“Kale ileri,
kale ileri, c8’den c4’e, o zaman önce piyonun önünü kapatması gerekir. Ama bu
onun işine yaramayacak! Boştaki piyona aldırmadan atınızı c3’ten d5’e getirerek
saldırırsınız ve eşitlik yeniden sağlanır. Savunmak yerine bütün gücünüzle
saldırın!”
Ne demek
istediğini anlamadık. Söyledikleri Çinceydi sanki. Ama bir kere kendini
kaptıran McConnor hiç düşünmeden söyleneni yaptı. Czentovic’i geri çağırmak
için yeniden bardağa vurduk. İlk kez çabucak karar vermedi, tahtaya çabucak bir
göz attı. Sonra yabancının bize bildirdiği hamleyi aynen yaptı ve gitmek üzere
döndü. Ama uzaklaşmadan önce, yeni ve beklenmedik bir şey yaptı. Başını
kaldırdı ve bakışlarını üzerimizde gezdirdi; kendisine karşı birdenbire böyle
canlı bir direnç gösterenin kim olduğunu anlamak istiyordu besbelli.
Satranç,
[Stefan Zweig] s. 32
Oldum
olası yazarların kendi dönemlerinin birer aynası olduğunu düşünmüşümdür. Yani
bakacak olursanız Nazım Hikmet’ten Halide Edip’e; Jean Paul Sartre’dan Victor
Hugo’ya, hangi yazar kendi toplumunun yaşam şartlarına duyarsız
kalabilmişlerdir ki… İnsana, insanı anlatmaya çalışırken, ne kadar dışarıdan
bakabilir iyi bir anlatıcı?
İşte
tam da bu soruları sorup duruyorum kendime bir süredir. Yazarlık içgüdülerine
olan güven, sanatçı duyarlılığına karşı duyulan tutku… Buna ne derseniz deyin.
Milyonlarca yeni tanım getirilebilir bu düşüncelere. İşte ben de tanımlara
bağlanmamak için, bunlara karşıt bir formül var mı, diye soruyorum kendime. Sonra
aniden hayatıma bir adam giriyor. Bu yazının yazıldığı tarihten yetmiş yıl önce
göçmüş biri. Maddeten göçmüş biri, yoksa manevi anlamda hala buralarda bir
yerlerde ki, onu tanıma fırsatına erişebiliyorum.
Stefan
Zweig, -şu tanıştığım adam, ünlü yazar, 1881 Viyana doğumlu Avusturyalı bir
edebiyatçı. Üniversite hayatını Felsefe Eğitimi alarak geçiren, fakat bununla yetinmeyen
ve psikolojiye merak salan biri… İşte bu psikoloji merakıdır ki, kendisini
çeşitli evrelerin sonunda matematiksel akılla uğraşmaya da iten…
Yaşadığı
dönem, yirminci yüzyılın ilk yarısı, Avrupa’nın en çetin savaşlarını içeren
zaman dilimi. Doğduktan sonra geldiği ülke olan Almanya tarafından başlatılan
yıkım aktiviteleri de cabası. İşte bu yıkım döneminde, edebiyatını yaparken
Nazi Almanya’sı tarafından huzuru kaçırılmış bir yazardır Zweig. Asla iktidara tamamen
karşıt bir görüşü desteklemeyen, genelde orta yolcu bir üslupla yazılarını
kaleme alan biri, fakat en nihayetinde bir düşünür…
Düşünürlerin, en önemli
vasfı peki? Tabi ki eleştirellik…
Satranç Kafası |
1942’de
rejimin asla değişmeyeceğini ve eleştirenlerin yeni tehdit düzenini
değiştiremeyeceğini anlıyor yazar. Ve Avrupa’dan sürgün edilip Brezilya’da eşiyle
birlikte intihar ediyor... Zweig’in ‘Satranç’ adlı veda eseri de bu noktada önemine
önem katıyor. Yaşadığı toprakların, ilelebet Hitler Avrupa’sı şeklinde kalacağı
paranoyasına kapılan bu özgürlük tutkununun, ‘Satranç’ta verdiği, matematiğe
sığınma duygusu, pek çok okur için ufuk açıcı nitelikte çünkü...
‘Satranç’ın
konusundan bahsetmeli biraz…
Hikâye,
New York’tan Buenos Aires’e gerçekleşen bir gemi seyahati sırasında geçmektedir.
Geminin avam tabakasının kulaklarına, gemilerinde yolculuk yapan kişilerden
birinin varlığı çalınır. Bu kişi Mirko Czentovic adında bir satranç
şampiyonudur ve Arjantin’e bir turnuvaya gitmektedir.
Avam
ekip, Czentovic’e bir satranç maçı teklif eder. Şampiyon, muazzam bir burnu
büyüklükle ücreti karşılığında kabul edebileceğini belirtir ve gerçekten de maç
esnasında her bir rakibini mat etmesi adeta beş dakikasını almaz. Yenilip
güreşe doymayan pehlivan satranç oyuncuları, şampiyonla bir maç daha
çıkarırlarken; tamamen tesadüf eseri oradan geçen Dr. B adlı biri oyunlarına
istemsizce müdahale eder ve odadaki herkesin içi, bir kazanma umuduyla dolar…
Öykünün
tamamını anlatmayı tercih etmiyorum. Çünkü bu kuru anlatımla yapılacak her
tasvir, Dr. B’yi anlamaktan uzaklaştıracak okuru; bu yüzden Dr. B karakterinin
anlatımını Zweig’e bırakıyorum. Ve geçiyorum bir insanın neden ‘Satranç’la
ilgili bir öykü yazmak istemiş olabileceğine…
G.
H. Hardy’nin matematikle ilgili bir sözü vardır. Der ki: “Dünyadaki en masum
uğraş, matematiktir.”
Aslında
her şeyin özü bu cümlededir. Satrancı da matematiksel zekânın bir ürünü olarak
ortaya çıkaran beyinler, dünyadaki tüm cefalardan, yılgınlıklardan ve hatta
belki de sefalardan kendini soyutlayacaktır. Ya da aksine soyutlanmış, dış
toplumdan ayrılmış, yalnızlığa itilmiş bir bireyin hayata tutunma dalı
olacaktır. Öyküyü okuyanların tanıyabileceği Dr. B karakteri gibi.
Sorunlarla
dolu bir hayat tecrübesinden pişen ‘Satranç’ın yazarı da, bu uzun öyküde bir
nevi ana karakteriyle empati yaparak, kendinden soyutlanmaktadır. En azından buna
uğraşmaktadır. Ama soyutlanmaya çalışan beyin, farklı noktalardan hatalar
verir. Bu hataları kontrol altında tutabilmek için de, beynin çalışmasının
sürekliliği önemlidir.
Şah
bir kare ileri, atı verip veziri al, Kasparov, İskandinav açılımı ve daha
niceleri. Hepsi zor hayat koşullarında, yeniden dönüşe hazırlanırken
çıkınımızda bulunacak besinler gibi...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder