11 Nisan 2014 Cuma

The Grand Budapest Hotel

Bugünlerde sabırsızlıkla Wes Anderson'un yeni filmi The Grand Budapest Hotel'i bekliyorum. Festival kapsamında ülkemizde yayınlanan filmi henüz izleyemedim. Biletleri hemen bitmiş, salon dolmuş taşmış resmen. Ama biliyorum, kavuşacağımız gün yakın!



Bu filmle ilgili, benim özelimde güzel bir ayrıntı var. Daha doğrusu önceden izlediğim ve beğendiğim filmlerden ufak bir ayrışma diyelim... Bu filmle, ilk kez, filmin hikayesinden önce görselleri çekti dikkatimi. Pek çok sinema eleştirmeninin söylediğine göre filmin ana karakteri, yönetmen Wes Anderson'un şimdiye kadar yarattığı en sağlam karaktermiş. Bu demek oluyor ki, görselleriyle olduğu kadar hikayesiyle de çok fena beğeneceğim bir film olacak bu The Grand Budapest Hotel. Her türlü 1-0 önde başlıyor yani.

Neyse, bir fırsat bulalım da gidip izleyelim şu şaheseri...

İşte beni heyecanlara gark eden o muazzam renkli fragman...




Bu da hikayesidir efendim...

20. yüzyılın başlarında iki dünya savaşı arasındaki dönemde geçen hikayede, Avrupa'nın hayali Zubrowka şehrinde bulunan Büyük Budapeşte Oteli'nin ihtişamlı dönemine tanık oluyoruz. Gustave H, otelin işleyişini büyük bir profesyonellikle idare eden, müşterilerini dahi en ince ayrıntılarına kadar tanıyan bir konsiyerj görevlisidir. Bir gün otele bellboy ve komi görevlisi olarak Zero Mustafa adında genç bir adam gelir ve kısa zamanda aralarında yakın bir arkadaşlık başlar. İkili birbirlerinin sırdaşı olurken yaşadıkları şehir de büyük bir savaşa doğru sürüklenmektedir. Bu esnada Gustave'ın yaşlı sevgilisi Madame D. esrarengiz bir şekilde hayata veda eder, ikili Madame D.'ye veda etmek için yola çıkar. Bir asilzade olan Madame D.'nin şatosuna vardıklarında miras bölüşümünün yapıldığı toplantıya denk gelirler. Madame D., Gustave'a miras olarak paha biçilmez bir Rönesans tablosu bırakmıştır ve bunun açıklanmasıyla aile içerisinde büyük bir karmaşa çıkar. Bu andan itibaren belalarla dolu bir maceraya atılan Gustave ve Zero, gerçeklerin peşinde koşarken dışarıda da bir çağ değişmektedir.



Wes Anderson'ın Moonrise Kingdom filminden sonraki yeni çalışması olan filmin bol yıldızlı kadrosunda Ralph Fiennes, Tilda Swinton, Tom Wilkinson, Saoirse Ronan, Bill Murray, Jude Law, Edward Norton, Harvey Keitel, F. Murray Abraham, Adrien Brody, Tony Revolori, Léa Seydoux ve Owen Wilson gibi isimler yer alıyor.

Aşağıda da filmin kamera arkası görüntülerinden ve oyuncularla röportajlarından hazırlanmış tadımlık bir video...



10 Nisan 2014 Perşembe

Asansör

Adam restorandan çıkarken yalpalamadan yürümeye çalıştı.
Dumansız Bölüm’e geldi ve ağzındaki sigarayı sepete attı.
Sepet ıslaktı. Yanar sandı adam, ama yanmadı.
Uzaklaştı adam, şimdi asansörlerin önünde bekleyen çiftin arkasındaydı.
Çifte şöyle bir baktı... Kol kola girmiş, bir kadın bir oğlan.
Kadın elli gösteriyor, göğüs dekoltesiyle otuz beş.
Oğlan yirmisinde gibi, kol saatiyle otuz beş.
"Ortada buluşmuşlar..." diye düşündü adam. "Aşk nelere kadir!"
Kadın sarhoştu. Ayakta durmasını, oğlanın dengesine borçluydu.
Oğlan bir yandan kadını tutuyor, bir yandan hayal kuruyordu.
"Seni seviyorum, sensiz geçireceğim günleri hasretle beklediğimin onda biri kadar." 
Fark etmiş gibi ona dönen kadın, adamın pazularıyla oynuyordu.
"Aşkım, yaşam ölümden doğar!"


Asansör kapılarının yanında mekanik göstergeler vardı.
Göstergeler güven vermiyordu.
Yine de ısrarla, asansörlerin birinin on iki, diğerinin altıncı katta olduğunu söylüyordu.
İki rakamın da yanında aşağıya doğrultulmuş birer ok duruyordu.
Adam, az önce restorandan çıkarken üzerine döktüğü kırmızı şarabın değerini düşündü.
“Ne pahalıdır kim bilir?” dedi kendi kendine.
Cevabı bulmaya çalışırken düşünceleri bölündü.
Asansör geldi, kapı açıldı.
İçeriye girip, kendisini iki metreye bir metrelik aynadan yapılmış bir duvarın önünde buldu.
Beyazı koyu kan rengine çevirmiş şarap lekesini bir de cepheden gördü.
Göğsünün hemen üzerindeydi.
Gömleğiyse, öyle manevi değeri yüksek bir gömlek değildi.
Olmaması sevindiriciydi. 
Yine de o, başına gelenlerden keyfi kaçacak kadar titizdi.
Biliyordu ki üzerini değiştirmek için odasına çıkması yatakta sızması demekti.
Bu da gecenin sona erdiğine işaret ederdi.
“Alelade 10-15 gömleğimden sadece biri…” demeliydi.
22 yaşında bir şarapla mukayese edilemeyecek kadar önemsiz.
Fiyatı kim bilir kaç lira!
Liraları düşününce bir an aklına Reno’nun cafési geldi.
Bu kadim dostunun kasasını, burada 22 yıllık şarabı üzerine dökmek içi mi boşaltmıştı?
Bir daha oraya hangi yüzle gidecekti?
Veya daha önemli soru…
Bir daha oraya ve oradakilere gidebilecek miydi?
“Çok uzak...” diye düşündü “ve beynim bunları düşünmek için fazla dolu…”

***

Hareketleri, içtiği şarabın etkisiyle daha da yavaşlamıştı.
Refleksleri düşüncelerine yetişemiyordu.
Kafasını sola çevirdiğinde, beyne giden görüntünün de sola dönmesi epey vakit aldı.
Görüntü oturduğunda oğlanla kadının öpüşmelerini yakaladı.
Elindeki mendille tekrar gömleğini temizlemeye davranmıştı ki asansör durdu.
17. katta, asansörün koridora açılan kapısında, adam gömleğinin düğmelerini açtı. Soyunmaya başladı.
Gömlek çıkmıştı, leke hala oradaydı.
Derisinin bir bölgesi, kuru şarap rengindeydi.
Dokundu lekeye, canı yandı.
Sonra bayıldı.

7 Nisan 2014 Pazartesi

Dinle!


Canın mı sıkkın?
İş mi çok?
Keyfin mi yok?
Yazar tıkanması mı yaşıyorsun?
Pipi düşmesi hariç tüm dertlerin dermanı bulundu!
Afiyetle dinlemelik:
Sherlock Theme Song

3 Nisan 2014 Perşembe

Bir Genç Adamın Sıra Dışı İş Bırakma Hikayesi

Aynada kendine baktı genç adam. Gözlerinin altındaki morlukları gördü. Aynanın yanındaki küçük dolabı açıp içinden bir krem çıkardı. Kremli parmak uçlarını yüzünün morarmış kısımlarına değdirdi. Noktasal vuruşlar yaptı. Bocalamadı. Krem sürmenin inceliklerini öğrenmişti. Özellikle kendisinin yaptığı gibi bir işte çalışıyorsa, dış görünümüne her zamankinden daha fazla dikkat etmesi gerektiğini biliyordu. Parmağını büküp, ekleminin tersiyle yedirdi kremi göz altlarına. İşi bittiğinde tekrar baktı aynaya. Gözlerinin altı artık mor değildi. Tam o anda aklına bir şey geldi. "Siktir" diye söylendi kendi kendine "yüzümü yıkamayı unuttum."

Sabahın köründe yüzünü yıkamak için girdiği banyoda gözlerinin halini görünce asıl yapması gerekeni unutmuştu. Aksi gibi kremin de dibi gelmişti. Tekrar yıkayıp tekrar kremini sürse, kredi kartının dönmesine daha dört gün vardı, yeni krem alamazdı. Çünkü Fransız malı olan bu krem sadece internetten sipariş edilebiliyordu. Hızlı hızlı bunları düşündükten sonra yüzünü yıkamamaya karar verdi. Aklı biraz gözlerindeki çapaklarda kaldı ama onun da kolayı vardı. Dolabı tekrar açıp, pamuk balyasından bir lokma kopardı. Suyun altında hafif nemlendirdiği pamuğu gözleriyle burnu arasında kalan çapak üretim merkezinde gezdirdi. Ve gözleriyle şakakları arasında kalan alanda. Tekrar kendine bakınca gülümsedi. Bugünü de kurtarmıştı.

Banyodan çıkarken çamaşır makinesinin üzerindeki kaseye koyduğu tırnak makasını ve yanında duran törpüyü aldı. Tırnaklarını her zamankinden biraz farklı törpüleyecekti bugün. Çünkü bugün, büyük gündü.

Akşam ilk defa buluşacaklardı. Şu bankada çalışan güvenlikle... Mustafa mıydı adı? Sanki öyle bir şeydi. Göğsündeki yaka kartında öyle yazıyordu. Zaten olmasaydı da fark etmezdi, adı falan değildi onu ilgilendiren... İnsanın içini ısıtan bir gülümsemesi vardı. Genç adamın vurulduğu an, tam da o gülümsemeyle karşılandığı zamana tekabül ediyordu.

Akşam için çok heyecanlıydı. Ama önce işe gidip biraz para kazanması gerekiyordu. Yoksa akşamki yemeğin ücretini nasıl öderdi? Mustafa'ya ödetmek de olmazdı. Sonuçta teklif kendisinden gelmişti. Mustafa da kabul etmişti.

Tırnak uçlarını özenle kesip, etiyle tırnağı arasında çıkan küçük şeytantırnaklarını da temizledikten sonra törpülemeye geçti. Bir ara saatine baktı, geç kalıyordu. Banka çoktan açılmış olmalıydı. Sadece banka olsa iyiydi. İstiklal Caddesi ve çevresinde yüzlerce iş yeri vardı gidilecek. Hepsi çok yoğun, insanlığa hizmet ederken kendi derdini unutan binlerce çalışan yer alıyordu bu iş yerlerinde. Genç adam olmasaydı, ne yapardı bunca kişi?

İşini bitirip evden çıkacakken parfümünü hatırladı. Ayakkabılarını giymişti ama yeterli vakti yoktu. Çıkarmadan, hemen bir koşu gidip yatak odasından parfümünü aldı. Allure Chardonnay. Mükemmel bir kokusu vardı. Çimen gibi kokuyordu. Biraz da limonsuydu. İç gıcıklayıcıydı. 

Parfümünü sıktıktan sonra çantasına özenle yerleştirdi. Akşam eve dönmeme ihtimalini düşünerek yapmıştı bu hareketi. Mustafa'yı kokusuyla etkilemeyi düşünüyordu. Komidinin üzerinden eldivenlerini aldı. Çıktı. 

Sokağa çıktığında hızlı adımlarla metro istasyonuna doğru yürüdü. Dışarısı buz gibiydi. Yağmur yeni durmuş, yerler ıpıslaktı. Ama bulutlar, "Kafamızı kızdırırsanız yine yağarız." der gibi çökmüştü şehrin üzerine. Bulutlarla oyun oynamak olmazdı. Hızlı hızlı girdi metroya, trenin geldiğini duydu, koşmaya başladı, turnikelerden atladı. Arkasından bağırırlar sandı ama kimse bağırmadı. Çünkü genç adam zıplarken Akbil'ini düşürmüştü ve arkasından hareketlenen güvenlik görevlisi Akbil'i görünce bağırma gereği duymamıştı. Genç adamın kartını 5 kez üst üste turnikenin elektronik ekranına okutarak devletine ekstradan 8 TL kazandırdı. Sonra tekrar kulübesine girip kaldığı yerden evlilik programını izlemeye koyuldu. 

Tren geldiğinde genç adam biraz huzursuzdu. Yağmura yakalanmamak ve trene yetişmek için kullandığı enerji terlemesine sebep olmuştu. Terlemeyi hiç sevmezdi. Kimse terli birine iş vermezdi. Neyse ki tatlı dili tüm olumsuz şartları kapatacak nitelikteydi.

Metrodan çıktığından çantasını açıp üzerinde "KAŞIYICI" yazan boyunluğunu taktı. Eldivenlerini çıkardı, avuçlarını birbirine sürterek ısıttı. Bir reklam ajansının önüne geldi. "Allah'ım bol kazançlar nasip et!" diye dua ederek kendini içeri bıraktı.

"Kaşıyıcı geldiiiiiiiiii!"

Herkes güldü genç adamın anonsuna. Eller hemen havaya kalktı:

"Kaşıyıcı bir gelir misin? Yetişemiyorum, şurası, tam kürek kemiklerimin arası..."

Kaşıyıcı gitti, genç kadının kürek kemiklerinin arasını kaşıdı. Genç kadın önce derin bir "Ohhh..." çekti, ardından 20 TL uzattı Kaşıyıcı'ya.

"Bozuk yok muydu?" diye sordu Kaşıyıcı.
"Maalesef..." dedi yeniden işe gömülen genç kadın. Kaşınmanın etkisiyle rehavete kapılan gözleri, bilgisayar ekranındaki görselleri tarıyordu. Kaşıyıcı cebinden 17 TL çıkarıp kadına uzattı. Kadın teşekkür etti, Kaşıyıcı "Bereket versin." dedi. Sonra kalkan diğer ellere, seslenen diğer insanlara doğru yürüdü.

"Kaşıyıcı bana da bi' bakabilir misin?"
"Kaşıyıcı ayak bileğim, ayak bileğim... Acil yetiştirmem gerekiyor şu işi, hemen bir kaşıyıver."

Bugün gerçekten de çok geç kalmış olmalıyım, diye düşündü Kaşıyıcı. İnsanlar telef olmuştu resmen...

Ajanstan çıktığında, Kaşıyıcı'nın cebinde 15 TL vardı. Gün boyunca sürekli gezdi. Önce bir bankaya girdi, sonra başka bir bankaya, bir ara Burger King'e girdi ama dışarı çıkarıldı, oradan Gezi Parkı'na geçti, bir otele, bir üniversite kampüsüne, bir sanat galerisine, sonra yine bir bankaya... Herkes çok yoğundu. Kendisi dahil...

Mustafa'nın bankası akşamüstü 5 gibi kapanıyordu. Tüm işleri bitirdikten sonra Gezi Parkı'nda dinlenirken saatine baktı. Saat 5'e 10 vardı. Tam soluklanacakken, heyecanla yerinden kalktı ve bankaya doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Giderken meydandaki çiçekçilerden bir buket nergis aldı. Çiçek ucuzdu ama kokusu çok güzeldi. Nergisleri koklaya koklaya bankanın önüne kadar geldi. Beklemeye başladı. İşi bittiği için eldivenlerini takmıştı ama Mustafa kendisini eldivenli görsün istemiyordu. Bir süre daha sabrettikten sonra Mustafa'nın hala çıkmadığını görüp içeri girmeye karar verdi. Önce bankanın camından baktı. Kendi yansımasından başka bir şey göremedi. Sonra kapıyı zorladı. Kapı kilitliydi. Zorladı. Sinir oldu. Mustafa buluşmayı unutmuş olamazdı. "Keşke telefonunu alsaydım." diye düşündü. Sonra bunu yapmadığı için kendine kızdı. Kızgınlıkla kapıyı yumruklamaya başladı. Neden sonra içeride bir hareketlilik oldu, kapı açıldı. Fakat o da neydi! Kapıyı açan güvenlik görevlisi Mustafa değildi. 

"Mustafa nerede?" diye böğürdü Kaşıyıcı. Gözlerinden yaşlar boşalmaya başlamıştı.
"Hangi Mustafa?" diye sorusuna soruyla karşılık verdi önündeki yabancı güvenlik görevlisi.
"Hani şu..."
"Eee?"
"Güzel sırtlı olan..."
"Güzel sırtlı mı?"
"Evet."
"Güzel sırt derken. Kime göre?"
"Bana..."
"Haa..."
"Eee, gördün mü onu?"
"Benim sırtıma benziyorsa görmüş olabilirim. Ama benimki çirkinse, -ki bana göre güzel- o zaman sanırım sana onu görüp görmediğimi söylememin imkanı yok."
"Off... Tamam bakayım sırtına."

Güvenlik görevlisi sırtını açtı. Kaşıyıcı beğenmedi. Beğenmiş gibi görünsem, diye düşündü, o zaman da Mustafa diye sırtı bu çirkin sırta benzeyen başka birine yönlendirecekti karşısındaki görevli Kaşıyıcı'yı. Ne diyeceğini bilemedi. Sonra son kez zorlamaya karar verdi:

"Senden önce, burada çalışan güvenlik görevlisini tanıyor musun?"
"Evet."
"Hah, tamam o işte... Mustafa."
"İyi de onun adı Mustafa değildi ki! İsmet."
"Nasıl yani?"
"Mustafa, burada çalışan güvenlik görevlilerine verilen genel bir isim. Bak!" Eliyle kendi yakasını gösterdi. Mustafa yazıyordu.
"Peki Mustafa... Yani adı her neyse, İsmet, o nerede şimdi?"
"O gitti."
"Nereye?"
"Çok uzaklara..."
"Ne kadar uzak?"
"Çok..." dedi ve konuşmanın bittiğini söylercesine kapadı kapıyı Kaşıyıcı'nın yüzüne.

Kaşıyıcı caddenin üzerinde kalakalmıştı. Ellerine baktı, Mustafa'nın sırtını düşündü. İçi kıyıldı. Ağlamaya başladı. Onun sırtı tertemizdi, yumuşacıktı. Kıl kökleri kırmızı kırmızı olan yurdum insanına benzemiyordu. Avrupai'ydi.

Stresle tırnaklarını yemeye başladı Kaşıyıcı. Ve Eminönü'ne giden otobüslerden birine attı kendini. Akbil basmasını istedi şoför ama o basamadı. Ağlayan gözlerini gören şoför üstelemedi. Götürdü Kaşıyıcı'yı gideceği yere kadar.

Kaşıyıcı Eminönü'nde turistlere hediyelik eşyalar satan bir dükkana girdi. Kendine plastik bir sırt kaşıyıcı aldı. Artık elleri, başka sırtlara dokunsun istemiyordu. İstiklal Caddesi'nde hâlâ, zaman zaman Kaşıyıcı'nın görüldüğü söylenir...

Temsili sırt kaşıyıcı