23 Aralık 2011 Cuma

gibiamadeğil 04

Paris'e gideceğim. Orada Concorde Meydanı'nda bir taşın üzerine çıkacağım ve haykıracağım: 1915'te Ermenilere soykırım yapılmamıştır! O taşın üzerinden ineceğim, Ankara'ya gelecek Güven Park'ta bir taşın üzerine çıkacağım ve '1915'te Ermenilere soykırım yapılmıştır!" diyeceğim... Fransa bir kolumdan, Türkiye öteki kolumdan tutup beni hapse sürüklemek isteyecekler. Ama ben düşünce özgürlüğünü savunmaktan bir an bile geri kalmayacağım. Bu benim bir aydın olarak, bir insan olarak namusumdur, ödevimdir, sorumluluğumdur."

Hrant Dink

İfade mi Özgürlüğü?

Esasen hikayeye başından beri farklı yaklaşımlarda bulunuldu ülkemde...
Kimileri dedi ki, "Bu adamlar zaten AB'ye üyelik mevzusundan beri kıllar bize, lanet olsun size de birliğinize de..."; daha sonra farklı düşünceler de geldi: "Bu günümüz ikili ilişkilerini zedeler, yapmayın, oy uğruna saçma sapan oyunlara girmeyin...". "Fransayı bir boykot ederiz, ne olduklarını şaşırırlar!" diye sürdü serüven: "Bu topraklarda yaşananları değerlendirmeden önce kendi Kuzey Afrika gerçekleriyle bir yüzleşseler..."

Bu fevri çıkışlardan çok daha önemli bir sorun aslında problem haline gelmeli, ülkede ve bu yasaya bakışlarda... Yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimi için sosyalist tabanlı 500.000 Ermeni vatandaşını kendisine oy vermeyi hedefleyen Sarkozy tarafı, aslında çok daha farklı bir kısma hizmet etmiş oldu. Artık açıklanan bazı düşünceler, George Orwell'ın '1984' kitabındaki gibi, düşünce polisleri tarafından tespit edilip; cezalandırılacak. Yani şimdilik sadece düşündüğünü söylemek suç. Bakalım düşünmenin de suç olduğu bir ortam var olacak mı yakın gelecekte...

Aşağıda, Fransız-Türk yapıda bir üniversite olan okulum, Galatasaray Üniversitesi Senatosu'nun yasayla ilgili açıklamasından bir cümle:

"1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi'nin 11. maddesiyle 'düşünce ve ifade özgürlüklerinin en kutsal haklar arasında olduğunu' tüm dünyaya ilan eden Fransa'da, düşüncelerin ve ifadelerin yasalar yoluyla yasaklanmak istenmesi, akılcı, metodik, diyalektik ve bilimsel düşüncenin beşiği sayılan Fransa'nın iki yüz yıllık tarihsel değerleriyle bağdaşmamakta; Descartes, Voltaire ve Rousseau gibi büyük düşünürlerin kemiklerini sızlatan bir nitelik taşımaktadır."



19 Aralık 2011 Pazartesi

For God's Sake, Holmes!

Üstat Guy Ritchie 16 Aralık günü tekrar sinemalarımızı şereflendirdi. Hem de bir diğer üstat 'Sherlock Holmes' karakterinin ikinci filmiyle.

Ocak 2009'da girmiş Ritchie üslubuyla harmanlanmış Sherlock'ların ilki vizyona. O zamandan bu yana abartısız on beş kere tam, belki elli kez de bölük pörçük izlemişimdir o filmi. Huyumdur, bir filme dadandığım zaman dadanırım. Bunun en sağlam örneklerinden biri de zamanında 'Hacivat ve Karagöz Neden Öldürüldü?' filmiyle başıma gelmişti. İstanbul'daki dört yıllık ev arkadaşım olan sevgili dostum Emre'yle, amaçsızca oturur 'Hacivat Karagöz' izlerdik Manisa'dayken. Koca bir yazı başka nasıl geçirebilir ki insan?

Ama zannediyorum 'Sherlock Holmes'la 'Hacivat Karagöz' rekorumu egale etmişimdir. Bir kere baba, Sir Arthur Conan Doyle'a extreme bir tutku var bizim evde. Öyle ki, ansiklopedi gibi bir kitap olan 'Sherlock Holmes'un Bütün Maceraları' adlı kitabın İngilizce ve Türkçe versiyonları kütüphanemi; audio kaydı ise bilgisayarımın mp3 klasörünü süslüyor. Hayır çılgın değilim, görmemişlik de yapmıyorum... Bu başka birşey... Bunu her kitaba yapmıyorum; ama konu Sherlock olunca başım dönüyor, bir hoş oluyorum...

Sanayi dönemi İngiltere mi çekiyor beni, pek saygıdeğer İngiliz aksanı mı, bilemiyorum. Aynı durumlar 'Karındeşen Jack' ve 'Sweeney Todd' filmlerinde de başıma gelmişti. Kafa açıldı mı, hemen 19. yüzyıl Londra'sına atıyorum kendimi ve akabinde, rahatlama geliveriyor...

Yazının başına dönecek olursak, yine kafa karışıklıklarının hakim olduğu bir döneme giriyordum ki, tarihin farkına vardım. Ayın 17'siydi. 17 Aralık 2011... E ben neyi bekliyordum haftalardır? Evvet. Hatırladım...



Filmi anlatıp iştahınızı kaçıracak değilim. Mutlaka görün demekle yetiniyorum sadece. İki tip seyirciyi hedef alıyor bu yazı... İlk filmi izleyip beğenmiş olanlar ve henüz onu da izlememiş olanlar... İzleyip beğenmemiş olanlar; bunu da beğenmeyeceklerdir zira. İzleyip beğenmiş olanlara diyeceğim; ilk filmi unutun... Bambaşka ve çok daha sağlam bir hikaye ve macera sizi bekliyor. Holmes (Robert Downey Jr.) ve Watson (Jude Law)'ın maceralarını, İngiltere'den Fransa, Almanya ve İsviçre'ye taşıyan bu filmde tam anlamıyla sinemadaki her duyunuza hitap eder birşeyler var.

Not: Guy Ritchie'den bir günümüz filmi bekliyorum. Evet belki devamı gelecek Holmes'ların ama, günümüz İngiltere'sindeki borç batağındaki serseri takımının hikayelerine de çok uzak kalmamalıyız... Değil mi?

    


- Oh, how i've missed you Holmes, says Watson...



18 Aralık 2011 Pazar

Yodelice ve 'Küçük Beyaz Yalanlar'

Yoldayım.
Yoldayız.
Güney Fransa'da Nice ile Marsilya arasında, küçük bir kasaba olan Flassans'dan Brignoles'e doğru gidiyoruz. Upuzun yolun çevresinde sağlı sollu çam ağaçları dizisi... İçinde bulunduğumuz Wolkswagen Golf'ün 15 inçlik çelik jantları, asfalt yoldan oluşan kilometreleri yutarcasına tüketiyor. Yanımda, sürücü koltuğunda Sylvain var. O bir mimar. 30 yaşında. Saçları hafif açılmış ama sakallar formunda. Arkamızdaki koltukta yan yana dizilmiş üç kişi. İkisi Alman. Katherina ve Larissa. Biri 19 diğeri 22 yaşında. Yanlarında da Deniz. Yurt dışına yaptığım ilk seyahatimdeki 30 günlük yol arkadaşım. Biz sadece 14 gündür bu ekiple beraberiz. Ben dahil kalan dört kişi, öğrenci. Gezi defterimin sağ üst köşesindeki tarih Ağustos 2009'u gösteriyor...  

Millet uyukluyor. Kamptan çıkarken Sylvain'la sözleştiğimiz için ön koltukta oturan bana da uyumak, uyuklamak, esnemek yasak. Yol o kadar uzun değil; ama sürücümüzün kendisini özel şoförümüz gibi hissetmemesi için birilerinin sohbeti sürdürmesi gerek. Olay bana kaldı; ama bundan şikayetçi değilim. Sylvain sağlam adam. Neşeli. Anlattığına göre bir kız arkadaşı var, evlenecekler gibi hissediyor. "Sizle yeni tanıştık, beni bilmezsiniz tabi ama," diyor "bu seferki ciddi." Gülüyor, zaman zaman bize karşı peygamber sabrı göstererek anlayamadığımız Fransızca kelimeleri anlatıyor. Bir gözü sürekli, elime tutuşturduğu yol haritasında. Bir iki kez yolumuzu kaybettiren co-pilotları olmuştu. Benimle de onlar gibi olmaması için, testiyi kırmadan uyarmaya çalışıyor. Sonra yine gülüyor. Bir ara yolda arka koltukları da uyandıracak bir olay görüyoruz. Bir Renault Twingo'ya çarpmış bir kamyon. Heyecanlanıyoruz, umarız önemli bir şey değildir. Ama etrafta çok sık görülmeyen her hadise gibi bu da şaşkınlık yaratıyor arabadaki beş kişide. Larissa ve Katherina aralarında Almanca tartışıyorlar bu manzarayı. Deniz arkadan omzuma dokunuyor. "Abi, nasıl devrilmemiş o kamyon ya!" Kendi topraklarında, kendi arabasında bir anda yalnız kalıyor Sylvain. Yüzünde yine bir gülüş, üstelik sinirli de değil. Biliyor ki bu tepkiler, anlık reaksiyonlar; yoksa arabadaki herkes ona tapıyor... Ama dayanamıyor, kurtlu... "Hey, hey, hey! Biz de buradayız!" dercesine gürültülü bir mimik salıyor yüzüne. Bir anda toparlanıyoruz. Şimdi kurduğumuz cümleler, az öncekiler kadar akıcı değil. Ne de olsa frekans değişirken cümle yapıları da değişiyor...

Ben, Sylvain, Katherina ve Golf'ümüz!

Kazanın bünyelerde yarattığı heyecan az biraz dağılmaya başlıyor ki, arka ekip tekrar uykuda. Yolun bitesi yok. Halbuki çok uzak da değil alacağımız mesafe, belki 50 kilometre.

Larissa, yine Sylvain ve Deniz...

Arabanın sessizleşmesi üzerine Sylvain torpido gözünü gösterip bir müzik cd'si seçmemi söylüyor. Kafama göre takılabilirmişim, o zaten hepsini severmiş. Şöyle bir bakıyorum torpidodaki albümlere. Grupların hiçbirini Türkiye'deyken bilmiyordum. 'La Rue Kétanou' diye bir grubun albümü var içlerinde. Son iki haftadır alışverişe falan giderken sürekli dinlediğimiz albüm bu. Hemen altında 'Yodelice' diye bir grup. CD'nin kapağını çevirip şarkı adlarına bakıyorum. İngilizce şarkılar. Sylvain'a dönüp bu nasıl, dercesine gösteriyorum. Ça marche, diyor. Bunu kafamda, "İdare eder!" olarak çeviriyorum ve CD'yi CD çalara takıyorum. Albümün ve ilk şarkının adı 'İnsanity'. Ama biz yol şarkısı olarak 'Cloud Nine'ı dinliyoruz. Özellikle nakaratında, elimizi başımızı camlardan çıkarıp sallamak çok matrak. Bir de şu Fransız Polisi görmese...

Yodelice'i seviyorum, çünkü oradaki dostlarımı hatırlatıyor şarkıları. 'Merde' diyorum sonra dinlerken; "Kahretsin, bu insanları bir daha bir arada göremeyeceğim kesine yakın..." Anlamsız bir keyif kaçması peyda oluyor. Anlık. Sonra gülümseme tekrar gelip yerleşiyor ağızdan kulaklara. Brignoles'e varıyoruz. Arabada kıyafetlerimizi mayolarla değiştirip, doğru yeşiller arasındaki göle atlıyoruz balıklama...    



6 Aralık 2011 Salı

“Türkiye’de Araştırma ve Eğitim Özgürlüğü” Uluslararası Çalışma Grubu Cihan Kırmızıgül ile ilgili basın bildirgesi


Galatasaray Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü öğrencisi Cihan Kırmızıgül, 22 aydır Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde tutuklu bulunmaktadır. Bir süpermarkete yönelik gerçekleştirilen Molotof kokteylli bir saldırıdan iki saat sonra, olay yerine yakın Kağıthane’de otobüs beklerken, saldırıya katılmış olduğuna dair hiçbir somut delil bulunmaksızın, zor kullanılarak gözaltına alınmıştır. O gün boynunda taşıdığı ve polis tarafından Kürt hareketiyle özdeşleştirilen “poşu”, gözaltına alınması için öne sürülen tek suç unsurudur. Bir gizli tanık tarafından “giysilerinden” teşhis edilmiş, fakat bu tanık, daha sonra ifadesini geri çekmiştir. Suç delillerinin zayıflığına işaret eden savcı, Kırmızıgül’ün beraatini istedikten sonra görevden alınmıştır. Mahkemenin 16 Kasım 2011 tarihinde gerçekleştirilen son duruşmasında tutukluluk halinin uzatılmasına karar verilirken; yeni savcı, Terörle Mücadele Kanunu kapsamında “terör örgütü üyesi olmak” suçundan, Kırmızıgül’ün 15 ila 45 yıl hapis cezasına çarptırılmasını istemiştir. Tutuklu kaldığı bu iki yıl boyunca Cihan Kırmızıgül yalnızca bireysel özgürlüklerinden değil, aynı zamanda üniversitede aldığı eğitimi sürdürme hakkından da mahrum bırakılmıştır.

Galatasaray Üniversitesi’nde görevli onlarca öğretim üyesi, Cihan Kırmızıgül’e verdikleri desteği kamuoyuna duyurmuştur. Bu vaka, talep edilen cezaların ağırlığı ve terörle mücadele kanununun yol açtığı keyfi uygulamalarla, Türkiye’de adaletin içine düştüğü ideolojik ve baskıcı gidişatı gözler önüne sermektedir. “Türkiye’de Araştırma ve Eğitim Özgürlüğü” Uluslararası Çalışma Grubu (GIT), uluslararası kamuoyunun dikkatini Cihan Kırmızıgül davasının 9 Aralık 2011’de İstanbul’da yapılacak duruşmasına çekmektedir. Çalışma Grubu, 22 yaşındaki bu öğrenciye isnat edilen suçların mahkeme tarafından adil bir yargılama ve somut delillerle ortaya konmasını, aksi halde Kırmızıgül’ün derhal serbest bırakılmasını ve hakkındaki tüm iddiaların düşmesini talep etmekte ve bu doğrultuda, “Tutuklu Öğrencilerle Dayanışma İnisiyatifi” (TÖDİ) ile birlikte davanın takipçisi olmaktadır.

www.gitinitiative.com

git.initiative@gmail.com

5 Aralık 2011 Pazartesi

Guernica'da 3D Seyahat


Resimlerin ve ressamların, hayatlarının yanıbaşında süregiden tarihten kopamadıklarına mükemmel bir örnek Pablo Picasso'nun 'El Guernica'sı.

Guernica...
İspanya'nın Bask bölgesinde kutsal bir kasaba.
1937 yılı...
Bir kilise vardır bu kasabada. Santa Maria de la Antiqua; yapım yılı olarak 15. yy. yazar. Gotik ve rönesans akımlarını içerir. Öyle bir mistik görüntüsü vardır ki... Kasabanın simgesidir; düğünler de yapılır bu kilisede; cenazeler de kalkar...


Cumhuriyetçilerin yoğun olduğu bu kasabanın bir de pazar yeri vardır. O zamanlar yaşayanların 'Pazartesi Festivali' dedikleri bir karnaval alanı. Yiyecekler, içecekler; hayvanlar, bitkiler her pazartesi oradalardır. Ve sadece bir günlüğüne, beklenmeyen ziyaretçiler de... Bombalar!

Her pazartesi kurulan mahalle pazarına, yöre halkı sabah saatlerinde ve öğleden sonraları fazlaca rağbet eder. Genel tablo böyledir bölgede... Sabahtan dükkanlar açılır, tezgahlar hazırlanır ve hava ısınmaya başlar. Küçük bir ara demektir bu bölge halkı için... Meşhur öğle uykusu -siestadan sonra, millet tekrar sokaklara doluşur ve özellikle de pazar yeri, bu insan yoğunluğunun büyük kısmına kucak açar.


1937 yılında 26 Nisan günü, Pazartesi'ye denk gelmektedir. Pazartesi pazarında bir öğleden sonra...

İspanya'nın faşist liderinin mücadelede en çok zorlandığı bölge olan bu kasabayı bitirme planı, müttefikler Alman Nazi birliklerine ait Luftwaffelar ve İtalyan Lider Benito Mussolini tarafından kalkış emri verilmiş Fiat bombardıman uçakları tarafından icraate dökülür. Özellikle pazar yerini seçer faşist bombaları; çünkü orası kasabanın en kalabalık bölgesidir ve sayı ne kadar fazla olursa, direniş de o kadar fazla olacaktır.

Santa Maria de la Antiqua'nın çanları aralıksız çalar. Ağlar gibidir, o an duyana... Kendisinden sadece birkaç yüz metre mesafe ileride yerle bir edilen bir manzarayı seyretmektedir. Bombalama aralıklarla üç gün sürer ve sonunda 1600'den fazla kişi can verir. Bir o kadar da yaralı vardır.

Tam da aynı yıl, 1937'de Paris'te bir Sanat Fuarı kapsamında, Pablo Picasso'dan, İspanya ülkesini temsil edecek bir eser istenir. 'Modern Hayatta Sanat ve Teknik' temalı bir fuardır bu. Picasso'dan istenen bir duvar resmidir. Üstat buna hemen başlar, kendisini harekete geçiren şey, tabi ki saldırı üzerinden henüz 15 gün geçen Guernica'dır. İspanya'da bir iç savaş vardır ve Picasso buna dikkat çekecektir.

İşte bu El Guernica adlı barışın simgesi eseri, en az bir kez görmüştür herkes. Lena Gieseke tarafından üç boyutlu bir gösteriyle izlemek isteyenler için, bu sağlam cümlesi olan eser üzerinde kısa bir gezinti...