzan Özpetek, zaten kendini kanıtlamış ve yeni bir işi olsa da hepimiz izlesek diye içimizden geçirdiğimiz bir yönetmen. Şahsen, ben 'Bir Ömür Yetmez' adlı filminden bu yana kendisini daha bir ilgiyle takip eder oldum. Bahsettiğim film kendisinin altıncı filmiydi. Biraz geçikmiştim kabul ediyorum fakat bir yerlerden başlayıp ileri ya da geri gitmek gerekir, öyle değil mi? Kendisini ve anlatımı tarzını ilk tanıdığım film oldu 'Bir Ömür Yetmez'. Daha iyisi olamaz diye düşündükçe, her yeni filmiyle ve hatta bir keresinde eskilerden biriyle de bana bu yargılarımı gönül rahatlığı içinde yutturdu. Ah o körolası masalcılık. Masalların gerçek olduğuna böylesine inandıran adam...

Şimdi, bugün gazetelerde çıkan bir habere bakıyorum ve o hayali karakterlerle bezenmiş masalsı yeni bir anlatımı daha sunmaya hazırlandığını görüyorum. Heyecanlanıyorum işin özeti...


Bu film öncesi içimi kıpır kıpır eden bir faktör daha var. O da Cem Yılmaz faktörü. İlk olarak Ferzan Özpetek'le çalışacağını öğrendiğimde, Monica Bellucci'nin de aralarında bulunduğu ve fakat Türkçe olarak hazırlanmış bir metinden bahsedildiğini hatırlıyorum. Hatta adı da şöyle birşeydi. 'Sonra Ağlayacağım'. Bunları duymuş ve iyi kötü bir ön yargı derlemişken kafamda, bugün gördüğüm röportaj kafamdaki pek çok boşluğu da doldurmuş bulundu. Sorulara verilen cevaplar, Cem Yılmaz'ı, çok tatlı Sezen Aksu ezgileri altında İtalyanca konuşurken seyredeceğimizi müjdelemekte... Üstelik II. Dünya Savaşı sırasında Avrupa'da gezgin olarak görevini yerine getiren bir tiyatro sanatçısının hayaleti rolünde... (Hoş Ferzan Özpetek 'hayalet' değil de 'varlık' demekten daha çok memnun kaldığını söylüyor ama nedense bunu tercih ettim...)

Biraz içeriğe girersek... Tanıtım bülteni sanırım filmin masalsılığı konusunun izahı bakımından yardımcı olacaktır.

Sicilya'lı Pietro'nun tek hayali ünlü bir aktör olmaktır. 28 yaşındaki Pietro oyunculuğu kafasına o kadar çok takmıştır ki amacına ulaşmak için bin türlü çılgın yolu denemekte sakınca görmez. Roma'ya gelir ve önce bir pastanede çalışmaya başlar, aynı zamanda da aktörlüğe giden yolları aşındırır. Başta kuzeni Maria'nın evine misafir olarak yerleşir sonra kendi evine çıkar ama bir süre sonra fark eder ki evde bir gariplik vardır. Sanki eşyalar kendi kendine hareket etmektedirler...





Çıldırmıcam

Ne bok yiyeceğini bilmez bir halde; bir ocağa giden bir temmuza gelen bir bahar havası var dışarıda. Az önce yanından geldim, dertleşmek ister gibiydi. Neden ısınamıyorum bilmiyorum, diyecek oldu; tam o an göz göze geldik. Canını sıkmamasını söyledim. "Hayat o kadar da iki renkten ibaret değil. Belki sıcak gelmiştir ama içi donmuş bizlerin çözülmesi için biraz daha zaman gerekiyordur, kim bilir. Sonuçta bir gün gelecek, terden klimalara abanacağız öyle değil mi?" dedim. Cevap bekleyen sorularımdan biriydi bu. Ama yok. O pek oralı değil. Şimdi bakıyorum da dinlemiyor bile beni. Atlıyor bir meltemin koynuna, basıp gidiyor boğazı takip ederek Karadeniz sularına...

Bir türlü istediğim sulara çekip memnun edemiyorum bahar havasını... Oysa onun beni memnun etmeye çalışması gerekirdi. Ne ara rolleri değiştik, inanır mısınız bilmiyorum. Üstelik inatçıyım da. Beni iyi eden birşeyler bulup, uzaklardaysa da derinlerden çıkarıp bahar havasının 'havasını' yerine getirmeye and içtim. Ben doğaüstü gücü olmayan süper kahraman... Tüm çabalarım iyilik getirmesini ümit ettiğimiz şeylerin, kendilerini iyi hissetmelerine yardımım dokunsun diyedir...

Ona kararını daha çabuk verebilmesi için, tam da bu pazar sabahına yetişen harika bir armağanım var. Rahatsız edici 1 Nisan şakalarından; her aldığım haberde daha da canımı canımdan söken doğalgaz ve türevi hayati maddelere zamlardan ve muhtemelen bu saatlerde yine herhangi bir cüzama karşı doldurulmuş, ana baba günü halini almış meydanlardan soyutlanma hali benim için bu parça... Belki gerçeklik tutkunu diğer kimselerin mantıken yazdıklarımla ilgili bir yere oturtamayacakları bir iş... Ve fakat ben bu adamlarla aynı topraklarda olduğumdan ve bu adamlarla aynı dönemde gelmek bilmeyen baharı beklemekten sağlam keyif alıyorum...

Büyük Ev Ablukada...
Çıldırmıcam...