17 Ekim 2011 Pazartesi

Pazardan Dökülen: Oğuz Atay'la Yaşayanlar

"Ey zavallı milletim dinle! -durur- Şu anda hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye durmadan düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. Fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlarımıza gece kulüplerinde içtikleri viskiler zehir oluyor. Zengin takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan meteliksiz yazarlarımız da aslında şu fakir milleti düşündükleri için, küçük meyhanelerinde ağız tadıyla içemiyorlar. Ey şu fakir milletim! Aslında seni anlatmıyoruz. Sefil ruhlarımızın korkak karanlığını anlatıyoruz. İşte onun için sana yanaşamıyoruz. Senin yanında bir sığıntı gibi yaşıyoruz. Hiç utanmıyor muyuz? Hiç utanmıyoruz..." 
Oyunlarla Yaşayanlar, Oğuz Atay sy. 53 (İletişim Yay.)


Oğuz Atay'ın 'Oyunlarla Yaşayanlar' adlı tiyatro oyunu, yazdıklarını tatbik ederken rolden role giren tiyatro sevdalılarının, girdikleri rolden çıkamayışını konu edinir bir bakıma. Yazarın, klasik, yüzleri ufak gülümseme kırışıklarıyla dolduran üslubu, tiyatro oyununda da ön planda. Aynı 'Tehlikeli Oyunlar'da, 'Korkuyu Beklerken'de olduğu gibi üslup okuru kitabın başlarında kanatlandırıp, sonlarında yere atar cinsten. Vurucu, özendirici... Oyunlarda ve romanlarda yaşamaya davet edici. E, okur ne yapsın, araya başka kitaplar alıp, sonra dönüp dolaşıp yine aynı metinlerde buluyor kendini.




Oyunda, tiyatro aşığı -işe yaramaz!- oyun yazarı Coşkun'un tiradı var italik alanda. Biraz alkolün de yardımıyla attı tabi bu naraları. Başlarda halkından af diler gibi, ama daha çok kendi kendisiyle hesaplaşma maksadındaydı bunu yaparken. Durdurmaya çalışanlar da oldu onu ama o dinlemedi. İçindekiler artık tutulamaz hale gelmişti çünkü. Koyverdi gitti. Yazdıklarıyla yaşıyordu ve tarih öğretmeni geçmişi, kendisini milletine karşı sorumlu hissetmesine neden oluyordu. O kadar kafa karışıklığının içinde bir de milleti için endişelenince insan, patlama kaçınılmaz oluyordu.

Türk aydınının kafası Tanzimat'tan beri karışık. O karışık kafaların, söylemlerini harekete geçirmekte ne kadar yatkınlığının olduğunun da dev bir gösterimidir bu oyun. Tanzimat'tan beri bu böyledir, çünkü aydın, Tanzimat'tan beri sürekli ekseniyle oynar. Kafasındaki varılacak imaj sürekli hareket halindedir. Her konu hakkında fikir yürütebilen aydın kişi, iş gelip de kapıyı çaldığında bu kafa karışıklıklarının cezasını çeker, çekmektedir. Karar mekanizmasının doğal haline bırakılmayıp, durmadan değiştirilmesi; aydının yapacağı hamleleri de tahmin edilemez hale getirir. Aydının kendisi için bile bu durum böyledir. İşte burada, tiradın sahibi Coşkun karakterinin kendisiyle yüzleşme nedeni açığa çıkar. Coşkun kendini aydın olarak görüyor olabilir ama  daha varoluş sorununa tatmin edici bir cevap bulamamış bu kişi, eyleme nasıl geçebilir? Eylemsizlikle geçmiş bir hayatın doğal sonucu değil midir gülünç duruma düşme korkusu? Dolayısıyla milletle alakalı akıl yürüten kişinin millet karşısında gülünç duruma düşme korkusuyla hareket etmesi ne kadar kara bir mizahtır, fark ettiniz mi?


Çok fazla dikkate alınacak nokta var bu oyunda fakat bu tirat, şu günümüze de sağlam bir göz kırpıyor bana kalırsa. Millet, millet olma bilinci, kafadaki millet imajı, "Bir saniye şimdi hangi etnik köken benim milletimdendi, unuttum!" falan gibi tartışmalar, bunların hepsi milletten daha çok milletle ilgili fikirlerini satmaya çalışanların derdi gibi. Tamamen kafaları karıştırmaya yönelik ve işe yaramaya başladı. Sınıf çatışmasına giden yol, millet kargaşasıyla açıldı. Kabul edilebilir tabi, itiraz yok... Tartışmak doğaldır, zekayı zinde tutar falan filan... Ama bir yerden sonra artık millet ölmüş de ölünün arkasından konuşuluyormuş gibi hissediyordum son birkaç zamandır. İşte bunun üzerine bir de kitapta böylesine vurucu bir paragraf görmüşken, çözülüverdi dilim, parmaklarım... O millet işi sizin bildiğiniz gibi değil, diye caka satacak halim yok. Ama bir millet var milletten içeri! (Ahan da klişe) Tartışadurun tamam, ama biz de buradayız...

Ve millet olarak bir şeyleri tartışmak için Oğuz Atay'dan öğrenmemiz gereken birkaç şey var bence. En azından gülerek ama yine de ciddiye alarak tartışabilme faslını atlatsak, o da bir şey...


Böyle misafir oldu işte evime Oğuz Atay, yağmurlu bir Pazar günü. Ondan kalanlar, yukarıya döküldüler...

12 Ekim 2011 Çarşamba

To the End of Love...

Felaket yorucu bir günün ardından insana 4 dakikada kendini iyi hissettirebilen ne kadar şey sayabilirsiniz ki?
Duygularına dokunup, tüylerini diken diken etmeden beynini infilak etmekten ne kadar daha alıkoyabilir insan?
Bilmiyorum! Sadece düşünüyorum.
4 dakika boyunca düşünüyorum.
Müziği seçiyorum sonunda... Ama en güzel müziği dinlemeyi. Bir süre gözlerimi kapatıyorum, e eşek değil ya, bilinçaltım yavaş yavaş çıkmaya başlıyor su yüzüne. Gülümsüyorum...

Leonard Cohen'in yedinci stüdyo çalışması olarak 1985 yılında yayımlanan 'Various Positions' albümünü Cohen meraklıları bilirler. Benim Cohen geçmişim pek uzak olmasa da, kısa sürede aradaki açığı sağlam kapatmış olmalıyım... İşte bu albümde bir şarkı vardır. 'Dance Me to the End of Love'... Harikuladedir. Ne zaman dinlesem ya da klibini izlesem vücudum aniden reaksiyon verir ve tüylerim diken diken olur. İstemsizce gülerim, sırıtırım... Geleceği düşünmem mesela sözleri geleceğe dair söylemler barındırsa da... Geçmişten de zaten mutluluk veren bir şey çıktığına şahit olmadım şu ana kadar... Kötü anılar zaten kötü; güzel anılar ise artık ulaşılamayacak olduğundan keyif kaçırıcı...

Şimdiki zamanı, o dört dakika boyunca sadece içinde bulunduğum anı dolu dolu yaşarım bu şarkıyla... Sanırım bu, duygu dedikleri şey. Vücudun dışarıya hissettirmediği panik hali...

İşte bu şarkının 'The Civil Wars' tarafından yapılmış cover'ını dinledim geçenlerde. Bir arkadaşım paylaşmış facebook'ta. İlk dinleyişimdi, bayıldım... Cohen'den dinlemeye alışkın olsam da, bu versiyonunu da kolayca sindirdim. Çok güzeldi paylaşayım dedim, tabi düşünceler ben paylaşana kadar şelale oldu aktı gördüğünüz gibi.

Buyurun bu versiyonu da dinleyin... Şarkı sizi de bir yerlere sürükler gibi geliyor bana...
The Civil Wars versiyonu daha kısa, ama doyuruculukta Cohen'e yakın...


5 Ekim 2011 Çarşamba

Evde Volta Atmaya Neden Olan Film



Uzun zamandır izlemek istediğim bir film vardı. Hani şu vizyondayken kendinizi yırtarsınız ama sürekli bir şey çıkar ve gidemezsiniz ya... İşte bu film de benim için o listedeydi.  Üstelik onu görmeden önce yapılması gereken tüm hazırlıkları yapmıştım. Alıp kitabını okumuştum, söyleşilerine göz atmıştım; yani her şey tastamam hazır gibi gözüküyordu. İşin en önemli kısmı, sinemaya yanımda götüreceğim kişi bile hazırdı. Hatta onun ikinci izleyişi olacaktı ama olsundu, tekrar tekrar izleyebilirdi. Zaten aklıma kitabı da yazarı da o sokmuştu; yani beni götürmek görevi ona düşerdi...


Bahsettiğim film: Bizim Büyük Çaresizliğimiz... Barış Bıçakçı'nın romanından uyarlanan filmin konusuna bakalım önce... Filmin internet sitesi http://www.bizimbuyukcaresizligimiz.com adresindeki konu bölümünden...






Lise yıllarından beri sıkı dost olan Ender ve Çetin, uzun yıllar ayrı kaldıktan sonra, Çetin’in Ankara’ya dönüşüyle tekrar biraraya gelmişler ve ilk gençlik hayallerini otuzlu yaşlarının sonunda gerçekleştirip, aynı evde yaşamaya başlamışlardır.


Günün birinde Almanya’da yaşayan yakın arkadaşları Fikret, Türkiye’de bir trafik kazası geçirir. Kazada Fikret’in Ankara’da yaşayan anne ve babası ölür, kendisi de yaralanır. Almanya’ya dönmesi gereken Fikret, Ender ve Çetin’den, Ankara’da üniversite öğrencisi olan kız kardeşi Nihal’in okulunu bitirene kadar, iki yıl boyunca, onlarla kalmasını ister.


Üçüncü birinin eve gelmiş olması ilk başlarda ikisini de rahatsız eder, ölümlerin travmasını atlatamayan Nihal de onlarla iletişim kurmak istemez, ama zamanla birbirlerine alışırlar. Aralarında ev merkezli üçlü bir yakınlık oluşur. Nihal çevirmen olan ve sürekli evde çalışan Ender’le daha entelektüel düzeyde bir iletişim kurmaya çabalarken, mühendis olan ve akşamları eve gelen Çetin’le daha çok gündelik hayatın pratiği üzerinden ilişki kurar. Kaçınılmaz olan gerçekleşir ve görünüşte koruyucu, kollayıcı, soğukkanlı, ne yapması gerektiğini bilen, Nihal yaşadığı felaketten makul adımlarla uzaklaşsın diye ona nerdeyse ebeveyn olan Ender ve Çetin, birbirlerinden habersiz bir şekilde Nihal’e âşık olurlar. Tüm bu süreç Ender ve Çetin benzersiz dostluğu üzerinde hayat bulur: Aralarındaki aşka benzer yakın dostluk, ortak geçmişlerinin mitolojisi, zamanın geri döndürülemezliği...


Uyarlama eserlerin bir negatif tarafı vardır, bilirsiniz... Yazılı bir eserden uyarlama bir filmi ya da bir oyunu izlerken, oradaki canlı kanlı oyuncuları bir türlü kendi kafasında yarattıklarının yerine oturtamaz genelde izleyici. İzlediğim uyarlamaların nereden baksanız onda dokuzu, pek çok kişi gibi bende de var olan bu ön yargıda haklı olduğumu gösterdi bana. Fenalardı. Hiç çekmeseler de olurmuş gibi... 


Fakat 'Bizim Büyük Çaresizliğimiz' o onda birlik kesimde rahatça yer buldu kafamda. Şüphesiz bunda ilk kutlanması gereken, filmin senaryosuna da katkıda bulunan yönetmen Seyfi Teoman. İçime daha önceki filmi, 'Tatil Kitabı'yla hafakanlar bastırmıştı bu yönetmen. Fakat bu kez muhtemelen insanda merak duygusunu kabartan bir konuyu da seçerek çıktığı için karşımıza, ister istemez akıyor film. Başrollerde İlker Aksum ve 'Muhteşem Yüzyıl'ın Matrakçı'sı Fatih Al da on numara bir performans ortaya koymuşlar...


Eksikleri yok mu? Elbette var. Örneğin İlker Aksum'un oynadığı Ender karakterinin neden o kadar düzgün -en azından gündelik dilden biraz uzak diyelim- konuştuğu romanda anlaşılıyordu. Fakat burada biraz havada kalmış gibi gözüküyor.




Ve Ankara. Ankara'da geçen bir hikayenin, gerçekten Ankara'da çekildiğine inanmamız için, filmin aşağı yukarı 1 dakikasını dış plandan Ankara görüntülemesine ayırmış yönetmen. Film normalde de durağan olmasına rağmen, ileri almama neden oldu bu sahnelerin uzunluğu... 


Romandaki samimi dilin filme tam olarak geçebildiğini de düşünemedim bir türlü. Ama bu kötü bir şey değil kanımca. Çünkü bazı filmler seyirciye sırtını yaslamayı düşünürken, bazıları bakın biz böyle yaşıyoruz, gelin şahit olun! der gibiler... Bu da şahit olun diyenlerden... 


Kitapta -elbette okuyucuyu maziye saçma flashbacklerle yollamamak için, ortaya "Biz şöyle yapmaz mıydık be Çetin?" diye geçmişe dair doğrulatma soruları atardı Ender. Bu anlamlandıramadığım bir salgı yayardı vücuduma. Hoşuma giden, sıcak bir soru; içten. Fakat filmde daha çok hepsi karakterlerin alt metinleri olarak kalmış gibi duruyor. Sanki İlker Aksum gerçekten 'Ender', Fatih Al da gerçekten 'Çetin'miş gibi. Hani onlara karakterlerinin geçmişiyle ilgili soracağın tüm sorulara birer yanıtları varmış gibi... En çok bu kısmını sevdim filmin. İnandım yani kısacası. 






Aynı evde yaşayan bu iki adamı hafif değiştirecek olursak, Ender'den 'Anne'; Çetin'den de 'Baba' figürü canlanıyor insanın gözünde. Kahrolası şark kafası, ne yapalım? Eve parayı baba getirir bilinçaltıyla oluşan saçmalık... Sanırım gerçekten de insanlar uzun süre bir mekanı paylaşınca kendini farklı rollerde görmeye de başlayabiliyorlar. Çok fazla role modeli olmadığı için de iş ya anneliğe ya da babalığa kayıyor; o yüzden film boyu iki dostun ilişkilerini izlerken bu düşünceyi atamadım kafamdan...


Bunu düşünürken de bir aşağı bir yukarı elim çenemde gezinip durdum...






4 Ekim 2011 Salı

Kurgu Masası'ndan Notlar

Altyazı Dergisi'nin 110. sayısı yanında dev bir eserle geldi. 40 sayfalık bir dev. Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes Film Festivali'ndeki son marifeti 'Bir Zamanlar Anadolu'da' filminin Kurgu Günlüğü.


1000 Volt Post Production şirketinin emeğiyle hazırlanmış bu kitapçık, bana kalırsa her sinemacının kütüphanesinde olmalı. En azından son zamanlarda Türkiye'de çıkmış iki önemli eser olarak bu ilgiyi hak ediyor. Titiz bir adam olduğu yaptıklarından anlaşılan NBC, sinemanın oyunculardan ve diyaloglardan ibaret olmadığını düzgün bir şekilde bu çalışmayla ortaya koymuş.


Sakin sakin anlatmış NBC. Aynı filmlerindeki gibi. Hani bizi geren, zaman zaman keyfimizi de kaçırabilen o sükûneti var ya, işte aynen yazdıklarında da o var. Belki biraz daha kişiye özel... Örnekleyecek olursak; çektiği filmlerde sanki 'sizli bizli' konuştuğunu farz edelim... Fakat yazdıkları daha bir 'senli benli'. O yüzden sanırım o 40 sayfa yarım saatte akıp gitti.




İşin güzel yanı, tekniğini anlamamız için tamamen kapılarını açmış olmasının yanında, kurgu sürecindeki garip anektotlardan da haberdar etmesiydi. Ne yalan söyleyeyim ben adamı robot ilan etmiştim kafamda. Sürekli kaliteli bir şey ortaya çıkaran, bizim kıymetini anlamadığımız falan filan... Ama sanırım 'Bir Zamanlar Anadolu'da' izlenemez tabusunu da kıracak ünlü yönetmenin.

En çok keyif alarak okuduğum yerlerden bir pasaj.

"12 ŞUBAT 2010

Ayaz -oğlu- ille de Recep İvedik'e gitmek istedi. Daha vizyona bugün girdiği için kalabalık olabileceğini söyledim ama laf anlamadı. Beyoğlu Sinepop'a gittik. Salonun yarısı boştu nedense. Filmin bir yerinde birden adım geçince Ayaz şaşırıp yüksek sesle, "Baba ne dedi o? Senin adını söyledi," falan diye yüksek sesle konuşmaya başladı. Başkaları duymadan zor susturdum."

Altyazı'ya kocaman teşekkürler... 110. sayısıyla 10. yılını kutlayan dergiye daha nice on yıllar!