9 Mayıs 2012 Çarşamba

Satranç Tahtasında Bir Avrupalı


“Kale ileri, kale ileri, c8’den c4’e, o zaman önce piyonun önünü kapatması gerekir. Ama bu onun işine yaramayacak! Boştaki piyona aldırmadan atınızı c3’ten d5’e getirerek saldırırsınız ve eşitlik yeniden sağlanır. Savunmak yerine bütün gücünüzle saldırın!”

Ne demek istediğini anlamadık. Söyledikleri Çinceydi sanki. Ama bir kere kendini kaptıran McConnor hiç düşünmeden söyleneni yaptı. Czentovic’i geri çağırmak için yeniden bardağa vurduk. İlk kez çabucak karar vermedi, tahtaya çabucak bir göz attı. Sonra yabancının bize bildirdiği hamleyi aynen yaptı ve gitmek üzere döndü. Ama uzaklaşmadan önce, yeni ve beklenmedik bir şey yaptı. Başını kaldırdı ve bakışlarını üzerimizde gezdirdi; kendisine karşı birdenbire böyle canlı bir direnç gösterenin kim olduğunu anlamak istiyordu besbelli.

Satranç, [Stefan Zweig] s. 32



Oldum olası yazarların kendi dönemlerinin birer aynası olduğunu düşünmüşümdür. Yani bakacak olursanız Nazım Hikmet’ten Halide Edip’e; Jean Paul Sartre’dan Victor Hugo’ya, hangi yazar kendi toplumunun yaşam şartlarına duyarsız kalabilmişlerdir ki… İnsana, insanı anlatmaya çalışırken, ne kadar dışarıdan bakabilir iyi bir anlatıcı?

İşte tam da bu soruları sorup duruyorum kendime bir süredir. Yazarlık içgüdülerine olan güven, sanatçı duyarlılığına karşı duyulan tutku… Buna ne derseniz deyin. Milyonlarca yeni tanım getirilebilir bu düşüncelere. İşte ben de tanımlara bağlanmamak için, bunlara karşıt bir formül var mı, diye soruyorum kendime. Sonra aniden hayatıma bir adam giriyor. Bu yazının yazıldığı tarihten yetmiş yıl önce göçmüş biri. Maddeten göçmüş biri, yoksa manevi anlamda hala buralarda bir yerlerde ki, onu tanıma fırsatına erişebiliyorum.

Stefan Zweig, -şu tanıştığım adam, ünlü yazar, 1881 Viyana doğumlu Avusturyalı bir edebiyatçı. Üniversite hayatını Felsefe Eğitimi alarak geçiren, fakat bununla yetinmeyen ve psikolojiye merak salan biri… İşte bu psikoloji merakıdır ki, kendisini çeşitli evrelerin sonunda matematiksel akılla uğraşmaya da iten…  

Yaşadığı dönem, yirminci yüzyılın ilk yarısı, Avrupa’nın en çetin savaşlarını içeren zaman dilimi. Doğduktan sonra geldiği ülke olan Almanya tarafından başlatılan yıkım aktiviteleri de cabası. İşte bu yıkım döneminde, edebiyatını yaparken Nazi Almanya’sı tarafından huzuru kaçırılmış bir yazardır Zweig. Asla iktidara tamamen karşıt bir görüşü desteklemeyen, genelde orta yolcu bir üslupla yazılarını kaleme alan biri, fakat en nihayetinde bir düşünür… 

Düşünürlerin, en önemli vasfı peki? Tabi ki eleştirellik…

Satranç Kafası
1942’de rejimin asla değişmeyeceğini ve eleştirenlerin yeni tehdit düzenini değiştiremeyeceğini anlıyor yazar. Ve Avrupa’dan sürgün edilip Brezilya’da eşiyle birlikte intihar ediyor... Zweig’in ‘Satranç’ adlı veda eseri de bu noktada önemine önem katıyor. Yaşadığı toprakların, ilelebet Hitler Avrupa’sı şeklinde kalacağı paranoyasına kapılan bu özgürlük tutkununun, ‘Satranç’ta verdiği, matematiğe sığınma duygusu, pek çok okur için ufuk açıcı nitelikte çünkü...

Satranç’ın konusundan bahsetmeli biraz…

Hikâye, New York’tan Buenos Aires’e gerçekleşen bir gemi seyahati sırasında geçmektedir. Geminin avam tabakasının kulaklarına, gemilerinde yolculuk yapan kişilerden birinin varlığı çalınır. Bu kişi Mirko Czentovic adında bir satranç şampiyonudur ve Arjantin’e bir turnuvaya gitmektedir.

Avam ekip, Czentovic’e bir satranç maçı teklif eder. Şampiyon, muazzam bir burnu büyüklükle ücreti karşılığında kabul edebileceğini belirtir ve gerçekten de maç esnasında her bir rakibini mat etmesi adeta beş dakikasını almaz. Yenilip güreşe doymayan pehlivan satranç oyuncuları, şampiyonla bir maç daha çıkarırlarken; tamamen tesadüf eseri oradan geçen Dr. B adlı biri oyunlarına istemsizce müdahale eder ve odadaki herkesin içi, bir kazanma umuduyla dolar…

Öykünün tamamını anlatmayı tercih etmiyorum. Çünkü bu kuru anlatımla yapılacak her tasvir, Dr. B’yi anlamaktan uzaklaştıracak okuru; bu yüzden Dr. B karakterinin anlatımını Zweig’e bırakıyorum. Ve geçiyorum bir insanın neden ‘Satranç’la ilgili bir öykü yazmak istemiş olabileceğine…

G. H. Hardy’nin matematikle ilgili bir sözü vardır. Der ki: “Dünyadaki en masum uğraş, matematiktir.”

Aslında her şeyin özü bu cümlededir. Satrancı da matematiksel zekânın bir ürünü olarak ortaya çıkaran beyinler, dünyadaki tüm cefalardan, yılgınlıklardan ve hatta belki de sefalardan kendini soyutlayacaktır. Ya da aksine soyutlanmış, dış toplumdan ayrılmış, yalnızlığa itilmiş bir bireyin hayata tutunma dalı olacaktır. Öyküyü okuyanların tanıyabileceği Dr. B karakteri gibi.

Sorunlarla dolu bir hayat tecrübesinden pişen ‘Satranç’ın yazarı da, bu uzun öyküde bir nevi ana karakteriyle empati yaparak, kendinden soyutlanmaktadır. En azından buna uğraşmaktadır. Ama soyutlanmaya çalışan beyin, farklı noktalardan hatalar verir. Bu hataları kontrol altında tutabilmek için de, beynin çalışmasının sürekliliği önemlidir.

Şah bir kare ileri, atı verip veziri al, Kasparov, İskandinav açılımı ve daha niceleri. Hepsi zor hayat koşullarında, yeniden dönüşe hazırlanırken çıkınımızda bulunacak besinler gibi...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder