26 Aralık 2010 Pazar

Yeraltına inememiş çocuktan notlar…


       O sabahı hatırlıyorum. Yine erken kalkamamıştım ve yine salondan gelen sesler sinirlerimi allak bullak etmişti. Üstün Dökmen konuşuyor olmalıydı, ya da Doğan Cüceloğlu. Hangisi hangisidir, hep karıştırıyorum. “Nasıl hatırlayamazsın, bir kere biri Sakıp Sabancı gibi konuşuyor, bunu ayırmak bu kadar zor olmamalı.” diye düşündüğünüzü biliyorum, ama o sabahla ilgili aklımda kalan şey sadece televizyondan gelen sesin anlattıklarıydı. Diyordu ki sesin sahibi: “Çocuk da bir bireydir, onları hor göremezsiniz.” Bugün Pazar. Ben böyle adamlara çok sinir olurum. Ne zaman metreleri aşacak çapta büyük laflar duysam bu ağızlardan, aklımda türlü türlü sorular belirir onlar ve ailevi hayatlarıyla ilgili. Bir yerlerde pek fena bir tersliğin olduğunu düşünmekten kendimi alamıyorum bu TV kişileriyle ilgili. Kendi çocuklarıyla aralarındaki, ilişkinin güzelliğine olan kıskançlık deyin, bu insanların çocuklarına kötü davranıyor olabileceklerine dair düşüncelerim deyin, ne derseniz deyin… Ama bana sanki biraz o aşk romanları yazan ama gerçek hayatta karısını döven romantik yazarı anımsatır. O yazar ki kasıp kavurmuştur yıllarca çevredeki tüm dişileri ve hanım evlatlarını. Yani bir düşünsenize, ahkâm kesip insanları kendine bağladıktan sonra bu kişinin aslında hiç de öyle biri olmadığını görmek...
     Neyse, konudan uzaklaşmayayım. Bu programları yapan insanlara garezim yok tabi. Dünyadaki en tatlı kişiler bu kimseler de olabilirler. Bunlar sadece benim yeni yeni anlayabildiğim, o dönem kendimi fena hissetmeme neden olan şeylermiş, o yüzden anlatıyorum. Anlattıkları modeller, -bir de skeçlerle uygulamalı anlatırlardı- o kadar ‘ideal’ idi ki… Nerede bu insanlar diye saatlerce kuşkulu bakışlarla etrafı süzdüğümü bilirim, çok üzülüyorum…
      Televizyonun sesinin geldiği odaya girmeden önce, sinir bozucu şekilde eşofman altımın önünü geren sıkıntıyı gidermeliyim diye düşündüm. Ayaklarım kendi kendine yolunu buldu. Çok uzun işedim, üzerinde düşünecek kadar çok… Eğer cep telefonumu odamda unutmamış olsaydım, Prof. Dr. Orhan Kural’ı arayıp, Guinness Rekorlar Kitabı’nda bununla ilgili bir bölüm olup olmadığını sorardım. Ama unutmuşum, başka sabaha erteledim… Odaya yöneliğimde sesine sinirlenip kalktığım program kapanış jeneriğine geçmişti. Sesi duyup ulaşamadan onu kaybetmek daha elem vericiymiş, ne yalan söyleyeyim.
   İçeri girdim. Daha önce defalarca Feng Shui tipi Uzakdoğu icatlarıyla düzeni değiştirilmiş oturma grubumuzun en nadidesi üçlüye bıraktım kendimi.
    “Tünaydın!” dedi bizimkiler bir ağızdan. Sonra da şaşırdılar aynı şeyi aynı anda söyledikleri için. Bizim sınıftaki kızlar bu durumda birbirlerinin saçını önce çekebilmek için felaket bir mücadeleye girerler. Acaba bizimkiler de geçti mi o dönemden diye düşündüm. Gülümseme geldi onları öyle hayal edince.
     “Sağ ol!” diyemedim.
  Sabah sessizliğime bağladılar sanırım gülümsememi fakat cevap vermememi. “Deli!” demelerinden iyidir tabi ama bu kez de ‘yabani’ yaftası yiyorum gibi hissediyorum. Ayrı bir can sıkıntısı. Üzerime bir yapışmış ki “Aman bu oğlan aksi uyanır, yarım saate anca açılır.” geyiği, anlatamıyorum ben kalkar kalkmaz ağzımı açmakta zorlandığımı. Ağzımın suyu yarım saatte anca kıvama geliyor, her şeyin nedeni bu. Sonra yabani olmadığımı göstermek çabasıyla bir saatte iki saatlik konuşuyorum. Bir de ne gerek var ki zaten haddinden fazla kalınlaşmış sesimle Davut peygamberin kötü bir kopyası gibi ortalıkta dolaşmaya. Ergenliğin en sevmediğim noktası. Sessiz sakin ortamlarda ne kadar kalın çıkarsa sesim, kızdığım ortamda da bir o kadar incelir. Arkadaşlarımı inceleme fırsatı bulamadım ama sanırım içlerinde benim kadar bu konuya kafa yormuş ve bu yüzden keyfi kaçmış bir kişi daha yok.    
    Annem, gözleri değiştirilen kanaldaki yeni programa takılı kalmış şekilde kalkıp mutfağa yollandı. Yollandı dediysem çok gözünüzde büyütmeyin, yan odaya geçti sadece. Seçil Hanım’a kahvaltıyı yeniden hazırlamasını söylemeye gitmişti biliyorum. Seçil Hanım hemen oturduğum odaya geldi ve “Her zamankinden, değil mi?” diyerek ani bir kahkahayla aklımı çıkardı adeta. Çok ilginç bir kadındı Seçil Hanım. Elli ila elli beş yaşları arasında, şişman fakat sarkmış kollarının jölemsi görüntüsüne rağmen evde sürekli kolsuz, boksör tipi atletlerle gezen bir kadındı. Sol kaşının üzerinde kadim bir sivilce gibi duran et beni ve üzerindeki kıllarla, Çirkin Betty’nin güzelleşmek için solaryuma girip, yanıp da çıkmış haline benziyordu. Düşünün, çirkin Betty’den daha çirkin. Ama çok iyi kadındı. Bir kere harika yumurta yapardı. Peynirli, otlu, sucuklu, salamlı, patatesli, biberli… Sonra ev işlerinde anneme inanılmaz bir kolaylıktı. Ben daha küçükken bana da bakarmış. Dört dörtlük bir kadın denmesin de ne densin şimdi?
      Tek kötü noktası vardı, nasıl söylesem, tavırları sanki biraz fazla ‘korku taciri’ tavırlarıydı. Türkçede böyle bir tabir var mı ondan bile emin değilim tabi ama eğer sözlüklerde bu kelime varsa karşısında ‘Emel Hanımların evinde çalışan Seçil Hanım’ın ruh haline verilen tanım’ yazardı eminim. Neden mi ‘korku taciri’? Sizin görüp önemsemeyeceğiniz olayları kafasındaki binlerce dosyadan en uygun olanına ekler ve artık ilerde o olayların en az bir kez daha karşınıza çıkacağını anlarsınız da ondan. Ona düşman olmak istemezsiniz. Ama yine yanlış anlatmış olmayayım. Sizin keyfinizi kaçıracak hamleler onun keyfini yerine getirmez, adeta bir timsah gibidir. Sahici timsahlar gibi. Hani şu Timsah Avcısı Dundee’yi yiyen timsah gibi. Gözleri nemlensin diye güneşe bakan yalancı tavırlıları gibi değil. Bu kadın bildiğin üzülür. Üzüldüğü için senin keyfini kaçırır, kızgınlık çok az bir paya sahiptir yaptıklarında.
   Mesela sürekli yakındığı şeylerden birisi: Oğlunu evlendirdiğinden beri yeteri kadar göremediğinden şikâyet eder hep. “Gitti, hanım köylü oldu bizimki” der… “Kaynana kucağı, ana kucağından sıcak geldi” der. Benim zaten anlamadığım konuların başında gelen evlenme hadisesi, bir de bu gibi yan desteklerle içinden çıkılmaz hale geliyor o böyle veryansın ettikçe. İşte o böyle söylenirken ben de yanında oturuyorum genellikle. İnsanları nasıl teselli edeceğimi bilemem pek, bundan olacak ki ne zaman anlamsız derecede mutsuz konulardan söz açılsa ya susarım ya da,
      “Belki gelininiz ölür. O zaman oğlunuzun oradan çok burada vakit geçirmesi kaçınılmaz olur. Umudunuzu kaybetmeyin.” derim.

     Sanırım o zaman bana kızar, çünkü bana oranla oldukça inançlıdır ve siz de bilirsiniz ki büyük dinler, insanların ölümünü istemeyi hoş karşılamaz. Her neyse, yumurta diyorduk. Kapıdaki kahkahasının ardından, hakkında düşündüklerimi tekrar aklıma getirişimi tahmin edemeyen Seçil Hanım’ın mutfağından şimdi yağın tavada kızışmasının sesleri geliyordu. Sahanda yumurtayı çok severim de aslında. Ama kendilerinin erken kalkıp yaptıkları kahvaltıdan sonra, bana yeniden sofra hazırlamamak için yumurtayı çok sevdiğimi bahane ederek sürekli yumurta sunumuyla karşılaşmak, yumurtayı artık damardan vermelerini isteyecek kadar bağımlı hale getirmişti beni. Ne yumurta dedim be takıntılı gibi. Kümesteki tüm tavuklarla sevişip, Almanya’ya kaçan bir horoz kadar ilgisizim aslında yumurtalara… Bundan şikâyetçi değilim, hem artık tuvalette çıkardığım kıvama da alıştım ne de olsa. Hah, hah çok eğlendim. Ama bana kızamazsınız yazdıkça küçülüyorum

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder