21 Şubat 2014 Cuma

De Niro, Pacino, Scorsese iftiharla sunar!

Martin Scorsese sanırım bir altın vuruş yapacak ve bitirecek. Yoksa bu kadronun başka bir açıklaması olamaz.

Robert De Niro...
Al Pacino...
Joe Pesci...
Harvey Keitel...

Hepsi yönetmen Martin Scorsese'nin hazırlıklarına başladığı yeni filmi, The Irishman'de! The Irishman, I Heard You Paint Houses adlı bir romandan uyarlama. Bir seri katil hikayesi. Özellikle Al Pacino ve Robert De Niro'yu bir araya getiren bir önceki filmi düşününce beklentiler düşecek gibi görünebilir. Ama bu ustalara, iki diğer usta eşlik eder ve bir usta da yönetirse o beklentiler yeniden 'arş-ı âlâ'ya yükselir.

Helecanla bekliyoruz...


20 Şubat 2014 Perşembe

Sen Aydınlatırsın Geceyi

"İnsan endişe'den yaratılmıştır." Euripides

Kadıköy Rexx Sineması'nın, artık pek çok sinemaseverde olduğu gibi benim için de önemli bir yeri var. Çünkü ben orada, Türk Sineması'nın -aklım başımdayken izlediğim- en mükemmel filmini seyrettim: Sen Aydınlatırsın Geceyi... Hemen yazmam gerek diye düşündüm filmden çıkınca. Birilerine bir şey anlatmak istemiyordum bu sefer. Sadece not düşmek istiyordum kendim için. Çünkü yönetmenin önceki filmlerini DVD versiyonlarını bulmak konusunda sorunlar yaşamıştım. Ola ki bunun da DVD'si çıkmazsa, unutulup gitsin istemedim bu kadar duygu, fikir...

Onur Ünlü'nün son filmi Sen Aydınlatırsın Geceyi iki kere izlendikten sonra yazılabilecek bir film. Bunu nereden mi anladım? Rexx'ten çıkıp, karşıya geçip, evime girip bilgisayarın başına oturduğumda harfler birbirinin üzerine bindi ve ben yazamadım. Filmdeki suya sabuna dokunmayan doğaüstü güçler gibi bir durum musallat olmuştu bilgisayarla aramdaki ilişkiye... Neticede yazamadım işte ve demlenmeye bıraktım filmle ilgili görüşlerimi...

Sonra, yaklaşık iki ay sonra, bir canım kardeşim ziyaret etti beni. Öncesinde de konuşmuştuk film hakkında. O fragmanını görmüştü, ancak yurt dışındaydı. Filmin ne zaman yayınlanıp yayınlanmadığı belli değil. Belki de bir daha izleme şansı yok. Ya da ikimiz de yukarıda bahsettiğim sebepten, çok kötümseriz. Yine de bir yolunu bulup bu filmi izleyebilmek istiyor. Ve tesadüf... İstanbul'a geldiği hafta, bir ay kadar yayınlanıp sonra vizyondan çekilen film tekrar gösterilmeye başlanıyor. Tam da o buradayken... Filmi ikinci kez izlemek benim için bir şeref!




Bu girizgahtan sonra, filmin konusuna kısaca bir bakacak olursak...

Cemal, Manisa'nın Akhisar kasabasında babasıyla yaşayan ve kendi berber dükkanlarında çalışan bir adamdır. Kendi halinde gibi görünen Cemal'in içine bir sıkıntı çöker, kendisi bile ne olduğunu bilemez. Öte yandan hemen hemen herkesin birbirini tanıdığı bu kasabada, gayet sıradan gibi görünen insanların olağanüstü güçleri vardır. Kimi zamanı durdurur, kimi duvarların ardını görür, kimi ölümsüzdür. Ama hiçbiri süper kahraman değildir. Herkes her şeyi bilir ve normal hayatına devam eder. Daha büyük dertleri vardır. Hayat sıkıntısı gibi, aşk acısı gibi, kıskanmak gibi...

Film, Euripides'in "İnsan endişe'den yaratılmıştır." sözüyle açılıyor. Filmin yönetmenine neden böyle bir başlangıç cümlesi seçtiği sorulduğunda ise "Dünyada bulunmak endişeye sebebiyet verir. Aslında sadece bu filmin değil, bütün filmlerin başına yazılabilir bu söz. Bütün kitapların. Hatta fırınların, bakkalların, mezarlıkların. Saunaların bile... Eğer buradaysak, ne olacağıyla; hatta şu ana kadar ne olduğuyla ilgili sürekli bir şüphe hali içinde oluruz. Aramızdan çok azı bu şüpheyi aşıp sükuna erebilir. Onlar da bize küçücük bir ipucu bile vermez maalesef... O ipucunu bulabilirsek biz buluruz..." diye yanıtı alınıyor.




Aslında tüm bu endişe ve arayış cümlelerinden önce filmin isim babası dizelere gidelim:

Yarayla alay eder yaralanmamış olan
Bak nasıl da sararıp soluvermiş Tanrıça kederden
Sen ondan çok daha parlaksın çünki
Sen! Tüm göklerin en güzel yıldızlarının ilki...
Sen! Sen aydınlatırsın geceyi...

Gerçekten tüyler diken diken oldu, değil mi? William Shakespeare'in yazdığı birkaç dizelik bir sone Sen Aydınlatırsın Geceyi... Hatta sanırım bu isimde bir sonesi de yok Shakespeare'in... Baktım ama sadece Romeo ve Juliet adlı oyununda gördüm bu dizeleri. Olsun, yeri belli olmasa da onun yazdığına eminiz sonuçta. Aşağıda da göreceğiniz gibi, gayet Şekspiryen bir ortamda ezbere okunur, hatalı koca tarafından özür dilenen karısına...




Onur Ünlü'yü çok sevdiğim Leyla ile Mecnun dizisinden önce de izlerdim. O zaman da çektiği filmleri, yaptıklarını, dilini, anlatım tarzını severdim. Eğlenceli bir melankoliyle doldururdu içimi. Sen Aydınlatırsın Geceyi de böyle bir film... Siyah beyaz bir kasabada geçen, hissettiklerini en uçlarda yaşayan insanların hikayesi... 'Küçük yer sendromları' yayılmış tüm filmin içine. Küçük yer aşkları, küçük yer diyalogları, küçük yerlere ait küçük hesaplar... Genellikle koca koca metropollerde yaşayıp, kalabalık bir insan kitlesini her türlü beladan kurtarmaya çalışan karakterlere ait özellikler var filmin her bir üyesinde. Ama hiçbirinin birilerini kurtarmak gibi bir derdi yok. Sanki bu küçük yere böyle büyük güçler yakışmazmış gibi...

Siyah beyaz filmleri severim. Hitchcock'lara, Yeni Dalga filmlerine düşmüş zevatın bir üyesi olarak, siyah beyaz film görünce otomatikman uykusu gelenlerden değilim. İyidir yani, kontrast yaratır. Işıltılar insanların gözlerini alamaz çünkü normal hayat genellikle o kadar renkli değildir. 

Ama bu filmdeki siyah beyazı bir farklı sevdim. Görüntüden ziyade, bir karakter analizi gibi kullanılan bu iki renk, filmin ana karakteri Cemal'in ortasının olmamasını, sırf bu yüzden hikayenin sonunda ortada kalmasını anlatıyor gibi geldi bana. Film bitince göğsüme bir öküz oturmuş gibi hissettim. Filmin başında Cemal'in göğsüne oturan öküzün ikizi belki de. Bok ve kusmuk görmek midemi bulandırmadı. Hareketler o kadar insana aitti ki -aslında böyle insanlar yok- doğal geldi her şeyiyle. Bir de sanırım ben yine, küçük bir kasabada böyle büyük işlerin dönmesinden etkilendim.




Herkesin her şeyi bildiği ve herkesi tanıdığı yerler vardır. Mutlaka bulunmuşsunuzdur böyle yerlerde. Böyle yerlerde bir tecavüz hikayesi duyulduğunda, bir kızın bir adama kaçması anlatıldığında herkese yorum yapma hakkı düşer. Böyle yerlerde yaşayan ailelerden birinin evine oğlunun askerde şehit olduğu haberi geldiğinde, en uzaktaki evden baş sağlığına gelir insanlar... Bunlar hep kötü örnekler ama iyi şeyler de zamanla kötü gibi gelmeye başlar. Sıkışmış gibi hisseder insan, gece yaşadığının sabah bütün kahvenin ana muhabbet konusu olduğunu gördükçe. Samimidir buralar. Ama bu samimiyete uymayan hatalar görülür zaman zaman. O zaman insan "Hani samimiydik biz!" diye düşünür, yakıştıramaz kendi küçük güvenli bölgesine bu kötülükleri. Biraz da bu yüzden kaçar zaten böyle yerlerden kimsenin birbirini tanımadığı metropollere... Sonuçta ne bok yersek yiyelim, kimse bizi tanımıyordur ki...

Bunun aksi de mümkündür tabi, çok küçük bir olasılıkla da olsa. Bazen insan sadece "Boğulacaksak büyük denizde boğulalım." diye düşünür. Ondan bırakıp gider güvenli topraklarını. Ama bu küçük yerin dar gelmesi, büyük limanların feth edilmesi söz konusu değil bu filmde. Film daha çok ilk uzun kısımı sokar gözümüze gözümüze...




2013 yılının ve bence tüm zamanların Türkiye Klasikleri içinde yer alacak en güzel yerli filmi budur. Bir yerlerde denk gelirseniz, yoğun bir 107 dakika için girin sinemaya, mısır bile almayın; bir tek su... O da arada bir kuruyan ağzınızı nemlendirmek için...



11 Şubat 2014 Salı

Eh Be Ruslar: Gravity

Oscar ödülleri yaklaşıyor. Çok itici gelse de -yani sırf ödüller yaklaşıyor diye- şu bir hafta on günümü Oscar adayı filmleri izlemeye ayırdım ve dün akşam Oscar seanslarımı Alfonso Cuarón imzalı Gravity ile başlattım.


Filmi izlemeden önce olumlu yorumlar da görmüştüm, olumsuz yorumlar da... Kimileri bunun Stanley Kubrick'in kült filmi 2001: A Space Odyssey'e bir saygı duruşu olduğunu söylüyordu, kimileri görsel efektten başka bir halt olmadığını... Önyargılarından sıyrılmayı henüz tam anlamıyla öğrenememiş biri olarak, ben de bu filme kötü bir gözle bakıyordum. Bir kere Star Wars serisinden sonra seyrettiğim uzaylı muzaylı filmlerden tat alabildiğim söylenemezdi. Diğer taraftan filmin başrol oyuncusu Sandra Bullock'a içten içe nedenini bilmediğim bir nefretim vardı. Resmen uyuz oluyordum kadına. Belki tanışıp konuşsak milyon tane ortak noktamız olduğunu keşfedecektik ama siz de bilirsiniz... İnsanları tanımadan önce dış görünüşleri ve yaptıklarına bakarak, onlar hakkında peşin hükümlü olabiliyoruz sıklıkla... Neyse, dağıldı gitti konu iyice...

Gravity, ABD uydusunu onarmak için uzayı kendine mesken tutmuş bir Amerikalı uzay insanları hikayesi. Biz de, bir yandan yapmaları gereken işi yaparken, bir yandan Houston'la geyik muhabbetine düşen bir takım astronotu izleyerek dahil oluyoruz hikayeye... Dr. Ryan Stone (Sandra Bullock) ilk kez uzaya çıkabilme şerefine erişmiş, uzaya henüz alışamamış ve tüm geçmişini Dünya'da bırakıp bu göreve talip olmuş bir yeni astronot. Tabi yanında biraz daha kaşarlanmış başka bir astronot var. Aslında takım olarak beş kişiler, fakat biz Dr. Stone ve yaklaşık 10-15 dakika gözüküp kaybolan Yüzbaşı Matt Kowalski (George Clooney) haricinde kimseyi canlı göremiyoruz.


Canlı görememekten bahsetmişken, ne oluyor da bu takımın diğer üyeleri uzay boşluğunda kaybolup gidiyorlar? Cevabı çok basit. Hatta filmi izlemeyenler için bile çok basit. Tabi ki Ruslar.

Sevgili Rus kozmonotları, artık işlevini yerine getiremeyen Rus uydusunu parçalamak için, hırpanilikten şaşmamış ve kendi uydularını kendi füzeleriyle patlatma kararı almışlardır. Tabi uyduyu parçalara ayırıp uzaya daha sakin bir ruh haliyle def etmek de bir çözüm yolu olabilirdi ama normal hayatta su istesen getirmeyecek bu Ruslar -ah bu Ruslar- burada bile problem çıkarıp, koca uydudan, saatte 50.000 km hızla ilerleyen küçük şarapneller yaratmayı başarmışlardır. Uzay boşluğuna dağılan bu şarapneller, yakar, yıkar, kahreder ABD ve dahi tüm ülkelerin uydularını... Esas film de ondan sonra başlar zaten...

Şimdi size filmle ilgili kara propaganda yapacak değilim. Sonuçta ortada bir Hollywood dehası var. Çok az bir zaman filmde görünen George Clooney'i başrole yazmak gibi. Görsel efektlerde harika bir izlenim bırakmak gibi... Ama şu da var ki, eğer IMDB'den bakarak film seçiyorsanız, bu filmin aldığı puana kanmayın derim. Yani 8,2! What the fuck!

Yine de farklı bir sinema deneyimi için, bilmediğiniz coğrafyalarda kurgu da olsa biraz vakit geçirebilmek için, uzay mekiği nasıl hareket ettirilir, yerçekimsiz ortamda nasıl gezilebilir görmek istiyorsanız bu film size bu konular hakkında bir fikir verebilir.



Peki Oscar alır mı bu film? 

Bana kalırsa almamalı... Yani diğer aday filmlerin tamamını görmedim ama Oscar ödülü alması için biraz daha insan ruhuna dokunması gerekiyormuş gibi geliyor bana. Görsel kategorilerde, ses efektlerinde -bunlara aday mı bilmiyorum gerçi- bir şeyler kapatabilir belki ama, en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi erkek/kadın oyuncu için fazla şansı olduğunu düşünmüyorum. Belki de rakip filmler ve oyuncular ve yönetmenler çok sağlam olduğu için bilinçaltım bana böyle düşündürtüyor... Ne bileyim, bence almasın.

6 Şubat 2014 Perşembe

Kadının Adı Yok: Frances Ha

27 yaşındaki Frances'in mucizesiz dünyasına hepiniz hoş geldiniz. Altyazı dergisinin Şubat 2014 sayısında yapılmış bir yorumu alıntılamak, bütün hislerimi hiç çaba sarfetmeden aktarmama yeterli olacaktır. İzleyiniz, izletiniz. Ana karakterine göre mutlu, biz Hollywoodkolikler için ne olduğu belli olmayan sonuyla Frances Ha, bu yıl izlediğim en iyi filmlerden...



"Frances Ha'yı sevmemizin başlıca sebeplerinden biri, nihayet kendine ait bir eve yarım yamalak yerleştiğinde bile soyadını posta kutusuna sığdıramayan karakteri Frances şüphesiz. İlk koreografisini sahneye koyan Frances "hata gibi görünen şeyleri seviyorum" derken sadece sahnede olup bitenlerden değil, belli ki kendisinden ve hayatından da bahsediyor. Dansçı olduğunu sık sık duymasak ve kendini sevdirmeye çalıştığı yeni arkadaşları Benji ve Lev'e sergilediği bir iki figürü görmesek, o sarsak halleri ve hantal bedeniyle bir dansçı olduğuna inanmamız zor. New York'ta belli bir çevrede tutunmaya çalıştığı, bir evden diğerine sürüklendiği, kira denkleştirmek için ne yapacağını bilemediği hayatında gerçek yoksullara hakaret olacağı için kendine yoksul demeyecek olan Frances, garson değil, sadece bardak dolduruyor. Uğruna erkek arkadaşından ayrıldığı Sophie'nin onu terk ettiği gerçeğiyle bir türlü yüzleşemeyecek. Hep yanlış zamanda yanlış yerde olacak; sanki soru soruyormuş gibi bir eli havada kalacak, ortamdaki muhabbetlere eşlik edemeyecek, uyum sağlamak için ne kadar ağız değiştirirse değiştirsin, tutturamayacak. Çabaladıkça daha da tuhaf görünecek. Ayrıca Frances evlenmek için fazla uzun. Ama sadece ilişkilere dair değil, hayata dair de tek beklentisi, kalabalık bir partide bir odanın diğer ucundaki O insanla göz göze gelip bir an paylaşmak ise, biz o anı Frances'le sinema salonunda paylaşıyoruz zaten. Tamamı "-mış gibi" bir dünyanın ortasında, "-mış gibi" olduğunun en farkında karakter Frances, sevmemek ne mümkün." Senem Aytaç