31 Mayıs 2012 Perşembe

'Testosteron' Biraz Arttıkça...

Robal
Tüm varlıkların amacı çoğalmaktır... Genetik materyellerini kendilerinden sonraki kuşağa geçirmektir. Kornel'in ve Bay Janis'in varlıkları buna birer örnektir. Bu da gösterir ki (Stavros'a) siz de bu mekanizmanın egemenliği altındasınız.

Stavrov
Ben ikisini de istemedim!

Kornel
Sağ ol baba!

Stavros
Özür dilerim evlatlarım, ama ben sadece... biraz eğlenmek istemiştim, o kadar.

Robal
İçgüdü... arzularımızdan da önemli bir güçtür.

Stavros
Ne içgüdüsü ya! Duydunuz işte, iyi bir baba bile değildim ki ben.

Kornel
(Stavros'a) Onunla ilgisi yok! Burada babalık içgüdüsü değil konu. Çoğalma içgüdüsünden söz ediliyor. Kadın... babacığım... erkek için genlerini sonraki kuşaklara aktarabileceği bir araç.

Robal
Tam da öyle! Kadın için de erkek önemli bir cevherin, bir başka deyişle, yumurta hücresine ulaşıp embriyonun oluşmasını sağlayan spermanın kaynağıdır.

Tytus
Hayda! Hem spermlerimizi çalıyorlar, bir de üzerine para istiyorlar!

Robal
O başka bir mesele... Kadın elbette doğru erkeği bulmak ve onun kendisine yakınlaşmasını sağlamak için daha çok uğraşır.

Tytus
Niye?

Robal
Kadın, kaç sevgilisi olursa olsun, bir tek çocuk doğurur. Onun için amacı aileyi koruyacak, ona bakacak en iyi erkeği seçmektir. Erkekse başarısını aşklar sayesinde arttırabilir.

Kornel
(Stavros'a) Anlayacağın babacığım, erkek, öyle yaratılmıştır ki, her zina şansından yararlanmak ister.

Stavros
Bilmem mi evlat!

Kornel
Tabii ya! Ben de kime ders veriyorsam...

Fistach 
(Robal'e) Siz bu çoğalma işini biraz abarttınız gibi geliyor. Afedersiniz, ibneler, birbirlerine sayısal loto topları gibi vurdukça vururlar, vurdukça vururlar... Sonunda çocuk mocuk da hak getire bittabi...

Robal
Erkek homoseksüeller, değişik partnerlerle cinsel ilişkilere girerken, lezbiyenlerin sürekli, monogram ilişkilere daha yatkın oldukları gözlemlenmiştir. Lezbiyen çiftlerden her biri, cinsinin özelliklerine uygun olarak davranır, tabii biraz daha ekstrem bir biçimde.

Fistach
Yani içgüdü yine aynı içgüdü, yalnızca pusulayı şaşırıyorlar öyle mi?

Robal
Aynen öyle. Çoğalma içgüdüsü çok güçlüdür. Öyle ki, örneğin somon, yumurtlama dönemi sırasında açlıktan ölebilir. Yaşamak ve çoğalmak içgüdülerinin savaşımlarında, ilk sırayı çoğalmak içgüdüsü alır.

Tytus
(Coşkuyla) Abi aynı ben ya... Ben sucuğu yerine yerleştirdim mi, yemeyi içmeyi unuturum. Allahıma kitabıma...

Stavros
Bir yaşıma daha girdim. 54 yaşındayım. Bu zamana dek kimle yatacağıma hep kendim karar verdim.

Robal
Kimle yatacağınıza elbette siz karar verdiniz, ama bunu niye yaptığınıza başka bir şey karar verdi...

Stavros
Yattığım karı mı?

Robal
Hayır, Testosteron...

Stavros
Testo... ne?

Kornel
Testosteron baba! Omurgalıların büyük çoğunluğunda bulunan bir hormon... bizi erkek yapan hormon.

Robal
Erkeklik hormonu. Bu hormon, ergenliğe erdikten sonra yaşamın sonuna dek kadınların peşinden koşmaya zorlar bizi... Bizi, ebedi potansiyel tecavüzcü ve katil haline getiren de bu hormondur.

Stavros
Sizi de mi?

Robal
Kendimi tutmaya çalışıyorum... hepimiz gibi... umarım...



Janis
(Robal'e) Diyorsunuz ki yani, bir adam, başka bir adamı öldürdüğünde ya da bir hatuna saldırdığında, bunu doğası icabı yapıyor, öyle mi?

Kornel
(Janis'e) Ne yazık ki öyle kardeşim... Erkekler içgüdüsel olarak gaddardırlar...

Robal
Testosteron agresifliği öyle belirleyici bir şey yani, kuşlarda örneğin dişilerin kanında erkeklere göre daha fazla. Cinsler tam tersi yani...

Stavros
Nasıl ters yani erkek mi doğuruyor? Anladıysam Arap olayım.

Kornel
Yok babacığım... Bir zamanlar tarafımdan yapılan bir araştırma ile Avusturalya'da yaşayan maymunkafa kuşlarının dişilerinin çok agresif olduğu ortaya çıkmıştı. Boyları bir metre bu kuşların, bir dingoyu devirip paramparça edebilecek güçte yedi santimetre tırnakları var... sürekli dövüşürler.

Stavros
Niye ki?

Kornel
Dövüşte yenen dişi, bulabildiği kadar erkekle çifteşir, sonra her bir erkeği yumurtaları ile kuluçkada bırakır...

Fistach
Hay sıçayım, amma rezalet!



Oyun Atölyesi'nin son oyunuyla -Antonius ile Kleopatra- Shakespeare's Globe'da sahne almasının ardından, web sitesine yaptığım bir ziyaret esnasında artık rafa kalkmış eski oyunlarından 'Testosteron'un klibine denk geldim. Tolga Çebi'nin müzikleriyle... Ve akabinde oyunda geçen yukarıdaki muhabbet cereyan etti zihnimde. Malum bu ara cinsiyetlerle ilgili kafayı yediğimiz bir dönem... Ama rahat ol sevgili okur, bak nur topu gibi bir bahanemiz var artık yaptıklarımız için...

Andrzej Saramonowicz imzalı oyunun yukarıda alıntılanmış olan metninin çevirisi Neşe Tuluy Yüce tarafından yapılmıştır.

29 Mayıs 2012 Salı

Gaftici Fethi

Ne revaçta oldu son yıllarda kadın ve kadın bedeni üzerinden ekmek yemek, arkadaş! O kadar itici bir hâl aldı ki gidişat, herkes her konuda rahat rahat açıklama yapabiliyor; konuşabiliyor, hiç utanıp sıkılmadan düşüncelerine destek bekleyebiliyor. Konuşmalara bir tek kadınlar dahil olmuyor. En azından sesleri yeteri kadar çıkmıyor bana kalırsa... Ya da ne bileyim, sosyal medyada bas bas bağırılsa da, ciddiye alınmamayı kanıksamış gibi herkes... Bazıları da sadece elinde tuttuğu erkler sayesinde ciddiye alınmaya alışmış gibi... Fena!

Ama bu büyüklerimizin kadınlarla ilgili, kürtajla ve bunun gibi pek çok saçmalıkla ilgili konuşmaları bana, zamanında bayıla bayıla belki yirmi defa izlediğim bir filmi hatırlattı. Daha doğrusu o filmden bir karakteri: 'Gaftici Fethi'yi...

Karakter Metin Kaçan'ın 'Ağır Roman' adlı romanından. Lakin benim onu tanıyışım, romanı okumadan önce izlemiş bulunduğum Mustafa Altıoklar uyarlaması olan aynı adlı filminden... Zafer Algöz'ün hayat verdiği, 'Gaftici Fethi' kadınları iyi tanıyor ve hemcinslerine onlarla ilgili bilgiler veriyor. Söylediklerinin yarısı, ağzının suyuna bulanıp sokağın gürültüsüne karışsa da, sonun da o da mahallenin makaraya meraklı delikanlıları gibi, anlattıklarına kendisi de inanıyor. Şimdi 'Gaftici Fethi'yi düşününce, paylaşmadan edemedim... Kadınlardan anlayan adamların, kurnazların en eğlencelisi ve tabiki kaybedeni...



Hah, her neyse; ne anlatıyordum? Evet!

Tüm bu yapılan öne çıkışlar, ilâhi açıklamalar, hep 'Gaftici Fethi' bilgeliği taşıyor bana kalırsa. Ne eksik, ne de fazla! Zira kadınları kendilerinden başka kimseden dinlemem ben. Anlatamaz çünkü kimse... Niteler, niceler, bir yaya oturtmaya çalışır ama bu bahsettikleri, bir şeyler söylemiş olmak için fazlasıyla yetersizdir. O yüzden işte, yani henüz doğru dürüst kendimizi tanıyamıyor iken, bir de başka birini, hatta bir kadını anlatmaya, onun vücudu ve görünüşü üzerinden fikir belirtmeye çabaladıkça, sarı ceketiyle 'Gaftici Fethi' geliyor, yerleşiyor gözlerimin önüne.

28 Mayıs 2012 Pazartesi

"Sessiz"

Cannes 65. Film Festivali'nde Rezan Yeşilbaş'ın kısa filmi 'Sessiz' (Be Deng), bu alanda Türkiye'ye ödül getiren ilk film oldu. Kendilerine tebrikler! Filmi görmek için sabırsızlanıyoruz  buralarda!



Belçim Bilgin'in rol aldığı filmin konusuna değinecek olursak, 1984 yılının Diyarbakır'ında, tutuklu olan kocasına, yasak olmasına rağmen  yeni bir çift ayakkabı götürmeye çalışan Zeynep karakterinin hikayesi anlatılıyor.

25 Mayıs 2012 Cuma

gibiamadeğil 12: LFC'den GSY...

"... Dolayısıyla, şıpsevdi herif gittiğinden beri üçü de ağlayarak çocuğu seyrediyorlardı ve işte o kadar. Kız, kendi tabiriyle kendini bu adama ruhen ve bedenen, "her şeyiyle" vermişti. Olacağı varmış demek ve ona kalsa bu her şeyi açıklamaya yetiyordu. Ufaklık da zaten onun bedeninden çıkmıştı, hem de tek bir hamlede ve kızın gövdesinin yan tarafları bu yüzden buruşuk kalmıştı. Ruh cümlelerle yetinmesini bilir, oysa beden öyle değildir, o daha müşkülpesenttir, kas da olsun ister. Beden daima elle tutulur bir gerçektir, bu yüzden de hep hüzünlüdür ve tiksindirici bir görüntüsü vardır. Doğrusunu söylemek gerekirse, ben de bugüne kadar bir hamileliğin gençliğin bu kadar büyük bir bölümünü bir seferde alıp götürdüğüne pek sık tanık olmamıştım. Bu annede kala kala bir tek duygular kalmıştı neredeyse ve bir de ruh. Kimse artık onu istemiyordu."

Louis-Ferdinand Celiné [Gecenin Sonuna Yolculuk sy.304]


Yağmur okumaları mı demeli, ne demeli bilemedim... Ama her cuma yağmayı alışkanlık edinen yağmur, aynen tiyatro sanatçısı Levent Kazak'ın söylediğine gönderme yapan bir duygu uyandırıyor bende. Diyor ki içimden bir ses benim de... 

Ne i-pad'e, ne de armuda benzer yağmur... Etkilenmemiz doğuştandır, zira genlerimize kodlanmıştır. O yüzden yağmuru görünce ışığa yakalanmış tavşan gibi duraklar, anın içinde kayboluruz. Tıpkı ateşi görünce olduğu gibi... Ha sonra birden altı su dolu bir kaldırım taşına denk gelir, ayak bileklerimizi sokak suyuna bularız. Kirliliği rahatsız etmez de, ah o ani ıslaklık hissi... Hiç hazır değilken... Ve düşünürüz, şu yılların parodisini. Pencerenin yanına çökmüş, kahve değil belki ama şöyle demli bir çay ve sevilenlerden bir kitap.

23 Mayıs 2012 Çarşamba

rezistans!

"... direnen tek şey sanat olmasa da, sanat direnir... Her direnme eylemi bir sanat eseri değilse de, bir bakıma öyledir. Her sanat eseri bir direnme eylemi değildir ama bir bakıma öyledir de."

Gilles Deleuze


'Rezistans' oluşumu, Emre Kılınçer, Gökçen Öztürk, Servet Kesmen, Arda Başöz gibi farklı üniversitelerden bir araya gelmiş dört kişinin rüyası gibi görülse de, aslında çok daha kolektif bir iş, -ki bu insanlar herkesi ilgilendiren bir konuya dikkat çekmekte... Madden, manen destekleyeni ve takdir edeni çok. Ve sloganı insanı heyecanlandıran cinsten... Buyurun bunu Joseph Beuys'un cümlesinden çekip alalım.

"Toplumsal beden hasta olduğu için iyileşmeyi beklemektedir ancak mesele şu ki, hastalığın sorumlusu yine toplumun kendisidir. O halde ilk iş onu uyarmak, sarsmaktır. Bunu da ancak 'sınırları ve tanımı genişletilmiş bir sanat' mümkün kılabilir."

Yani sanatla, her şey mümkün. Aydınlanma da, tekrar doğma da... Öyleyse denemeye devam süreçlerinde yaptıkları işler için takipte kalmalı. Cidden uyuşmadık mı oturmaktan?

Ekibin hazırladığı video da aşağıda...


22 Mayıs 2012 Salı

gibiamadeğil 11: Benim Madonna'm!

"Şimdi, aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum!" dedi. "Bu eksik sana değil, bana ait... Bende inanmak noksanmış... Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum... Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar... Ama şimdi inanıyorum... Sen beni inandırdın... Seni seviyorum... Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum. Seni istiyorum... İçimde müthiş bir arzu var..."

Kürk Mantolu Madonna [Sabahattin Ali]


21 Mayıs 2012 Pazartesi

The Dark Knight Rises

20 Temmuz diyorum!
Batman efsanesi son kez sahne alacak. En azından usta Christopher Nolan'ın üslubuyla son kez...



Biliyorum, pek çoğumuz Joker'siz bir Batman'in nasıl olacağını merak ediyoruz ve hatta bu kötü anlamda bir ön yargıya dönüşüyor ister istemez. Ama 'The Dark Knight Rises', her şeyden önce Nolan'ın yeni filmi ve içinde Marion Cotillard da var. Bir Joker etmez mi? Bence yine de şans verilebilir...

Bu yaz fena olmayacak gibi...


20 Mayıs 2012 Pazar

Bakarken Ardından...

Sevdiğimi, aradan uzun yıllar geçtikten sonra fark ettiğim şeyler oluyor. Olmamış bir ilişki, çok dinlemediğim bir şarkı, gitmenin zulüm geldiği mekanlar ve daha niceleri... Hepsini bir süre sonra düşünürken buluyorum kendimi. Var sen anla halimi, bu kafa çok üzüyor beni bazen! Neyse ne, bu seferki aklımı kurcalayan bir şarkı mesela; adam orada yırtınırcasına, boynunda damar bırakmamacasına söylüyor şarkıyı ve fakat aklında bir lokma yer etmemiş olduğunu görüyorsun. Sonra bir gün, başka adamlar okuluna geliyor ve 'Diyemedim' diye böğürüyorsun gecenin karanlığına doğru...

Ayna fanı olarak büyümüş tüm çocukların sevdiği adamdır Erhan Güleryüz. Ve sinirle arkasından konuştuğu adamdır Cemil Özeren -grubun kel adamı (belki de sırf bu yüzden gitti kim bilir!?)-. Ama bu şarkıyı bu kez kendilerine hayran bir çocukluk geçirmiş olarak, Ayna'nın değil de; Athena Gökhan'ın sesinden dinlemek daha bir makbule geçti benim için...

Duymamışlar sevinsin, duymuş buyuranlar dinleyip keyiflensin; ne diyeyim...



Güzel Bir Özgürlük...


Galatasaray Üniversitesi (GSÜ) tarihinin en yoğun siyasi dönemini geçiriyor olmalı. Dönemin getirdiklerini, bu yıl pek çok farklı olayda gördük ama nihayetinde aklımızda kalan en taze şeyler son yaşadıklarımızdır. Öyle değil? İşte tam da buna dayanarak Redd'den bahsetmek istiyorum biraz. Çünkü Redd'in ve hatta Athena'nın tutuklu öğrenci kardeşimiz Cihan'a selamı, nedense en aklımda kalan kısımları. Bir de Don Kişot adlı parçada 4 dakika boyunca inmeyen yumruk yapılmış sol kollarımız... Redd'in Cihan'a selamı, diyorduk, evet... Daha doğrusu Cihan'ın nezdinde, içeride olan 600 civarı mahkum öğrenciye giden selamı...


Redd'in politik duruşu bilinir, severim duruşlarını ve fakat kendilerini sevmem henüz mantıklı düşünemediğim yıllara dayanıyor. Lise yıllarıma, ergenliğinin baharında gezinen ve okula servisle gidip gelen bir çocuğun, her sabah aynı playlisti yayınlayan radyo istasyonunda müzik dinlediği günlere... Ve dahası Redd-i Cehalet günlerine...

Sevgili dostları görmek pek zor olmuyor özellikle İstanbul'a teşrif ettiğimden beri. Ve fakat bu karşılaşmaların hep de seçilmiş gibi, önemli zamanların üzerine tekabül etmesi, hayatta tesadüflere inanmayan bir adam olarak bana, "Acaba?" diye sordurttu, kendi kendime.

Yani 8 Temmuz'da gidiyoruz Arena'ya, Bon Jovi konserine... Ön grup olarak çıkıyor Redd ve tam da Ahmetler, Nedimler yeni girmişler içeriye, ne zaman çıkacakları meçhul...

Sonra artık biraz da sembol haline gelmiş bir dava üzerine GSÜ'ye gelip, "Hadi!" diyorlar ne bok yediği belli olmayan havaya rağmen. Kuliste neler döndü bilinmese de, seviyorum Redd'i. Ve daha normal şartlar altında dinlemek istiyorum. Güzel bir özgürlük varken bu gece...

Sol kollar havada. Yumruklar sıkılı. Ama bu kez sadece, keyiften mayışmış suratlar; kederden değil!


18 Mayıs 2012 Cuma

Burundan Kan Getiren Yazı

Hadi bir çocukluğuna dön, o zamanki sokaklarda gezin,
Sonra evine git, evinin önünde bekle.
Zile bas aşağıdan, sor alınacak bir şey var mı diye
Yok muymuş? İyi, yine de git bir dondurma al bakkaldan ve dedenin hesabına yazdır, nasıl olsa akşam öder o!
Gir bak bakalım şimdi içeriye; içeride neler var, kimler gelmiş...
Anneannen seni dışarıya çıkarana kadar kal orada.
Salonda gezin, büfeye ve sadece misafirden misafire kullanılan kristal bardaklara bak.
Çalındığını bir türlü duymadığın pikabın düğmeleriyle oyna.

Akşam olsun, haberleri bitirsin deden yemek masasının karşısında.
Biraz oynayın beraber ve hatta varsa yeni masal da iste bir tane...
Yenisi yoksa 'Kuzubey ve Maceraları'nı tekrar anlattır.

Sonra açın bir Türk filmi seyredin eskilerden.
İçinde sevdiğin herkes olsun!
Bazen bir fotoğraf görürsün, ya da bir film... Bir müzik de çalınabilir kulağına ya da sadece anneannenin kavga eden komşularının sesine benzetirsin, yolun ortasından gelip kulağını bulmuş herhangi bir sesi... Ama ille de hep aynı şeyi hatırlarsın. Sonra da teşekkür edersin hatırlatanlara... Hatırlananlara da bakınca hâlâ yanındalar diye, kafayı yersin mutluluktan.

Ey fotoğraf, anı durdurduğunu söyleyenler halt etmiş! Sen insanı en dinamik olduğu zamanlara, geçmişe götürürsün... Bir de bakarsın, herkes orada...

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Kısa Kısa (Leyla - İbrahim)

...
Mekânın girişinde İbrahim bordo kadife ceketini vestiyere teslim etti. O vestiyerle konuşurken Leyla çoktan içeriye girmişti bile. İbrahim de peşinden ilerledi müziğin çağırdığı salona doğru. '50mila' çalıyordu içeriye girdiklerinde. Sahnedeki dört erkek ve bir kadından oluşan grubun müdavimleri olduğu anlaşılan en öne kümelenmiş topluluk, ellerinde kadehler, bir sağa bir sola uzanarak tempo tutuyordu genç kadının söylediği şarkıya.  Gözleri sahnede, istemsizce gülümseyerek yürüyüşünü değiştirdi İbrahim. Zaman zaman kendisinin de İtalyanlara benzetildiği olurdu ve şu an benzetildiği ülkenin erkekleri gibi flörtöz bir tavra bürünmüştü. Bir sonraki şarkıları ne olacak acaba, diye düşünürken bir el kendisini kolundan çekti. Leyla mı? Hayır. Onunkiler bu kadar kaba olamazdı. Döndü. Alper'di.
...


13 Mayıs 2012 Pazar

Sifon

Lig bitti. 2011-2012 sezonuna yakışan bir şekilde bok gibi bitti. Leş gibi, pislik gibi, pisliğin herhangi bir türüne verebileceğiniz herhangi bir tanımlamayla bitti. Ve bu yıla yakıştı. Çünkü bu yıl ve muhtemelen geçirmekte olduğumuz son on ay, ülkedeki hiç birşeyi düşünmeyip futbolla uyuşturulabilen beyinler için bile fazla kirliydi. Fazla savruk, kimsenin ne yaptığını bilmediği bir ortamdı. Bir türlü karar alınamayan veya alınan kararlara mütemadiyen şüpheyle yaklaşılan bir dönemdi. Buna bağlı olarak da böylesi bir kaos ortamı ve  durmaksızın sağdan soldan çekiştirilip gerilmeye uğraşılan taraftar toplulukları, şampiyonluk gecesi Kadıköy'de yaşanan olayları da beraberinde getirdi.

Ha bakın bir de ne oldu? Henüz maç bitmeden biledikleri coplarını bir güzel sağa sola, taraftarın üzerine savuran polis vardı yine... Ve yine şaşırtmadı. Çünkü dün geceki saçmalama dakikaları, onların artık gittikçe artan orantısız güç kullanımının ve sivilleri enteresan psikolojilere gark etmelerinin bir sonucu sanki...  Sanatsal aktivite diye karate filmine giden ve çıkışta birbirine vurarak stres atan ergenler gibiydiler. Futbol yahu... Maç yani bildiğin. Sadece istatistik...

Whatever... Umarım bir daha yaşanmaz. Takımım Galatasaray, 18. kez şampiyonluğa ulaştığı için ne kadar mutluysam; şu şaçma bağımlılığa ve körlüğe saplanmış memleketim için de en az bunun on katı kadar hüzünlüyüm.

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Satranç Tahtasında Bir Avrupalı


“Kale ileri, kale ileri, c8’den c4’e, o zaman önce piyonun önünü kapatması gerekir. Ama bu onun işine yaramayacak! Boştaki piyona aldırmadan atınızı c3’ten d5’e getirerek saldırırsınız ve eşitlik yeniden sağlanır. Savunmak yerine bütün gücünüzle saldırın!”

Ne demek istediğini anlamadık. Söyledikleri Çinceydi sanki. Ama bir kere kendini kaptıran McConnor hiç düşünmeden söyleneni yaptı. Czentovic’i geri çağırmak için yeniden bardağa vurduk. İlk kez çabucak karar vermedi, tahtaya çabucak bir göz attı. Sonra yabancının bize bildirdiği hamleyi aynen yaptı ve gitmek üzere döndü. Ama uzaklaşmadan önce, yeni ve beklenmedik bir şey yaptı. Başını kaldırdı ve bakışlarını üzerimizde gezdirdi; kendisine karşı birdenbire böyle canlı bir direnç gösterenin kim olduğunu anlamak istiyordu besbelli.

Satranç, [Stefan Zweig] s. 32



Oldum olası yazarların kendi dönemlerinin birer aynası olduğunu düşünmüşümdür. Yani bakacak olursanız Nazım Hikmet’ten Halide Edip’e; Jean Paul Sartre’dan Victor Hugo’ya, hangi yazar kendi toplumunun yaşam şartlarına duyarsız kalabilmişlerdir ki… İnsana, insanı anlatmaya çalışırken, ne kadar dışarıdan bakabilir iyi bir anlatıcı?

İşte tam da bu soruları sorup duruyorum kendime bir süredir. Yazarlık içgüdülerine olan güven, sanatçı duyarlılığına karşı duyulan tutku… Buna ne derseniz deyin. Milyonlarca yeni tanım getirilebilir bu düşüncelere. İşte ben de tanımlara bağlanmamak için, bunlara karşıt bir formül var mı, diye soruyorum kendime. Sonra aniden hayatıma bir adam giriyor. Bu yazının yazıldığı tarihten yetmiş yıl önce göçmüş biri. Maddeten göçmüş biri, yoksa manevi anlamda hala buralarda bir yerlerde ki, onu tanıma fırsatına erişebiliyorum.

Stefan Zweig, -şu tanıştığım adam, ünlü yazar, 1881 Viyana doğumlu Avusturyalı bir edebiyatçı. Üniversite hayatını Felsefe Eğitimi alarak geçiren, fakat bununla yetinmeyen ve psikolojiye merak salan biri… İşte bu psikoloji merakıdır ki, kendisini çeşitli evrelerin sonunda matematiksel akılla uğraşmaya da iten…  

Yaşadığı dönem, yirminci yüzyılın ilk yarısı, Avrupa’nın en çetin savaşlarını içeren zaman dilimi. Doğduktan sonra geldiği ülke olan Almanya tarafından başlatılan yıkım aktiviteleri de cabası. İşte bu yıkım döneminde, edebiyatını yaparken Nazi Almanya’sı tarafından huzuru kaçırılmış bir yazardır Zweig. Asla iktidara tamamen karşıt bir görüşü desteklemeyen, genelde orta yolcu bir üslupla yazılarını kaleme alan biri, fakat en nihayetinde bir düşünür… 

Düşünürlerin, en önemli vasfı peki? Tabi ki eleştirellik…

Satranç Kafası
1942’de rejimin asla değişmeyeceğini ve eleştirenlerin yeni tehdit düzenini değiştiremeyeceğini anlıyor yazar. Ve Avrupa’dan sürgün edilip Brezilya’da eşiyle birlikte intihar ediyor... Zweig’in ‘Satranç’ adlı veda eseri de bu noktada önemine önem katıyor. Yaşadığı toprakların, ilelebet Hitler Avrupa’sı şeklinde kalacağı paranoyasına kapılan bu özgürlük tutkununun, ‘Satranç’ta verdiği, matematiğe sığınma duygusu, pek çok okur için ufuk açıcı nitelikte çünkü...

Satranç’ın konusundan bahsetmeli biraz…

Hikâye, New York’tan Buenos Aires’e gerçekleşen bir gemi seyahati sırasında geçmektedir. Geminin avam tabakasının kulaklarına, gemilerinde yolculuk yapan kişilerden birinin varlığı çalınır. Bu kişi Mirko Czentovic adında bir satranç şampiyonudur ve Arjantin’e bir turnuvaya gitmektedir.

Avam ekip, Czentovic’e bir satranç maçı teklif eder. Şampiyon, muazzam bir burnu büyüklükle ücreti karşılığında kabul edebileceğini belirtir ve gerçekten de maç esnasında her bir rakibini mat etmesi adeta beş dakikasını almaz. Yenilip güreşe doymayan pehlivan satranç oyuncuları, şampiyonla bir maç daha çıkarırlarken; tamamen tesadüf eseri oradan geçen Dr. B adlı biri oyunlarına istemsizce müdahale eder ve odadaki herkesin içi, bir kazanma umuduyla dolar…

Öykünün tamamını anlatmayı tercih etmiyorum. Çünkü bu kuru anlatımla yapılacak her tasvir, Dr. B’yi anlamaktan uzaklaştıracak okuru; bu yüzden Dr. B karakterinin anlatımını Zweig’e bırakıyorum. Ve geçiyorum bir insanın neden ‘Satranç’la ilgili bir öykü yazmak istemiş olabileceğine…

G. H. Hardy’nin matematikle ilgili bir sözü vardır. Der ki: “Dünyadaki en masum uğraş, matematiktir.”

Aslında her şeyin özü bu cümlededir. Satrancı da matematiksel zekânın bir ürünü olarak ortaya çıkaran beyinler, dünyadaki tüm cefalardan, yılgınlıklardan ve hatta belki de sefalardan kendini soyutlayacaktır. Ya da aksine soyutlanmış, dış toplumdan ayrılmış, yalnızlığa itilmiş bir bireyin hayata tutunma dalı olacaktır. Öyküyü okuyanların tanıyabileceği Dr. B karakteri gibi.

Sorunlarla dolu bir hayat tecrübesinden pişen ‘Satranç’ın yazarı da, bu uzun öyküde bir nevi ana karakteriyle empati yaparak, kendinden soyutlanmaktadır. En azından buna uğraşmaktadır. Ama soyutlanmaya çalışan beyin, farklı noktalardan hatalar verir. Bu hataları kontrol altında tutabilmek için de, beynin çalışmasının sürekliliği önemlidir.

Şah bir kare ileri, atı verip veziri al, Kasparov, İskandinav açılımı ve daha niceleri. Hepsi zor hayat koşullarında, yeniden dönüşe hazırlanırken çıkınımızda bulunacak besinler gibi...


6 Mayıs 2012 Pazar

Delikanlım...

Aklım erdiğinde, yani bir konu üzerine yoğunlaşıp, okumayı, izlemeyi, kurcalamayı akıl ettiğim gün, ilk olarak kendimi içinde bulduğum konuydu üç fidanın asılması. Bunu da ilk olarak önce 'Darağacında Üç Fidan'la kurcaladım kendi kendime. Sonra kitapların, hikayelerin, anlatılanların, anıların ve belgesellerin -kısacası bilgilerin belgelerin ardı arkası kesilmedi. Bulabildikçe tabi... Becerebildikçe, ulaşabildikçe...



Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan göçeli kırk yıl olmuş bugün. Düşünüyorum da, muhtemelen  yavaş adımlarla gelen bir ilerlemeyi, ilerleme olarak görmezdi onlar. Amaçları uğruna neleri göze aldıklarını görünce, bu şekilde sabırsız, çocuksu ama illa ki istekli bir profil canlanıyor gözümün önünde... Olsa kırk yıl sonra bugün, cümleten -en azından biz- bir adım dahi olsa ileriye gidebilmek için kıçımızı yırtıyoruz. Onların eksiklik olarak gördükleri yavaş adımların bari geriye doğru atılmaması için deliriyor, sağa sola sesleniyoruz. Ve artık okumuyoruz onlar kadar. Yaptığımız pek çok şeyin nedenini, nasılını bilmeden; bir konu hakkında bilgili olduğunu sandığımız insanların peşindeyken buluyoruz kendimizi. Şekilciyiz -ki en ağırı saçmalamaların... Adım mı demiştik? Geriye? Ne olur, sadece bir adım! İleriye!

Şimdi tam da onları uğurlamanın kırkıncı yılında, Can Dündar'ın belgeseli 'Delikanlım, İyi Bak Yıldızlara' tekrar sorduruyor gidenleri ve neyin uğruna gittiklerini, buna değip değmediğini... En azından kalbimizde yaşamamıza özgür bırakılan bu tutku gitmez, kalır belki sonsuza ve hatta belki ulaşana kadar o hayali gerçekliğe. İnsanoğlunun olduğu yerde, böyle arzuların ütopik olarak nitelendirilmesi ne acı!

Veda, bahsettiğim belgeselden Deniz'in yakalanışını Erdal Öz'e anlattıklarıyla olsun...





1 Mayıs 2012 Salı

Mayıs'ın 1'i














Kutlu olsun! Acılı örnekleri de bir daha tekrarlanmasın...
1 Mayıslar candır, ve fakat 1 Mayıs'ta işçi çalıştırmak... İronik...