26 Aralık 2010 Pazar

Yok bir şey oğlum, yok… Şimşek çaktı!

Küçüktüm, olanları tam olarak değil de bölük pörçük noktalarından hatırladığım dönemlerdi. Henüz çocuk denecek kıvama yeni gelmiştim ve anlatacaklarım birikmeyi bekliyordu. “Şimdi bir çocuğun anlatacakları ne olabilir ki? Neyin farkındadır ki, bir derdi, anlatacakları olsun?” diye düşünebilirsin -ki bu en doğal hakkın ve seni yargılayamam çünkü 'neredeyse' aynı düşünüyoruz. 
Direkt senli benli girdim bu arada ama... Anla işte, samimiyetimize binaen... 
Neredeyse’ demiştim…
Çünkü o zamanların etkilerinin ileride çıkacağını ve bugün çözümleyemediğim pek çok şeyi ayna kabak önüme sereceğini ben de yeni fark ettim. Neyse, çok uzatmadan başlamak en doğrusu sanırım…

********
O dönemler gündüzlerim kendim gibi 4 - 5 yaş grubu arkadaşlarımla oynadığımız oyunlarla, akşamlarım haberlerde çıkan ‘çocuklarınıza izlettirmeyin!’ çılgınlıklarından etkilene etkilene geçerdi. Ailem izlettirmezdi tabi uyarıları dikkate alıp.
Haberler “Satanistler,” derdi “çok fenalar… Şeytana kurban veriyorlar… vesaire vesaire.” ben çok korkardım, görmediğim bilmediğim bir şey sonuçta.
Aynı haberler “… faili meçhul bu cinayet… ” derdi ve ben ‘fail’in ne anlama geldiğini bilmeden, anlatılanları dinleye dinleye ‘meçhul’ün ‘bilinmeyen’ anlamına geldiğini anlardım. Ve yine bilmediğim şeyler. Yine korkardım.
Bazı geceler bardaktan boşanırcasına yağmur yağardı. Şimşekli mimşekli… Öncesinden biriken bu kadar korkuyla, sorarım sana, sen de zıplamaz mıydın yatağında o gürültü aniden çağlayınca pencerenin dışında? Ben zıplardım, sonra annem, anneannem, kim varsa o an yanıma gelirdi:
“Yok bir şey yavrum, şimşek çaktı sadece!”

********
Görmediğim şeylerden korkar hale gelmek sanırım ufak yaşlarda edindiğim bir ‘yetenek(!)’.

********
Bir gün geldi ve bendeki bu ‘yetenek’ boyut değiştirdi. Artık görmeden değil, korkumu kabartan şey henüz yaşanmadan başlamıştım canımı sıkmaya, ondan ürkmeye… Anlamaya başlamıştım, beynim neyle yoğunsa tavırlarımı da yine o yoğunluklar belirliyordu. Ve artık öcülerden, şimşeklerden, cübbeli adamlardan korkmuyordum. Ya da Stephen Hawking'den. Hayatta başka şeylerin de korkuyla daha bir yoğun yaşandığını kavramıştım.
'Aşk'…
'Sevgi'…
'Timing' yahu; 'Zamanlama' işte...
Vesaire vesaire…

********
Nereye geldim, bak…
İnsanların tanıdıkları fazladır ama kendine yakın hissettiklerinin sayısı onlar kadar fazla değil. Bunun sevgiyle alakalı oluşu işleri daha içinden çıkılmaz yapıyor ve belki herkes değil ama insanlığın çoğu, bir süre sonra, içinde kaybetme korkusuyla yaşamaya başlıyor. Evet, evet sadece 'ya kaybedersem' korkusuyla!
Kaybedilmiş bir şey yok ortada…
Her şey harika…
Ama korkularla yoğruluyorum, emin değilim sevdiğimin benimle devam edeceğine.
Ya giderse…
Ya başkasını severse…
Hay bin kunduz! Unuttuk bak, ölecek de bu; ya benden önce ölürse…
Michel Foucault da diyor ya: "İnsan dediğimiz şey yakın tarihin bir icadıdır. Ve muhtemelen sonu yakındır." İşte o muhtemel sonun katalizörü de bu sanırım. Ben şu halimle yakın tarihi evvel ezeli aynıymış gibi zannederken, kendi kendime bu yapay ebediyeti sımsıkı tutmaya çalışıyorum. Ve elbette kaçıyor. Bir yerde illa ki kaçacak zaten. 'C'est la vie.*  
Pek hayra alamet değil gidişat, bir şekilde olmamış şeylere olmuş gibi bakmamayı, evham yapmamayı öğrenmeli. Yoksa pek toplanamayacak kafalar ki bu da yine kendime zarar…
-----
Tüm bunları ben, ben, ben diye yazmış olmam, sadece kendimden bahsettiğim anlamına mı gelir, peki? Sanmam...
Peki, ya gerçek bana gelince… Ben de uzunca bir zamandır 'korkularından korkan' kesimin içinde yer alıyorum. Ama bir fikrim var, yaklaşık dört yüz kelimeyle paylaşabildiğim bir fikir. Hiç birşeyin aynı kalmadığı fikri. 'Korku yönetimi' fikri... Zamanı da takıp koluna, kafan sanki tüm Güney Amerika'nın nebatatını çakmışçasına huzur dolu, 'olmazsa olmazların' olmadığı bir yaşam hayaliyle. Çok mu vurdum duymaz oldu... Sanmam... 
Uygulayayım... En azından bir deneyeyim; olmadı kaldığımız yerden korkmaya devam ederiz.

------
*Hayat böyle...

Yeraltına inememiş çocuktan notlar…


       O sabahı hatırlıyorum. Yine erken kalkamamıştım ve yine salondan gelen sesler sinirlerimi allak bullak etmişti. Üstün Dökmen konuşuyor olmalıydı, ya da Doğan Cüceloğlu. Hangisi hangisidir, hep karıştırıyorum. “Nasıl hatırlayamazsın, bir kere biri Sakıp Sabancı gibi konuşuyor, bunu ayırmak bu kadar zor olmamalı.” diye düşündüğünüzü biliyorum, ama o sabahla ilgili aklımda kalan şey sadece televizyondan gelen sesin anlattıklarıydı. Diyordu ki sesin sahibi: “Çocuk da bir bireydir, onları hor göremezsiniz.” Bugün Pazar. Ben böyle adamlara çok sinir olurum. Ne zaman metreleri aşacak çapta büyük laflar duysam bu ağızlardan, aklımda türlü türlü sorular belirir onlar ve ailevi hayatlarıyla ilgili. Bir yerlerde pek fena bir tersliğin olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum bu TV kişileriyle ilgili. Kendi çocuklarıyla aralarındaki, ilişkinin güzelliğine olan kıskançlık deyin, bu insanların çocuklarına kötü davranıyor olabileceklerine dair düşüncelerim deyin, ne derseniz deyin… Ama bana sanki biraz o aşk romanları yazan ama gerçek hayatta karısını döven romantik yazarı anımsatır. O yazar ki kasıp kavurmuştur yıllarca çevredeki tüm dişileri ve hanım evlatlarını. Yani bir düşünsenize, ahkâm kesip insanları kendine bağladıktan sonra bu kişinin aslında hiç de öyle biri olmadığını görmek...
     Neyse, konudan uzaklaşmayayım. Bu programları yapan insanlara garezim yok tabi. Dünyadaki en tatlı kişiler bu kimseler de olabilirler. Bunlar sadece benim yeni yeni anlayabildiğim, o dönem kendimi fena hissetmeme neden olan şeylermiş, o yüzden anlatıyorum. Anlattıkları modeller, -bir de skeçlerle uygulamalı anlatırlardı- o kadar ‘ideal’ idi ki… Nerede bu insanlar diye saatlerce kuşkulu bakışlarla etrafı süzdüğümü bilirim, çok üzülüyorum…
      Televizyonun sesinin geldiği odaya girmeden önce, sinir bozucu şekilde eşofman altımın önünü geren sıkıntıyı gidermeliyim diye düşündüm. Ayaklarım kendi kendine yolunu buldu. Çok uzun işedim, üzerinde düşünecek kadar çok… Eğer cep telefonumu odamda unutmamış olsaydım, Prof. Dr. Orhan Kural’ı arayıp, Guinness Rekorlar Kitabı’nda bununla ilgili bir bölüm olup olmadığını sorardım. Ama unutmuşum, başka sabaha erteledim… Odaya yöneliğimde sesine sinirlenip kalktığım program kapanış jeneriğine geçmişti. Sesi duyup ulaşamadan onu kaybetmek daha elem vericiymiş, ne yalan söyleyeyim.
   İçeri girdim. Daha önce defalarca Feng Shui tipi Uzakdoğu icatlarıyla düzeni değiştirilmiş oturma grubumuzun en nadidesi üçlüye bıraktım kendimi.
    “Tünaydın!” dedi bizimkiler bir ağızdan. Sonra da şaşırdılar aynı şeyi aynı anda söyledikleri için. Bizim sınıftaki kızlar bu durumda birbirlerinin saçını önce çekebilmek için felaket bir mücadeleye girerler. Acaba bizimkiler de geçti mi o dönemden diye düşündüm. Gülümseme geldi onları öyle hayal edince.
     “Sağ ol!” diyemedim.
  Sabah sessizliğime bağladılar sanırım gülümsememi fakat cevap vermememi. “Deli!” demelerinden iyidir tabi ama bu kez de ‘yabani’ yaftası yiyorum gibi hissediyorum. Ayrı bir can sıkıntısı. Üzerime bir yapışmış ki “Aman bu oğlan aksi uyanır, yarım saate anca açılır.” geyiği, anlatamıyorum ben kalkar kalkmaz ağzımı açmakta zorlandığımı. Ağzımın suyu yarım saatte anca kıvama geliyor, her şeyin nedeni bu. Sonra yabani olmadığımı göstermek çabasıyla bir saatte iki saatlik konuşuyorum. Bir de ne gerek var ki zaten haddinden fazla kalınlaşmış sesimle Davut peygamberin kötü bir kopyası gibi ortalıkta dolaşmaya. Ergenliğin en sevmediğim noktası. Sessiz sakin ortamlarda ne kadar kalın çıkarsa sesim, kızdığım ortamda da bir o kadar incelir. Arkadaşlarımı inceleme fırsatı bulamadım ama sanırım içlerinde benim kadar bu konuya kafa yormuş ve bu yüzden keyfi kaçmış bir kişi daha yok.    
    Annem, gözleri değiştirilen kanaldaki yeni programa takılı kalmış şekilde kalkıp mutfağa yollandı. Yollandı dediysem çok gözünüzde büyütmeyin, yan odaya geçti sadece. Seçil Hanım’a kahvaltıyı yeniden hazırlamasını söylemeye gitmişti biliyorum. Seçil Hanım hemen oturduğum odaya geldi ve “Her zamankinden, değil mi?” diyerek ani bir kahkahayla aklımı çıkardı adeta. Çok ilginç bir kadındı Seçil Hanım. Elli ila elli beş yaşları arasında, şişman fakat sarkmış kollarının jölemsi görüntüsüne rağmen evde sürekli kolsuz, boksör tipi atletlerle gezen bir kadındı. Sol kaşının üzerinde kadim bir sivilce gibi duran et beni ve üzerindeki kıllarla, Çirkin Betty’nin güzelleşmek için solaryuma girip, yanıp da çıkmış haline benziyordu. Düşünün, çirkin Betty’den daha çirkin. Ama çok iyi kadındı. Bir kere harika yumurta yapardı. Peynirli, otlu, sucuklu, salamlı, patatesli, biberli… Sonra ev işlerinde anneme inanılmaz bir kolaylıktı. Ben daha küçükken bana da bakarmış. Dört dörtlük bir kadın denmesin de ne densin şimdi?
      Tek kötü noktası vardı, nasıl söylesem, tavırları sanki biraz fazla ‘korku taciri’ tavırlarıydı. Türkçede böyle bir tabir var mı ondan bile emin değilim tabi ama eğer sözlüklerde bu kelime varsa karşısında ‘Emel Hanımların evinde çalışan Seçil Hanım’ın ruh haline verilen tanım’ yazardı eminim. Neden mi ‘korku taciri’? Sizin görüp önemsemeyeceğiniz olayları kafasındaki binlerce dosyadan en uygun olanına ekler ve artık ilerde o olayların en az bir kez daha karşınıza çıkacağını anlarsınız da ondan. Ona düşman olmak istemezsiniz. Ama yine yanlış anlatmış olmayayım. Sizin keyfinizi kaçıracak hamleler onun keyfini yerine getirmez, adeta bir timsah gibidir. Sahici timsahlar gibi. Hani şu Timsah Avcısı Dundee’yi yiyen timsah gibi. Gözleri nemlensin diye güneşe bakan yalancı tavırlıları gibi değil. Bu kadın bildiğin üzülür. Üzüldüğü için senin keyfini kaçırır, kızgınlık çok az bir paya sahiptir yaptıklarında.
   Mesela sürekli yakındığı şeylerden birisi: Oğlunu evlendirdiğinden beri yeteri kadar göremediğinden şikâyet eder hep. “Gitti, hanım köylü oldu bizimki” der… “Kaynana kucağı, ana kucağından sıcak geldi” der. Benim zaten anlamadığım konuların başında gelen evlenme hadisesi, bir de bu gibi yan desteklerle içinden çıkılmaz hale geliyor o böyle veryansın ettikçe. İşte o böyle söylenirken ben de yanında oturuyorum genellikle. İnsanları nasıl teselli edeceğimi bilemem pek, bundan olacak ki ne zaman anlamsız derecede mutsuz konulardan söz açılsa ya susarım ya da,
      “Belki gelininiz ölür. O zaman oğlunuzun oradan çok burada vakit geçirmesi kaçınılmaz olur. Umudunuzu kaybetmeyin.” derim.

     Sanırım o zaman bana kızar, çünkü bana oranla oldukça inançlıdır ve siz de bilirsiniz ki büyük dinler, insanların ölümünü istemeyi hoş karşılamaz. Her neyse, yumurta diyorduk. Kapıdaki kahkahasının ardından, hakkında düşündüklerimi tekrar aklıma getirişimi tahmin edemeyen Seçil Hanım’ın mutfağından şimdi yağın tavada kızışmasının sesleri geliyordu. Sahanda yumurtayı çok severim de aslında. Ama kendilerinin erken kalkıp yaptıkları kahvaltıdan sonra, bana yeniden sofra hazırlamamak için yumurtayı çok sevdiğimi bahane ederek sürekli yumurta sunumuyla karşılaşmak, yumurtayı artık damardan vermelerini isteyecek kadar bağımlı hale getirmişti beni. Ne yumurta dedim be takıntılı gibi. Kümesteki tüm tavuklarla sevişip, Almanya’ya kaçan bir horoz kadar ilgisizim aslında yumurtalara… Bundan şikâyetçi değilim, hem artık tuvalette çıkardığım kıvama da alıştım ne de olsa. Hah, hah çok eğlendim. Ama bana kızamazsınız yazdıkça küçülüyorum

23 Aralık 2010 Perşembe

HAKAN GÜNDAY EDEBİYATI ve ‘ZİYAN’ OLMAYAN ZAMAN

Taksim’in yavaştan tenhalaşmaya başladığı ender anlardan, bir hafta ortası gecesi dönüş yolundayım. Planım basit, evime beş dakikalık yürüme mesafesinde bırakacak metroyu kullanıp, tahminimce on beş hadi bilemedin yirmi dakika sonra uyumaya hazır olacağım. Park etmiş, müşteri tavlamaya çalışan taksilerin abluka altına aldığı meydana çıkıp, yolların tenhalığından yararlanarak atıyorum kendimi hemen gişelerin önüne. Bekliyorum, iki dakika dolmadan geliyor yeni metro boş bir halde. Oturulmamaktan buz kesmiş koltuklardan birine yerleşip bekliyorum kalkmasını trenin. İşte tam o anda dikkatimi çekiyor billboardlardaki afiş. ‘ZİYAN’ Hakan Günday’ın yeni romanı. Hayret, takip ederim kendisini genelde ama bu seferkini hiç duymamışım.
Tren hareket ediyor. Bense Hakan Günday kitaplarıyla nasıl tanıştırıldığımı düşünüyorum bir an… Sonra ilk kitabının kapağı gelip yerleşiyor gözlerimin önüne. 2000 yılı çıkışlı olan.

‘Kinyas ve Kayra’ ile başlar serüven
Afrika’da başlayıp, Güney Amerika ve sonrasında kıtaları birbirine yapıştıran ülkemizde soluklanan bir yer altı ve yol hikâyesi. Ayrılan yollar ve ‘her suçlunun, suçu işlediği yere döneceği’ gibi bir klişeyi kuvvetlendiren Afrika topraklarına yeniden dönüş…“Hiç uykum yok. Hiç uyuyamıyorum. Domuz gibi içiyorum. Ama gözlerimi kapalı bile tutamıyorum…” 567 sayfalık romanın ilgi çekiciliğini göstermek için seçilen bir paragrafın arka kapaktaki giriş cümleleri…
Bir önceki kitabı hazmetmemiz için verilen iki yıl sürenin ardından çıkan ‘Zargana’ kesinlikle balıkçılıkla ilgili bir kitap olmadığı gibi, yorumlar ve tepkiler kitabın önceki Hakan Günday kitabı kadar vurucu olmadığı görüşünde.
Sırada ‘Piç’ adlı 2003 tarihli, dört arkadaşın hayatlarının konu edildiği ve diliyle ilk kitaba selam çakan bir roman var. “Yazar bu romanıyla yeraltındaki yerini sağlamlaştırıyor” yorumlarını hak ettiğini söylemek yanlış olmaz sanırım.
Öncekilerle geçen iki yılın ardından bu kez de ‘Malafa’ raflarda. Antalya’da konuşlanmış, merkezi İstanbul Kapalıçarşı’da yer alan bir kuyumculuk mağazasında dönen dolapları, bir tezgâhtarın ana karakter olarak sahnelediği performanstan takip ediyoruz.
“Deha ve delilik arasında seyreden bir hayat…” Bu kez diğerlerinden farklı bir dert edinmiş yazarın beşinci romanı ‘Azil’, ailevi çatışmaların karıştırdığı karakterin, toplumdaki ahlak anlayışını nasıl gördüğünü ve değiştirmek için neler yapabileceğini keşfedip uygulamaya başlamasıyla hayat bulur. Uygulamalarını işleyiş tarzı pek iç açıcı olmasa da, sonuç mükemmele yakındır.

Ve ‘Ziyan’   
Askerlik, ülkemizde kimileri için on beş, kimileri için beş ay olan, zaman zaman da çıkan özel kararlarla yirmi bir günle geçirilen önemli bir dönemi ömrümüzün. Kimileri için vatani görev, kimileri içinse beyin göçü kavramına bizzat neden olarak gösterilen bir kavram…
“Bir romanın başarılı olabilmesi için sizce olmazsa olmaz koşul nedir?” diye soruluyor kendisiyle yapılan pek çok röportajdan birinde Hakan Günday’a. Genç yazar adaylarının dönüp dolaşıp okuyacakları, belki bir yardım ya da belki bir rehberlik bekleyen bir soru bu. Verilen yanıt da çıktığı ağzın üslubunu utandırmayacak cinsten:
“Bir saniye için bile olsa, gerçek olduğuna inandırması.”
Her ne kadar bunu başka bir kitabıyla ilgili yapılan röportajda dile getirmişse de yazar, açıkça görülüyor ki bu ifade ‘Ziyan’ ‘da doruk noktasına ulaşıyor. Maharet içine girebilmekteyse anlatının, askerlik gibi ‘ince’ bir mevzuyu merkezine oturtan bu roman, o kadar katıyor ki okuyucuyu karlı zeminde nöbet tutan ekibe, anlaşılmıyor nasıl dönülecek şimdiki zamana… Kaldı ki Atatürk’ü ve İzmir Suikastı sanıklarından Hurşit Ziya’yı da bir roman kahramanı olarak sivrilten yapıt, ‘’karakterlerin hayal dünyalarının ürünü’’  ya da ‘’gerçeğin ta kendisi’’ ayrımında kahramanlarının konumunu da okura bırakması bakımından da övgüye değer. Anlatılan dönemleri yaşamamış ve niyeti tarihi bir roman yazmak olmayan yazarın gerçekle kurguladıkları için bile okunmaya değer.


'GSUİK One Minute Dergi Sayı: 4' 19.12.2009 tarihli yazımdan