31 Ağustos 2012 Cuma

Move Up! This is Friday Mate!

Tembel bir ay biterken biraz kanımızı kaynatacak bir şarkı... '70'lerden günümüze 22 milyonun üzerinde albüm satmış bulunan Doobie Brothers'tan geliyor... Long Train Running...

Come on... Move up!


29 Ağustos 2012 Çarşamba

gibiamadeğil 17: İ.O.A.'dan P.K.A

"...Arap İhsan, Kubelik'e kitabın ve yazarının adını sordu. Beriki ilk sayfaya baktıktan sonra eserin adının ZAGON ÜZERİNE ÖTTÜRME ve yazarının da Rendekâr adında bir feylesof olduğunu söyledi. Bakışlarındaki şüphe hala kaybolmadığı halde Arap İhsan, rastgele bir sayfayı açarak Kubelik'in önüne koydu ve ondan birkaç satırı tercüme etmesini istedi. Kendisine gösterilen satırları defalarca okuyan Kubelik, yeterince karalama yaptıktan sonra tercümesini bir kâğıda temize çekip Arap İhsan'a verdi. Fakat meyhanede okuma yazması olanlardan hiç kimse bu kâğıda ne kadar baktıysa da birşey anlamayı başaramadı. Elden ele dolaşan kâğıt üç gün sonra mutfakta bulunacak ve bir dua olduğu sanılıp duvara asılacaktı. Bu duvarda yarım asır bekleyip sararıp solduktan sonra, Kefeli'nin İspanya'ya hicret eden torunu tarafından yadigâr olarak alınıp bir kitabın arasına konacaktı. Heyecanlı bir şövalye romanı olan bu eser, Sevilla'da, topraklarını kaybetmiş bir derebeyinin kütüphanesinde okunmadan on yıllarca bekleyecek, bir mirasyedi tarafından getirildiği İngiliz ilindeki bir mezatta otuz üç sömürge altınına müşteri bulacaktı. Basit bir şövalye romanı için bu kadar paraya kıyan kişi, kitabı on yedinci yaş gününü kutlayan kuzenine hediye ettiğinde, hayatın anlamını arayan bu delikanlı bu romanın en heyecanlı yerinde, vaktiyle Kubelik adında biri tarafından karalanan o malum kâğıdı bulacak ve bu yazıların sırrını çözmek için Öküz Geçidi'nde şarkiyyat tahsil etmeye karar verecekti. Gel gör ki otuz üç yaşında bir aşk yüzünden intihar eden bu şarkiyyatçının odasına giren yetkililer, ölümünden kimsenin sorumlu olmadığını belirten ve merhumun imzasını taşıyan sararmış kâğıdın arkasını çevirdiklerinde Arap ve Fars harflerin kullanılarak yazılmış o malum yazılara rastlayacaklardı. Esrarı aydınlatmak için, Bilgeliğin Yedi Sütunu adıyla nam salan bir eserin yazarına bu kâğıdı götürdüklerinde ise, bu zatın, on altı yıl önceki doğum günü partisine, yaşı sekseni aşmış mezatçılara, ölüm döşeğindeki mirasyediye ve Kefeli ailesinin ince hastalığa tutulmuş son erkek ferdine ulaşması kolay olmayacaktı. Uzun bir deniz yolculuğundan sonra gemisi Galata önünde demirleyecek ve o gece Kubelik'in bu garip şeyleri yazdığı meyhanenin yerine dikilen devasa binanın önünde, uzun boylu, çekik gözlü bir adamın, koltuğunun altında bir kitapla kendisini beklediğini görecekti."  



İhsan Oktay Anar'ın başta içine girilemez sanılan dilinin kendini nasıl da kabul ettirdiğini, akıcılık ve edebiyat marifetinin birleşince nasıl bir ürün ortaya çıkardığını okullarda ders olarak verdirtecek bu alıntı, Puslu Kıtalar Atlası'ndan sadece bir kuble...

İhsan Oktay Anar okumadığım zamanlara yanıyorum... Siz de yanmayın derim.

15 Ağustos 2012 Çarşamba

11!

"... sadece senin aşkın avutur beni
unutturur bana bütün dertlerimi
şefkatli kollarınla sar beni bu gece
istediğim aslında çok değil..."

"Onu düşünüyorum. O kim, hatırlamıyorum... Kendimi hâlâ moda sokabiliyorum... Ne kadar kızılası birşey! Böyle şeyler yapma yoksa vergi kuyruğunda g.tünü keserler, diyen fazla ciddi arkadaşımın sesini duyuyorum. Kendisi büyük olma kıstaslarını tamamladı tamamlayacak... Sese dönüyorum. Yanım boş. Yani koltukta yatan kağıdı ve kalemi saymazsak ölesiye boş. Ama arkadaşım? İyi de, durum müsaitti ve onu düşündün. Ne yani çok mu paranormal? Öyle ya, sesini duyduysan illa ki yanında olması gerekmez. Nice psikolojik hastalıklar kurudu bu uğurda, seç birini sen de onlardan birisindir belki. Yanlış. Çok yanlış..."

"Yoldayım. Otobüste. Kafamda çeşitli planlar var. Evime dönüyorum. Yani ailemin yaşadığı yere. Garip bir duygu, eskiden evim deyince açıklama yapmam gerekmezdi. Üstüne alınma... Sana değil, kendime."

"Ne vardı. Hah, O'nu düşünüyorum. O kim? Neo mu? Zevzek! O'nu düşünüyorum. Adile Naşit gibi kadın diyorum ondan bahsederken arkadaşlarıma. Böylece hiçbiri arzulayamıyor ama gerçekten seviyorlar kendisini. Doğru kişiyi bulmuşsun, diyorlar. He, diyorum. Diyecek birşey bulamayınca "He..." derim ben."

"Bence biriyle tanışmadan önce onun hakkında bu şekilde bilgilendirilmek güzel ve bir o kadar da önemli. Öyleyse muhtemelen kendisinden Adile Naşit diye bahsedildiğini duysa kızacak olan bu muazzam güzellik, belki o kadar da kızmayacak."

"Bunları düşünerek yaşayabilirim. Yani aşağı yukarı 30 senelik bir zamandan bahsediyorum. Böyle yaşayabiliyorum, ancak düşündüklerim toplasan beş dakikayı geçmiyor. Başım ağrıyor, yüzümü yıkamak istiyorum, çocuğum geliyor aklıma... Aramak istiyorum ama henüz o kadar güzel çekmiyor şebekeler..."

"Baksana kaçırılan milletvekiliyle bile iletişim kuramayabiliyorlar."

"Politika konuşmuyorum, sadece çocuğumu aramamak için bahaneler üretiyorum. Biliyorum. Ve kendimi bu kadar güzel kandırabildiğim için kendimle gurur duyuyorum."

"İstanbul'dan çıkmak bile saatlerimi alıyor. Gidebilmek, gittiğin yere hala gitmek isterken gidebilmek bazen o kadar uzun sürüyor ki gitme isteğin geçiyor. Çok garip. Ama beni orada bekleyenler var. Ve fena özlediğim alışkanlıklarım. ...used to... dediğim bir sürü şey var. Ama araba köprüye giremiyor bir türlü. Bakım çalışması mı neymiş! İnsanın canı sıkılıyor. Ne yapabilir, bilmiyor. Özellikle otobüste zaman duruyor. Bekliyor ki öndeki adam hareket etsin ve otobüs gitsin, ya da şu tam önümde oturan lavuk koltuğunu biraz kaldırsın... Yıl 2012... Artık bunlar halledilebilir öyle değil mi?"

"Nihayet köprüdeyim. Çocuğu aramak istiyorum. Kağıt kalem var yanımda. Koltuğun üzerinde. Duruyorum, ailemi düşünüyorum. Babamı. Annem gelmiyor aklıma... Belki üvey annem. Cici annem... Benimle uçmak ister misin? Bugün 15 Ağustos 2001... Doğru söyle, benimle uçmak ister misin?"

"Otobüs nihayet ilerliyor. Yolun karşısı kalabalık. Hayır, dönüş saati olduğu için değil. Birşeyler oluyor. Kameralar var. Evet evet, aynı Redd'in şarkısındaki gibi... 'Mutlu Olmak İçin' miydi? Evet, galiba oydu... İyi de kameralar neden orada? Birşey anlamıyorum. Birisi mi atlıyor, yoksa çoktan atlamış mı! S.ktir! Orada bir araba var... Bir Peugeot. 34 KBP 09... Yavuz?!"

Tam 11 yıl olmuş...
 
  

 

14 Ağustos 2012 Salı

Yeşil Dev'in Çikolatası

Spontane gelişen geceleri seviyorum. Genelde bir şey yapmak için çok deli planlar yapan, ancak planlarımı zamanında uygulayamayan bir yapım var. Beni kendimden geçireceğini düşündüğüm planlar, ne yapar eder, bir şekilde kendimi farklı bir halde bulmama neden olur. Yine aynı şey oldu...

Eve giderken, bu akşam bir film izleyeceğim, diye düşündüm. Ne izlemeli, diye sordum sonra kendi kendime. Şöyle kafa yormayan, aksiyonu bol, yeşil, büyük, içerisinde aşka çok yer olmayan bir Hollywood filmi istedim aniden. Dedim ki sonra, tüm bu şartları sağlayan tek bir film var. 'Incredible Hulk'...



Evet. Hulk. Hazır evimde Edward Norton'lu versiyonunun süpersonik bir DVD'si de varken daha ne yapabilirdi bu bünye. Ayrıca Avengers'da da o kadar reklamını yapıyordu Sevgili Hulk'un... Evet, evet... Bu harika bir fikirdi.

Dakikalar sonra eve girip banyoydu, yemekte bir takım ihtiyaçları giderdikten sonra bilgisayarın başına geçtim. Hulk... Çalışmıyor. DVD çizilmiş olmalı, ya da başka teknik aksaklıklar... Hatta evren bile olabilir. Yeşil Dev'den vazgeçtim ister istemez. Sonra ne mi oldu?

Canım tatlı birşeyler istedi. Ama üşendim, bakkala inemedim. Bir de bu saatten sonra yemekler, fare zehirinden bile daha zararlıydı bedenime, bunun da bilincindeydim. Sonra filmlerin arasında gezinirken 'Çikolata' diye bir film buldum. 'Chocolat'... Juliette Binoche, Judi Dench, Alfred Molina ve Johnny Depp... Kadroya bak... Jesus f.ckin' Christ, diye bağırdım.



Müthiş film. Ve mutlu sonla bitiyor. Cidden çok mutlu sonla...  

13 Ağustos 2012 Pazartesi

Bana Bir Sebep Ver Bertolucci...

"...I feel like shit,
You look like gold..."

Bernardo Bertolucci sinemasının çok efsane bir takipçisi değilim. Biraz geçenlerde kaybettiğimiz Metin Erksan'ın deyişlerinden, biraz da çocukluğumda nereden olduğunu bilmediğim bir şekilde beynime işlemiş olmasından dolayı, bu yönetmenin adında hep bir çekicilik buldum. İtalyan sinemasından, sanırım beş kişi say deseler ilk sırada onun adını söylerim. Dediğim gibi, sıkı bir takipçisi sayılmam muhtemelen, çünkü sadece en meşhur filmlerini izlemiştim. 'Last Tango in Paris' ve 'The Dreamers' izlediğim iki meşhur filmiydi.

Cuma gecesi üçüncü bir Bertolucci filmi izledim. 'The Stealing Beauty'...



Başrollerinde Liv Tyler, Jeremy Irons gibi Hollywood'da nam salmış oyuncuların yer aldığı, yer yer diğer filmlerden de tanıdığımız zamanımızın ünlü yan karakterleriyle bezenmiş bir film. Fena olmayan bir film. Fakat ne yazık ki 'The Dreamers'tan sonra izlenmemesi gereken bir filmmiş, bunu tecrübemle sabitlemiş oldum.

Konusuna çok girecek değilim, herhangi bir sinema sitesinde filmle ilgili bilgilere ulaşmak mümkün... Genel olarak diyaloglarıyla etkileyen ve aynı kafaları farklı yollardan yakalayabilmiş bir karakter bütününe sahip filmde beni en çok etkileyen, her zamanki gibi filmin müzikleri oldu. Zaten şu film yönetme kısımlarında, en hoşuma giden fikirlerin hep müzik dinlerken aklıma gelmesi sanırım artık yavaş yavaş beğenilerimin oturduğu ve müziksiz hiçbir şey olamayacağına dair bir psikoloji geliştirdiğimin habercisi... Neyse ki bu benim sorunum sevgili okur, dağıtmayayım...

İşte o filmden bir müzik var aşağıda. Benim en çok dinlediğim şarkılardan biriyle Bertolucci filminde karşılaşmak, çok itikat sahibi olmayan bünyemde bir işaret almışlık algısı yarattı...

Buyurunuz efendim. Glory Box by Portishead


7 Ağustos 2012 Salı

gibiamadeğil 16: Sansürlerin Efendisi

"Ne demek rejisör? Nereden geliyor? Reji nereden geliyor? Regimentation... Reji... Tekel... İnsan... Bu demek... Tanrı Kral demek... Diktatörlük değil... "Efendim, sinema kolektif bir iştir"... Hayır, kolektif bir iş falan değildir. Sinema bir tek kişinin isteği ve iradesi dahilinde yapılan bir iştir..."

Metin Erksan (1929-2012)



Sanırım gibiamadeğil başlığı, açıldığı günden beri ilk defa anlamına en yakın olarak kullanılıyor. Usta Metin Erksan, hayata gözlerini yumalı bugün üç gün oldu. İçim buruk, çünkü defalarca tanışma fırsatı yakalayıp bir türlü tanışamadım kendisiyle. Genellikle benden kaynaklanan sorunlardı. Aldırmazlığım ve nasıl olsa bir gün olacak düşüncesi alıkoydu beni. İyi bok yemiş. O kadar sorum vardı ki, -muhtemelen S.ktir git ulan, bunu mu soracaktın, diye sinirleneceği...- şimdi bütün hepsi rafa kalkmak zorunda...

Yukarıda elinde mikrofon, ateşli ateşli konuştuğu bir söyleşiden alınmış cümleleri duruyor. İçten içe pek katılmak istemediğim düşüncelerle örülmüş cümleler. İşin bu kadar tek kişinin rüyası olarak görülmesi, bende itiraz etme isteği uyandırıyor, kabıma sığamıyorum; ama artık oturmak zorunda kalıyorum. Beni ayaklandıran adam artık nefes alıp vermiyor.

Bu bir dram yazısı değil. Sadece sinemaya duyduğum tutkuyla, aksi ve dahi bir ihtiyarın kaybolup gitmesi anlarsınız ki gülünecek bir durum değil. O yüzden gülemiyorum yani... Neyse... Ömrü boyunca milyon kez sansürlenmiş, Türkiye'nin bana kalırsa gelmiş geçmiş en iyi yönetmeni, sözüm sana... Takipte kal...

6 Ağustos 2012 Pazartesi

Chris's Last Dark Knight

Selam okur...

Bir süredir ister istemez ara vermişim yazmaya, farkında değilim. Aslında güzel de bir durum tabi, zamanın nasıl geçtiğini anlamamak çünkü en son dün yazmışım gibi. Gençlik sürüyor ya, vaktin nasıl geçtiği, geçerken nasıl da ivmelendiği şaşırtıyor ve heyecanlandırıyor şu an. Muhtemelen zamanla yaş aldıkça, şu anki hayranlığım sinirli bir sırıtışa dönecek. Ama ne gelir elden... Zaman geçiyor ve geçiyor... Baksanıza... "Yeni Batman Serisi'ni Christopher Nolan yönetecek!" dedikleri günden beri on yıl geçmiş.

Evet, bence bağladım. Zamanın içinden çıkamam sanmıştım ama bir şekilde Batman'e bağladım...



Hafta sonu serinin son filmi 'Dark Knight Rises'ı izleme fırsatı buldum. İki haftadır ha gidiyorum, ha gideceğim derken bir türlü izleyemediğim film, şu an kafamın içinde oynamaya devam ediyor. Evet, üç gündür gösterim kafamın içinde sürüyor. Öyle etkilendim yani...

Ekşisözlük jargonuyla 'spoiler' vermeyeceğim bu yazıda o yüzden gönül rahatlığıyla okuyabilirsin.

Chris Nolan'ın yönettiği serinin bittiğine inanmak istemiyorum. Evet, biliyorum Nolan sadece Batman serisine bağlanıp kalmamalı; aynı Guy Ritchie'nin de olması gerektiği gibi Nolan da başka filmler çekmeli ve biz onları zevkle izlemeliyiz. Fakat ortada bir DC Comics gerçeği var ve muhtemelen önümüzdeki senelerde beyaz perdeye tekrar uyarlanacak Batman filmleri. İşte o zaman yeni bir üsluptan izlemek ilginç gelecek... Ama kötü anlamda ilginç... Garip gibi... Zira Christopher Nolan'ın anlatımına bu kadar alışmış ve hayran olmuşken yeni birileri tarafından yapılacak işleri bünye kabul eder mi? Bu soru biraz korkutmuyor değil hani...

Christian Bale'den tutup merhum 'Joker' Heath Ledger'a; 'Alfred' Michael Caine'den Gary Oldman ve 'Bane' Tom Hardy'ye... Hepsi şu an benim gözümde top yapmış bir Batman Serisi'nin karakterleri. -bu noktada Tim Burton'un Batman'i daha iyiydi, diyenler olacaktır; genel hatlarıyla bu görüşe pek katılamıyorum-

Neyse, çok konuşup aslında hiçbir şey anlatmayan bir yazı olsa da son filmi görün derim. En azından veda için ekibi bir arada bulacağınız son iş ve biraz da olsa ilginizi çeker bence. Bir de şu Joker çılgınlığından kurtulalım artık yavaştan isterseniz. Bane de en az onun kadar ilgi çekici bir karakter çünkü.

Kapanışı yaparken spoiler sözümü unutuyorum. Ama çok hayati bir nokta değil. Sadece eğlencelik bir sahne...

-------

Kedi kadın ve Batman çatıda konuşmaktadırlar. Batman bir saniyeliğine arkasına döner ve tekrar önüne döndüğünde Kedi Kadın gitmiştir. Şaşırır ve işte o noktada ağzından beni güldüren cümle dökülür.
- Demek ki böyle bir hismiş!

Hayret, bu sahne bence yeterli tepkiyi almadı salonda...