25 Aralık 2014 Perşembe

Sadece Aşıklar Hayatta Kalır


Son yıllarda sinemalara ve televizyonlara akın eden vampir filmlerinden sıkıldıysanız...
Vampirlerin romantik olabilseler bile, yine de gotik bir tarzları olması gerektiğine, High School Musical tadında ortalarda gezinmelerinin saçma olduğuna inanıyorsanız...
Vampirler de çok s.kimdeydi, "Atarım ağzıma bir diş sarımsak, bana film olsun yeter zaten!" diyorsanız...
Jim Jarmusch'un Only Lovers Left Alive, yani Sadece Aşıklar Hayatta Kalır filmini izleyin.

Ben başroldeki Tilda Swinton için izledim. Bayıldım.
Arkadaşım Jim Jarmusch yönettiği için izlemiş. O da bayılmış.
Birileri de izlemiş, filmin ana karakterlerini dondurma yerken gösteren aşağıdaki çalışmayı hazırlamış.


Dondurmanın da filmin içinde bir yeri var elbet...
Cümleten afiyet olsun! 

23 Aralık 2014 Salı

Ben Olmuşum Beş Ordular Muharebesi


The Lord of the Rings serisinin sağlam hayranıydım. Her filmi, hatta kesilmemiş versiyonlarını bile defalarca seyrettim; hala da ara ara açar seyrederim. Ama şu son 3 yıldır herkesi kasıp kavuran Hobbit filmleri beni önceki Orta Dünya filmleri kadar etkilemiyor. Nedenini bilmiyorum. Biraz görev bilinciyle izliyorum gibi geliyor. Gündemi yakalama maksatlı...

Ha tüm bunlar demek değil ki, Hobbit'i izlerken eğlenmiyorum. Kesinlikle eğleniyorum. En çok güldüğüm adamlardan biri de yukarıda gördüğümüz Balin Üstadımdır. Kendisi çok komik. Üstelik espri yaptığı tek bir sahne bile yok. Hacca gitmek yerine Çeçen milislerine katılan dayılar gibi. Neyse politik-dinsel şakalara hazır değilim henüz. Ama bu cüce başka cüce... Bilginize... Selam olsun Balin Efendi'ye!

22 Aralık 2014 Pazartesi

İzlemelik 12: Çılgın Rockçılar [Still Crazy]

70'lerin efsane rock grubu Strange Fruit; binlerce kişinin katıldığı, grup tarihinin en büyük konserine hazırlanmaktadır. Berbat bir havada gerçekleşen bu açık hava konseri öncesi grup içi gerginlikler iyice su yüzüne çıkar ve grup ilk şarkısına başlamışken sahneye yıldırım düşmesiyle konser yarıda kalır. Bu kötü tecrübeden olumsuz etkilenen grup üyeleri, kavgaların zirve yapmasıyla tamamen kopar.

90'ların sonunda, yani grup dağıldıktan 20 yıl sonra, eski bir Strange Fruit hayranı olan ve grubun dağıldığı Wisbech Rock Festivali'nin organizatörlüğünü yapan biri, grubun klavyecisi Tony'ye (Stephen Rea) rastlar ve grubu tekrar düzenlenecek festival için bir araya getirip getiremeyeceğini sorar. Bu daveti bir işaret olarak gören Tony, artık müzikle alakası kalmamış, üzerine yaşlandıkça daha da aksileşmiş bu eski rockçıları tekrar bir araya getirmeye karar verir.


"Bence Tanrı 70'lerin aşırılığından sıkıldı, bu yüzden Sex Pistols'u yarattı."

Still Crazy, 1998 yapımı bir Brian Gibson filmi. İngiliz topraklarında geçen bir 'tekrar bir araya gelme' hikayesini işleyen film, her ne kadar ana hikaye bu 'toplanma' olayı olsa da asla o kadarla sınırlı değil. Karakterlerin ortak tutkusu olan rock kültürü ve artık her bir üyenin aslında hiç de severek yapmadığı farklı işlerde var olmaya çalışmaları filmin en ilgi çekici yanları... Kişisel kaprisler, geçmişin zırt pırt hortlayan kötü anıları, her kötü şeye rağmen yine de başarıya olan inanç ve üretmeden yaşayamama duygusu; filmdeki ana fikri besleyen yan ürünler... Bu ağır ve hangi konuya koysan ilgi çekecek olan evrensel durumlar, filmin İngilizvari eğlenceli diliyle ve filme özel yapılmış süpersonik şarkılarıyla birleşince; ortaya tekrar tekrar seyredilesi bir film çıkmış.

İzleyin. Bir kere, iki kere de değil; arada sırada sırf müziklerini ve muhteşem finalini izlemek için, defalarca seyredin. Bill Nighy, Timothy Spall, Jimmy Nail ve Stephen Rea'nın orijinal sesleriyle söylediği şarkılar hep sizinle olsun!

17 Aralık 2014 Çarşamba

İzlemelik 11: Saklı [Caché]


Georges Laurent (Daniel Auteuil) ve Anne Laurent (Juliette Binoche), Paris burjuvazisinin yıldızı bir karı kocadır. Karısıyla birlikte mutlu ve huzurlu bir hayat süren Georges, bir televizyon kanalında çalışmaktadır. İkilinin kitaplarla, şaraplarla, dost meclisinde geçen keyif dolu akşamlarla çevrili sıradan yaşamı bir gün kim tarafından gönderildiği belli olmayan bir paketle kabusa döner. Pakette bir kaset vardır, kasette de Georges ve ailesinin gizlice çekilen görüntüleri... Paket üstüne paket gelir. Ve ardı arkası kesilmeyen bu paketler zamanla daha da gizemli bir hale gelmeye başlar, Georges'u geçmişiyle yüzleşmek zorunda bırakır.


Usta yönetmen Michael Haneke imzası taşıyan 2005 yapımı Caché'nin benim için iki özel anlamı var. Bunlardan ilki çoktandır hayranı olduğum Juliette Binoche'un filmde yer alıp resmen döktürmesi, ki asıl başrol oyuncusu Daniel Auteuil'dür; ikincisi ise bu filmin izlediğim ilk Haneke filmi olması.

Filmin hikayesini, sosyolojik pek çok konuyla olan bağlantılarını mutlaka uzun uzadıya tartışmak gerek. Ayrıca hikayenin anlatım şekline önem veren, bu konuları merak eden kişilerin; gerilimli bir hikaye nasıl çekilir, diyaloglar nasıl montajlanırsa nasıl kuvvetlenir, geçmişle hesaplaşma anlatan hikayeler klişeleşmiş gösterimlerden nasıl kurtarılır gibi konularda sağlam destek görebileceği bir film Caché.

Daha fazla uzatmadan, detaylı bir yazıyı önümüzdeki tarihlere fırlatarak en etkilendiğim sahneye bir göz kırpayım:

Film yaklaşık 3-4 dakika süren sabit bir kareyle açılıyor. Bu esnada sanki bir kameranın kayıtta olmadığı ve ekranda sabit bir fotoğraf slaydının durduğu hissi doğuyor. Dakikalar sonra, aynı plan hala sürerken kareye giren bir bisikletlinin ardından aslında filmin başlamış olduğunu anlıyoruz. Daha sonra ise Georges ve Anne'ın da aslında dakikalardır bizim baktığımızla aynı görüntüye bakıp olanları anlamaya çalıştıkları açığa çıkıyor.

Efsane bir filmin açılışı için efsane bir kare!

Filmin konusunu dediğim gibi ilerleyen zamanlarda eşelemeye çalışırım. Ama şimdilik gerçek alt metni merak edenler için; filmde azınlık, faşizm, göçmen sorunu ve günümüze damga vuran en önemli toplumsal problemlerin aslında çocukluktan bu yana içimizde taşıdığımız dürtülerden geldiği gibi tartışmalı konuların yer aldığını söyleyebilirim. Tabi ki "Bu budur!" demeyen bir film bu. En fazla ortaya sorular fırlattığını söyleyebiliriz. Zaten Haneke'nin alametifarikası da ortaya bir soru fırlatıp, kendisini bu soruya somut bir cevap vermek zorunda hissetmemesi. Yine de bu film bana, şimdi dönüp bakınca, Haneke'nin sorduğu soruya cevap vermeye çalıştığı ender filmlerinden biri gibi göründü.


16 Aralık 2014 Salı

İzlemelik 10: Köpeklerin Günü [Dog Day Afternoon]


Sonny (Al Pacino) geçimini dolandırıcıktan sağlayan bir adamdır. Arkadaşı Sal (John Cazale) ile banka soymaya karar verirler. Ancak soyacakları bankada para bitmiştir, işler çoktan karışmıştır ve bankanın kapısına polisler ve gazetecilerden kurulu bir ordu yığılmıştır. Tek çareleri bankadakileri rehin almak olan ikili; gerilen sinirleri ve hayatlarında ilk kez bu kadar büyük bir işin altında kalmalarından dolayı soygunun kontrolünü iyiden iyiye kaybeder. İkilinin bankada çalışan kişilerle kurduğu ilişkileri izlerken kendilerini daha çok tanıma fırsatı buldukça, suçluların kafamızdaki kanun kaçağı algısından farklı kişiler olduğunu idrak ederiz.


Al Pacino'nun ilk iki Godfather filminden sonra, yine Godfather'daki silik ağabeyi oynayan John Cazale'le rol aldığı Dog Day Afternoon kimileri için geri planda kalmış, kimileri içinse yıllar sonra bile açılıp ara ara izlenesi bir film. Ben tabi ki ikinci gruba dahilim. 1975 yılı tarihli, yönetmen Sidney Lumet'in çektiği film gerçekçi bir kara mizah olarak nitelendirilebilir.

Filmin başındaki giriş sahnesinde, dakikalarca New York'u izleten film, bazı seyircilere "Yeter!" dedirtse de; filmdeki kişi ve olayların aslında o gün New York'ta olan milyonlarcasından bir farkının olmadığını gözlerimizin önüne serer.

Yine filmin hemen başında, 3 kişiden kurulu olan soygun timinde, arabayı kullanacak kişinin korkması ve soygundan vazgeçmesi, Sonny'ye "İyi de, biz eve nasıl gideceğiz?" sorusunu sordurur. Bu soru, Sonny'nin aslında bir sokak dolandırıcısı olduğu, böyle büyük işlere karışmak için çok büyük bir sebebi olması gerektiği ve filmin devamında da göreceğimiz gibi asla birilerini öldürebilecek bir adam olmadığını da kanıtlar. Naif karakterdir Sonny. Partneri Sal de Sonny'den pek farklı durumda değildir. Filmin bir diğer yanı da tüm zamanların en önemli klasiklerinden biri olan Dog Day Afternoon'un, gerçek bir olaya dair yazılan bir makaleden esin alınmış olmasıdır.

12 Kasım 2014 Çarşamba

In Nolan We Trust


Doodlebug
Following
Memento
Insomnia
Batman Begins
The Prestige
The Dark Knight
Inception
The Dark Knight Rises
Interstellar

Babalar, gidin Interstellar'ı izleyin!
Son sözüm de budur.

11 Kasım 2014 Salı

Tekrar Karşılaşacağız [True Story]

2003 Kasım

Lise başlayalı henüz iki gün olmuş. Sınıftakilerin bir kısmıyla kaynaşılmış; bir kısmı yabani bulunmuş, kendileriyle iletişim kurulamamış. Gözler fellik fellik, kış gelmeden yüreğin tellerini titretecek yâri aramaya başlamış. Bingo! Huzurlarınızda, O! Günlerce süren su kesintisinden sonra gelen ilk damlalar gibi...

Adı, Gülşah. Sarışınla kumral arası, güneşin açısına göre renk değiştiren çipil çipil gözleri var. Memeleri pek büyük değil ama zaten büyük meme de abartıldığı kadar mühim bir şey değil. Hem daha meme aşamasına gelmeye epey var. Önce tanışmak gerek.

Lise büyük bir lise. İçinde kocaman bir koruluk... Korulukta; sarılan yeni çiftler, futbol konuşan sivilceli yüzler, üst dönemdeki erkekleri çekiştiren minik dudaklar... Koruluğun bittiği yerde, okulun ortasında iki adet kantin. Kantinlerin biri büyük, biri küçük. İsimlerini boyutlarından alıyorlar.

Küçük Kantin'in önünde duruyor Gülşah. Üzerinde kot ceketi var. Onun da okuldaki ilk yılı. O da henüz çok insan tanımıyor. O yüzden tanıdıklarına sıkı sıkı yapışmış, ne söylerlerse gülüyor. Arada sol elinin işaret ve orta parmaklarını birbirine yapıştırarak alnına düşen saçlarını kulağının arkasına itiyor. Kulak memeleri bitişik. Marion Cotillard'ın kulak memeleri gibi.

Dr. Tulp'un Anatomi Dersi [Rembrandt]

İki adım yaklaşıyor Gülşah'a doğru. Gülşah'ın çevresindekiler Dr. Tulp'un Anatomi Dersi'ndeki karakterler gibi ilgiyle izliyor adımları. Adımların sahibi gelip duruyor Gülşah'ın önünde. Gülşah adımlardan kafa hizasına kadar tarıyor gözleriyle karşısındakini. Kızlar tuzla buz oluyor. Küçük Kantin'in önünde ve dahi okulda ve dahi evrende bir tek ikisi kalıyor. Gülşah gülümsüyor. Adımların sahibi heyecanlı, gülümsemeyi unutuyor.

"Naber?" diyor gayet ne yapacağını bilmez bir ifadeyle.
"İyiyim." diyor Gülşah.
"Ben ..." diyor heyecanını yenmeye başlayan genç adam.
"Ben de Gülşah." diyor Gülşah.
"Biliyorum."
"Sen de Almanca bölümünde misin?"
"İngilizce."
"..."
"..."
"..."
"Biliyor musun? Seni beğendim. Bence biraz vakit geçirsek senle güzel bir çift olabiliriz."
"..."
"..."
"..."
"..."
"Teşekkür ederim."
"Neden?"
"Beni beğendiğin için."
"Rica ederim."
"..."
"..."
"..."
"..."
"..."
"..."
"Ama sanırım bence arkadaş kalmalıyız."
"Arkadaş olduk mu yani?"
"Olmadık mı?"
"Tahminimden kolay oldu."
"..."
"..."
"..."
"..."
"..."
"..."
"..."
"..."
"..."
"..."
"..."
"..."
"..."

2014 Ekim

Erguvan ağaçlarıyla çevrelenmiş bir bahçe. Bahçeye ara ara girip kaybolan sokak kedileri. Bahçenin ortasında, kedileri cazibesiyle tahrik eden bir mavi leğen dolusu yeni kesilmiş kurban etleri. Bugün Kurban Bayramı.

Ev ahalisi gelen gideni ağırlamaktan, sabahın köründen beri boğuşulan koyunun terk-i diyarından sonra soluklanmak için televizyonlu odada, yarı uyur yarı uyanık oturmada. Televizyonda 'Ben Bilmem Eşim Bilir' adlı program açık. Programın sunucusunun omzunun hemen üzerine konuşlanmış küçük bir tay kuyruğu var. Yarışmacılarla sarmaş dolaş, program bitse de eve gitsek diye düşünmeden konuşuyor. Herkes eğleniyor. Yarışmacılar kâh acı biber yiyor, kâh kilolarca bardak kırarak yarışmaya renk katıyor.


Ev ahalisinin en genç üyesi, odada neredeyse uyumadan televizyon seyreden tek kişi. Ona kalsa NTV Spor falan izlemek istiyor. Ama babaanne bu programın tutkunu. İzlemese bile, dinlemeyi seviyor. 'Ben Bilmem Eşim Bilir' babaanneyi çok güldürüyor.

"Sizce eşiniz 1 dakika içerisinde kaç kırmızıbiber yiyebilir?" diye soruyor programın sunucusu.
"10!"
"12!"
"18!"
"26!"
"140!"
"141!"

Açık artırma 141'de sonlanıyor. 141 tane kırmızıbiber yiyecek olan kadın, kendisi hakkında bu iddiada bulunan kocasına yarı sitem yarı motivasyonla bakıyor. Kadın kocasına bakarken, evin kurban eti kokusuyla mayışan ahalisi içinde, o en genç üye de 141 tane kırmızıbiber yemesi gereken kadına bakıyor. Belli belirsiz iki hece dökülüyor dudaklarından...

"Gülşah!"

30 Ekim 2014 Perşembe

İzlemelik 09: İki Gün, Bir Gece [Deux Jours, Une Nuit]


Kısa bir süre önce girdiği depresyonun etkilerini yenmeye çalışan Sandra (Marion Cotillard), aldığı hastalık izninin ardında işe tekrar döneceği günü beklerken iş arkadaşı Juliette'ten aldığı bir haberle yıkılır. Habere göre, iş yerinde yapılan oylamada Sandra'nın iş arkadaşlarına, genç kadının tekrar çalışmaya başlaması ile kişi başı 1000'er Euro'nun sahibi olmaları arasındaki tercihleri sorulmuştur. Kendisine soru yöneltilen 16 kişiden 13'ü, Sandra'nın işten çıkarılması yönünde oy vermiştir. Juliette'in ısrarıyla iki kadın oylamanın tekrar yapılması için patronla görüşür. Patron, Pazartesi günü yapılacak yeni bir oylama için Sandra'ya onay verir. Şimdi Sandra'nın önünde, oyları kendi lehine çevirmek için yüz yüze görüşülmesi gereken 16 kişi ve '2 gün 1 gece' sürecek bir hafta sonu vardır.


Belçikalı yönetmen kardeşler Jean-Pierre ve Luc Dardenne'in 2014 Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye için yarışan son filmi Deux Jours, Une Nuit son yıllarda izlediğim mükemmel filmlerin tepesine yerleşti. Dardenneler'in daha önceki filmlerini de görüp özellikle Le Gamin au Vélo'ya bayılmış bir izleyici olarak, ikilinin daha iyi bir film çekebileceklerine pek olanak vermiyordum. Yanlış olmasın, beceremeyeceklerinden değil. Bir daha başka bir filmle bana bu kadar çok şey düşündüreceklerini düşünememiştim.

Peki, ne var bu filmde de bu kadar heyecan yaptım? Tabi ki sadece Marion Cotillard'ın gül yüzü hatırına değil... Ama heyecanımın nedenini uzun uzadıya yapacağım bir film incelemesinde açıklarım. Sadece girizgâh olarak bir alıntı yapayım, niyetim belli olsun: "Futbol basit bir oyundur, zor olan onu basit oynamaktır." demiş Johan Cruyff. O cümleden 'futbol' kelimesini çıkarın, yerine 'sinema' ekleyin. Bu filme bakınca Dardenneler'in oyunu çirkinleştirdiğini kim söyleyebilir ki?

Bu arada başıma bir şey gelmeyecekse bir diğer fikrimi de belirtmek isterim: Bence Altın Palmiye, bayıldığım bir diğer film olan Kış Uykusu'nun değil, açık ara Deux Jours, Une Nuit'nin hakkıymış.


29 Eylül 2014 Pazartesi

Odadan Kaçış

"Zamanın hiç yaşanmamış bir köşesinde kendi başına duran bir hikaye vardı. Uyanık düşlerinde bir grup insan, bu hikayeye bir saatliğine dahil oldu. Birlikte olmanın verdiği coşkuyla, anıların peşinden gittiler. İpuçları ışık olup onlara yol gösterdi. Odadan Kaçış onların tek amacıydı."


İnsanoğlu hayal eder. Okuduklarını gözünde canlandırır, dinlediklerini kişilere yakıştırır, izlediklerini ya kahramanın yerinde ben olsaydım diye değerlendirir. Hayallerin kaynağı da tam olarak burasıdır: Ben olsaydım ne yapardım dürtüsü


Anılar. Anıların doğru düzgün bir tarafı yoktur bana kalırsa. Hatta bence anılar, enikonu rahatsızlık kaynağıdır. Eğer kötülerse, yaşayanın belleğinde illa ki bir yara bırakmıştır. İyilerse de... Eski günlerin mutluluğunu şimdiki zamanla karşılaştırmak eski günlere yapılmış çok sağlam bir torpil. Eski günler zaten asla geri gelmeyecek oluşlarıyla maça 1-0 önde başlarlar. Bir de bu günleri mutlulukla hatırlamak, karantina garantili depresyon!


Tabi bunların hepsi kendi anılarınızsa kötüdür. Ama bir taraftan da insan meraklı bir hayvandır. Bu yüzden karşı pencereye gözü takılır, bu yüzden gülen bir topluluk gördü mü içten içe neden güldüklerini düşünür. Yani, neresinden baksan, birilerinin anılarını merak etmek doğamız gereğidir.


Odadan Kaçış bu yüzden var. Doğamızın gerektirdiğini; topluma zarar vermeden ve eğlenceli bir şekilde ifa edebilelim diye. Perdede gördüğümüz o pek heyecanlı sahnelerden ya da bayıla bayıla defalarca okuduğumuz romanın satır aralarından fırlamış bir dürtü Odadan Kaçış. Esrarengiz. Biraz da gergin. İnsana tatmini ve tatminsizliği, sabırsızlık ve sükuneti aynı anda yaşatan bir histeri krizi.

Detay için: www.odadankacis.com

2 Eylül 2014 Salı

Türk Sinemasının En İyi Filmi

Sinemamız bu sene 100. yılını kutluyor.
Geri dönüp bakınca, bu 100 yılda pek çok sağlam film çıkardık.
İşte bu çok sağlam filmler arasından en sağlam filmi bulmak için bir oylama yapıldı.
Ve 360.000'den fazla kişinin katıldığı oylamada "Türk Sineması'nın En İyi Filmi" belirlendi:
Metin Erksan'dan Susuz Yaz


Tebrikler olsun!

1 Eylül 2014 Pazartesi

İzlemelik 08: 8,5 [Otto e Mezzo]


Dünyaca ünlü İtalyan yönetmen Guido Anselmi, yaratıcı ve kişisel bir bunalımın ortasındadır. Yeni filmi üzerinde çalışmakta; fakat çocukluk anıları ve cinsel fantezileri tarafından sürekli taciz edilmektedir. Bu yüzden filmine de bir türlü konsantre olamaz. Bu çaresiz halleri, Guido'nun içine kapanmasına neden olur, böylece yönetmen bir tarafından hayatına katkıda bulunan olayları değerlendirir: Çocukluğu, kilise zamanları, aile ilişkileri, yaşamına giren kadınlar ve bunların her birine eşlik eden türlü karabasanlar... Belki de yeni filminin malzemesini bunlar oluşturmalıdır.



Federico Fellini'nin 1963 yılında seyirciyle buluşan filmi Otto e Mezzo, bir yönetmenin yaratıcılık sancılarını karabasanlar ve gündüz düşleri ile harmanlar. Zamandaki geçişler, anılara dönüşler ve geleceğe dair yorumlar birbiriyle iç içedir. Bu da filmi izlemesi zor fakat kült bir film olarak hafızalara kazır. Pek çok önemli yönetmene ilk 10 film tercihi sorulduğunda verilen yanıtların içinde Otto e Mezzo da yer alır. Bunun nedeni; bir taraftan hayal ve gerçeği bir arada başarıyla verebilen en başarılı filmlerden biri olması; diğer taraftan insan psikolojisinin kıvraklığı ve yaratma arzusunun pamuk ipliğine bağlı olduğunu başarıyla aksettirebilmiş bir film olmasıdır. İzlemesi biraz zor bir film, ama asla kötü, sıkıcı ya da 'fazla entel' değil...


29 Ağustos 2014 Cuma

Bir Tavşan Atasözü

"Bazen, sırf o rahat uyusun diye uyumadığın anlar olur."
- Bir Tavşan Atasözü


28 Ağustos 2014 Perşembe

İzlemelik 07: ...Ve Herkes İçin Adalet [...And Justice For All]


Arthur Kirkland hırslı ve dürüst bir avukattır. Baltimore'da genellikle baro avukatlarının almaya pek yanaşmadığı davaları, belli ki "herkesin adalete ihtiyacı olduğu" düşüncesiyle kendisi üstlenmektedir. Bir travesti de vardır müvekkillerinin içinde, bizdeki Pardon filmindeki gibi aslında suçsuz olan ama suçluluğu tesadüfi deliller ile kanıtlanmış gibi görünen bir adam da... Hatta filmin bir yerinden itibaren, Arthur'un geçmişte yumruk attığı baş belası yargıç da...



Arthur'un sosyal hayatındaki çelişkileri ve Amerikan adalet sisteminin kokuşmuşluğu gibi konuları merkeze oturtan ...And Justice For All, Al Pacino'nun yeni bulduğum sağlam filmlerinden biri. 1979 yapımı. Al Pacino'nun henüz master olmadığı ama yavaş yavaş yükselmeye başladığı yıllar yani.

Adliyelerin cezalar hakkında yalan yanlış hükümlerde bulunup bir ceza alışverişi haline gelmesini, hakimlerin yasaları kötüye kullanarak yetkilerinin kendilerini Tanrı yaptığını sanmasını ve bunun gibi daha pek çok ayrıntıyı işliyor film. Üstelik Al Pacino'nun erken dönem filmlerinde pek şahit olmadığımız esprili bir anlatım tarzıyla. İçindeki iğnelemeler ve ciddi konular biraz daha az olsa, belki de adalet sistemini eleştiren bir kara komedi diye yazılacaktı bu filmin ardından...


  

26 Ağustos 2014 Salı

Türkiye'de Kadın Hikayeleri Anlatılmıyor!

Artık anlatılıyor.
Bunun en güzel örneklerini paylaşmak için 2 delil var elimde Sayın Hakimler, Sayın Hakim'anımlar...

Öncelikle biraz başlıktaki düşüncemi destekleyen duygularımı sereyim ortaya. Sonra ne yapıp edip bir şekilde esas anlatmak istediğim konuya bağlarım nasıl olsa.

İzlediğim, okuduğum, pek keyif aldığım ve hepsi genellikle erkek egemen hikayeler olmasına rağmen kadınlarına da bayıldığım eserler var. Bunlar kâh bir sanat eseri -sinema, roman vs.- kâh bir televizyon dizisi. Ama hepsinde aynı sorun var. Bir erkeğin, düzenli çalışan bir erkek bile olsa, hemcinslerini yansıtması bile büyük bir özveri gerektiriyorken; elinden geldiğince kadını da anlatmaya çalışması bir tarafından hep yüzeysel geliyordu bana. "Kadınlar karmaşıktır." klişesine bağlayacak değilim elbette ama herhangi bir insan kendi içindeki derinlikleri bile rahatlıkla çözümleyemezken, bir karakter yaratırken karşı cins olan bir karakteri nasıl yaratabilirdi ki?

Kör cehalet. Ustalar bunları asırlardır yapıyor oysa. Neyse ki cevabı buldum, düşüncelerim kırılmaya başladı.

Söylüyorum.

Onu karikatürize edersin.
Annene bakar, ondan feyzalırsın.
Eski kız arkadaşların, varsa kız kardeşin, yoksa kuzenlerin yeğenlerin, ve dahi arkadaşların...
Aslında kendileri bilmese de, hepsi mikroskobun camına kurulmuş incelenmeyi bekleyen birer organizmadır. "Lama oturmak". Çirkinleştim. Hah, ne diyorduk!

Evet, bir kadını anlatmak için ekstra mesai harcaman gerekir. Çünkü yaptığın iş ne olursa olsun, kendini biraz tanıyan bir kadın, anlattığın kadınla ilk tanışmasında bunun bir kadın değil de erkeğin hayal ettiği bir dişi insan olduğunu fark ederse konu açılmadan kapanır.


Zaten bu yüzden büyük sinema ve edebiyat karakterlerinin çoğu bir erkeğin hikayesini anlatır. Lady Macbeth'e ve Anna Karenina'ya bakın, Madam Bovary'ye; Luis Bunuel'in Belle de Jour filmini açıp Severine'i inceleyin... Hepsi yaratılmış gerçek kadın karakterler. Üstelik bunlar ilk bakışta aklıma gelenleri... Ama biz bunların hepsini bir kenara bırakalım. Çoğunluktan bahsedelim. Çünkü belli ki karakter yaratıcıları bir şekilde ya kadınlardan kurulu bir senaryo ve yazım ekibinin elinden çıkıyor; ya da bu yaratıcılar gerçekten hayattan elini eteğini çekip kadın erkek ayırmaksızın insan ruhunun derinliğinde dolaşmayı seviyor.

Türkiye'de kadın hikayeleri artık anlatılıyor derken aslında ilk aklıma gelen Kış Uykusu'ydu. Nuri Bilge Ceylan'ın Altın Palmiye kazanan son filmi. İnternetteki, sağdaki soldaki tüm film tanıtım metinlerinde Aydın karakterinin bilmem ne huylarının bilmem ne yansımalarından bahsediliyor. Bana kalırsa Kış Uykusu, ülkemiz sinemasında kadınların cümlelerini, kadınların hisleriyle verebilen ender filmlerden... Bunda yönetmenin tam anlamıyla bir entelektüel olmasının yanında, senaryo yazımında birlikte çalıştığı eşi Ebru Ceylan'ın ve hatta son filmlerine yapımcılık yapmış Zeynep Özbatur'un bile etkileri vardır. Bunlardan iyi bir çıkarım yapabilmek için sadece her şeyi bırakıp muhabbetin kendisine odaklanmak bile yeterli olacaktır. Bakmayın böyle müneccim boku yemiş gibi konuştuğuma... Hepsini deneme yanılma bulup, uygulamaya çalışıyorum. Böyle yaparsanız bu olur Coni'ler çirkinliğinde değil iç sesim. Devam!

Bana "Türkiye'de de kadın hikayeleri anlatılmaya başlandı." cümlesini kurduran ilk neden, Ramin Matin imzalı Kusursuzlar adlı sinema filmini izlemeye fırsat bulabilmiş olmam. İkincisi ise Yekta Kopan tarafından yazılan Aile Çay Bahçesi adlı roman.

Dikkatinizi çektiyse birinin yönetmeni, diğerinin yazarı erkek. Bu olayı bir kadın erkek çatışmasına ya da çakışmasına indirgemek istemem. Sadece bir çıkar yol arıyorum ve biraz da seviniyorum açıkçası. Yazabilen kişiler yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Üstelik kadın yazarlar erkek karakterleri çatır çatır yaşatıp konuştururken, tam aksinin layıkıyla yapılamaması neden? Baya baya anlatılan hikayeler inandırıcı. Ve şimdiye kadar bu suları hiç tecrübe etmemiş kişiler için de gayet heyecan verici.

"Amaaan, bunun da adet dönemi herhalde..."
"Amaaan, bu ne be böyle menapozlu karı gibi..."
"Amaaan, siktret be oğlum, kadınlar karmaşıktır..."

Bu lafları pek çok kez duydum, hatta belki birkaç kez ortam içinde gülünsün diye kullanmışlığım da vardır. Ama bu öyle lümpen tavırlar içinde olmayan, bilakis ortada neler döndüğünü deli gibi merak eden bir adamın diğer insanlar içindeki konumunu şakaya vurarak korumaya çalışmasından kaynaklanıyordu belki de kim bilir... (Ayrıca bkz. Benim Kürt arkadaşım da var.)

Önce Kusursuzlar...
Ailelerinin ölümünden sonra, anneannelerinin sahip olduğu Çeşme'deki yazlığa giden iki kardeş, Lale ve Yasemin'in hikayesi. Çekimler karanlık, karakterler karanlık, hayat karanlık. Ama bir o kadar da gerçek. "Bu kadın neden bunu giyiyor?", "Bu kızın bunu yapma nedeni neydi?", "İyi de az önce gülüyorlardı, ben araları düzelecek sanmıştım!"

Film boyunca hem anlamaya çalıştım hem de bir an önce ilişkileri düzelsin istedim. İlişkilerinin düzelmesi elbette Hollywood tarzı, arabaya binen iki kız kardeşin Golden Gate Köprüsü'nden geçip ufka doğru ilerlemesini seyretmekti. Kahkahalar eşliğinde. Hollywood yapaylığıyla süngerleşmiş beynimiz böyle filmleri 'offf içim karardı' şeklinde yorumlamıyor muydu? Neyse Hollywood'un ahlaksızlığını almadan, ustaları ve usta filmleri bir kenara ayırmamız gerektiğini de söyleyerek kapatayım konuyu. Bu yazı gittikçe okunması daha zor bir hale geliyor. Oğuz Atay değilsen serbest çağrışım saçmalıktır. Büyük Hilmi'nin de söylediği gibi. "Böyle fikirlerin varsa ve fakirsen, deli diyorlar; zenginsen girişimci oluyorsun." Bizimki de o hesap.


Kusursuzlar diyordum. Neresi kusursuzdu bu iki kadının? Baktığın zaman gayet sokakta gördüğün ya da arkadaşının bir arkadaşı olan o gıcık kadınlardandı ikisi de. "Çağırsalar da gitmesem, çağırmasalar da gücensem." diyenlerden. Peki niye yapıyorlardı bunu? Daha ne kadar saklayacaklardı içindekileri bizden? Eğer içlerinde bir şey yoksa ve onlar bu şekilde davranıyorlarsa, üzgünüm ama erkek kafası hemen "Amaaan kadınlar işte..." mi demeliydi? Hep karmaşıktılar, hep de karmaşık kalacaklar?

Sonra final yapıldı. Büyük final, her şeyin açıklandığı sahne. Finale kalmadan birkaç olayla bizi olacaklara ve o ana kadar olanların neden olduğuna az biraz hazırlamaya başlamıştı film. Ama o final. Gördükten sonra, film boyunca anlatılan kadınların gerçekten yaşadığı geldi oturdu göğsümüzün üzerine. İddia ediyorum. Yaratılan pek çok erkek karakteri yazan senaristler, kendileri de erkek olmasına rağmen yüzeyde takılmayı seçtiğinden; bu iki kadını yazan kişiler kadar derin bir erkek karakter bulmakta zorlanırsınız. Bu kadınlar, her ne kadar senaristi bir kadın olan Emine Yıldırım -ellerin ve zihnin dert görmesin annem- tarafından yazılsa da, erkek bir yönetmen tarafından çekilen bu filmde gerçekten varlar.

Çeşme gerçekten var.
O anneannenin evi gerçekten var.
Ve o iki kız kardeş, gerçekten de hayattalar.


Benzeri bir konunun bir de Aile Çay Bahçesi versiyonu var. Temelde Yekta Kopan'ın kitaplarını, anlattıkları açısından keyifli bir pazar okumasına layık görsem de bu kitap baya oturup incelemelik. Ana karakterlerimiz yine iki kardeş. Çocukluklarının geçtiği bir sahil kasabasına giden ikiliden abla olan Müzeyyen'in ağzından yazılmış. Babalar ve kızları temalı biraz daha... Ama yitip giden bir babanın arkasından, iki kız kardeşe rakı masasında kavga ettirecek kadar maskülen. Daha fazla değil. O da babalarından gördüğü bir davranış olduğundan...

Türkiye'de kadın karakterlerin başrolde olduğu sanatsal ve kurgusal hikayeleri anlatmak, saçma sapan mertebelerde kalmasın diye Kusursuzlar ve Aile Çay Bahçesi gibi daha onlarca film çekilmeli, yüzlerce kitap yazılmalı.

5 Ağustos 2014 Salı

The Gentleman's Wager

Johnnie Walker Blue Label, dünyaca ünlü İngiliz aktör Jude Law ve İtalyan aktör Giancarlo Giannini'yi aynı filmde buluşturmuş. Büyük yerlere gelmiş iki adamın çocuksu taraflarını bir iddia muhabbeti üzerinden anlatan film, çocuk gibi davranan erkek iticiliğine düşmeden, gayet cool bir şekilde aktarılmış. Ben sevdim. Buyursunlar!


23 Temmuz 2014 Çarşamba

İşte, Fikri Bey Böyle Bir Günde Delirdi.

Böyle bir günde.

Oscar'a Bir 'Ki: The Imitation Game

Ünlü İngiliz matematikçi Alan Turing'in hayatını anlatacak bir film geliyor yakında. Yakın dediysem, yine çok yakında değil; Kasım 2014'te ama filmin konusu ve oyuncuları, insanı heyecanlandırmaya yetiyor da artıyor bile...


Alan Turing
Kendileri modern bilgisayar biliminin kurucusu aslında. En azından bilim camiasının büyük bir kısmı tarafından bu unvanla nitelendiriliyor. Geliştirdiği Turing Testi ile makinelerin ve bilgisayarların düşünme yetisine sahip olup olamayacakları konusunda bolca çalışma sahibi. II. Dünya Savaşı sırasında Alman şifrelerinin kırılmasında çok önemli bir rol oynadığı için, aynı zamanda bir savaş kahramanı kendisi. Manchester Üniversitesi'nde çalıştığı yıllarda, Turing Makinesi denilen algoritma tanımı ile modern bilgisayarların kavramsal temellerini atan bir bilim insanı. Çok mu bilimsel oldu? Bence de... Neyse ki matematik algılarım arada geçen bazı deyişleri ilk kez duymuşum gibi hissetmemi engelliyor. Sık dişini, az kaldı.




Matematik Felsefesi 101
Princeton'da beraber çalıştığı tez hocası Alonzo Church ile geliştirdiği Church-Turing Hipotezi ile de matematik tarihinde kendine has bir sayfa açan Turing, bu tezinde bir algoritmayla tarif edilebilecek tüm hesaplamaların dört işlem, projeksiyon, eklemleme ve tarama operasyonları ile tarif edilebilecek hesaplamalardan ibaret olduğunu ifade eder. Bu belki bir matematiksel teorem değildir ama matematik felsefesi için çok önemlidir ve hala çürütülememiş bir hipotezdir.


Eşcinsellere Ölüm (!)
1952’de şantaja maruz kaldığı şikâyetiyle polise başvurup eşcinsel olduğunu açıklayan Turing, eşcinsellik suçlamasından yargılanıp 1 sene boyunca kimyasal olarak hadım etme yöntemi olarak kullanılan östrojen iğnesi vurulmaya mahkum edilmiştir. 1954 yılında potasyum siyanid yani siyanür zehirlenmesinden öldüğünde, Turing'in yediği elma ile intihar ettiği sonucuna varılmış; buna rağmen Turing'in zehirlenmesinin kendisi tarafından değil, başkaları tarafından hazırlanan şüpheli bir ölüm olduğu iddiası sürmüştür.


İngiliz Hükümeti'nin Alan Turing'e iade-i itibar haberini aşağıdaki linkten görebilirsiniz:


Film bir biyografi anlatısı. Savaş da var, yetenekli oyuncular da, dünyanın pek çok yerinde hala tabu olarak görülen eşcinsellik konusu da... Bunu söylediğim için beni bağışlayın ama, tam da Oscar'a layık değil mi bu saydıklarım Allah aşkına?

Umarım en az fragmanı kadar güzel bir filmdir. Oyuncular ve konu seçimindeki becerikli tavrını filmin geneline yansıtabilmişse, The Weinstein Company bu yıl bir kaç heykelcikle ayrılabilir törenden.


 

7 Temmuz 2014 Pazartesi

İzlemelik 06: İtirazım Var


Bir zamanların boksörü, yeni yeni öğrendiği bağlamasıyla kulakların telini titretmeyi başarmış, antropoloji konusunda eğitim sahibi biri olan Selman Bulut; uğrayanı çok olan, cemaati 10 kişiyi geçmeyen çarşı camisinde görev yapan bir imamdır. Bir gün camide namaz kıldırdığı sırada caminin içinde iki el silah sesi duyulur, namaz kılmakta olan kişilerden biri öldürülür. Olay yerine gelen polisler çalışadursun, araştırma sürecinde olaylar deşildikçe sarpa sarar. Selman Bulut bir anda kendi isteği dışında girmiş bulunur davaya. E, polis de olayın çözümünü yanlış yerde aramaya başlayınca, Selman Bulut harekete geçer ve şüphelendiği kimi kişi ve durumların üzerinden davayı çözmeye karar verir. Her ipucunda işler daha da gizemli bir hal alacaktır.


33. İstanbul Film Festivali'nde, En İyi Yönetmen ödülünü Onur Ünlü'ye ve En İyi Erkek Oyuncu ödülünü ise Serkan Keskin'e kazandıran İtirazım Var, farklı bir film. Polisiyeye meraklı biri olarak söyleyebilirim ki, edebiyat tarihinin en sağlam karakterleri denince akla ilk dedektifler gelir. Bu yüzden yeni yazılan polisiyelerde inanırım ki yazarlar-senaristler, yeni karakter bulurken sorun yaşarlar. Çünkü en sağlam dedektifler, -ya da polisiye karakterler diyelim- zaten onlarca yıldır belleğimizdedir. Hele ki ülkemizde polisiye karakter yaratmak, bu tip olayların çözümü polis dışında birine bırakılamayacak olduğundan; inandırıcılık, karakteri sahiplenme gibi konularda bizi daha da zora sokar. Bunlardan yola çıkarsak, sadece bu konudaki ön yargıları kırdığı için bile çok başarılı bir film İtirazım Var. Bir imamdan dedektif yaratan zihinlerin hayranı olmamak elde değil. Diyaloglar bazen gülünsün diye fazla zorlanmış gelse de, genel olarak yine süpersonik bir Onur Ünlü filmi var karşımızda...

Normalde sırada fragman var ama ben yine de tadımlık bir Vaaz Sahnesi paylaşacağım. Gerçekten de bu imam, tanıdığımız diğer imamlara pek benzemiyor.

Şimdi fragman:


4 Temmuz 2014 Cuma

İzlemelik 05: Berlin Üzerindeki Gökyüzü [Der Himmel Über Berlin]


Damiel ve Cassiel, Berlin şehrinin üzerinde dolaşan iki melektir. Bugüne kadar tasvir edilen melek görüntüsüne sahip olmayan ikili, sıradan kişiler gibi görünür; alametifarikaları olan kanatları da her zaman ortaya çıkmaz. Üzerlerinde sade birer pardösü olan bu melekleri diğer insanlar göremez, duyamaz. Sadece küçük çocuklar ve diğer melekler onları görebilir. Onlar da insanlara ve olaylara doğrudan müdahale edemezler.

Damiel bir gün gittiği küçük, pejmürde bir Fransız sirkinde Marion adında bir trapez cambazına tutulur. Genç kadının içinden geçirdiklerini, kafasının içinde duyan Damiel, artık ölümlü bir 'insan' olup Marion'la yaşamaya karar verir.


Yönetmen Wim Wenders'a, 1987 yılında Cannes Film Festivali'nde en iyi yönetmen ödülünü kazandıran Der Himmel Über Berlin, konu itibariyle aslında ilk kez duyduğumuz bir hikayeyi anlatmıyor. Benzeri bir başka film için bakınız: City of Angels. Öte yandan öyle ya da böyle bana her zaman biraz daha bağımsız gelen Avrupa Sineması ile ticari kaygısız yola çıkmadığına inandığım Hollywood Sineması arasındaki farkları anlamamız açısından da büyük bir örnek bu film. Şiirsel dili olsun, olaylara yaklaşımı olsun, çekimleri olsun; her şeyiyle tekrar tekrar izlenesi. Oyunculuklar şahane, manevi bir hikaye olmasına rağmen inandırıcılığı en üst seviyede. Üstelik müziklerinde ve filmin birkaç sahnesinde Nick Cave'in imzası var.


3 Temmuz 2014 Perşembe

Daha Konuşmadan Güldüren İnsan


Buyursunlar!



Uzakta: Haneke Haneke'yi Anlatıyor

Kapanan kapının sesiyle uyandı genç adam. Böylesine ne kadar uyanmak denebilirdi tam olarak bilinmese de artık uyumayacağından emindi. Gözlerinin biri açılmamakta ısrar ederken, kendini zorladı ve yataktan kalktı. Tuvalete girdi. İşini bitirdiğinde eli taharet musluğunu aradı. Eli musluğun olması gereken yerde bir şeye temas etmeyince, birkaç gündür ülkesinde olmadığını hatırladı. Tamamdı işte, uyku yavaş yavaş gidiyordu.

Kalktı, yurt dışına çıktığından beri adet edindiği üzere duşa girdi. Saçlarını kuruttu, kuruyan cildini nemlendiren kremini sürdü. Sürmeseydi her mevsim deri değiştireceğine yemin edebilirdi. Aynada yüzüne bakarken böyle bir cilde sahip olduğu için ne kadar şanssız olduğunu düşündü. Sonra izlediği bir filmde, kendisini fakir hissetmenin gerçek fakirlere haksızlık olacağını düşünen kızın cümleleri geldi aklına. Şanssız değildi, sadece genetik mirası zedeliydi.

Kahvaltı için mutfakla banyoyu birbirinden ayıran salona yöneldi. Mutfağa geçerken el alışkanlığı ile televizyonu açtı. Çat pat anladığı kelimeler yankılandı odada. Kettle'a bastı, çay için su kaynatmaya başladı. Nutella'yı da artık bakmadan bulduğuna göre düşündüğünden daha uzun süredir buradaydı. Bir iki krep alıp, çayla birlikte bir tepsiye koydu, televizyonun karşısına geçti. Scooby Doo izlemeye başladı. Kahvaltı bitti, çizgi film bitti, genç adam dışarı çıkmak istedi. Oysa televizyonu kapatmasa, Scooby Doo'nun yeni bölümünü izleyebilirdi.

Sokağa çıkınca ilk iş tramvaya koştu. Kaçırması demek, yirmi dakika daha beklemesi demekti. Oysa yetişmesi gereken bir yer yoktu. Saat daha sabahın 10'uydu. Yine de bindi tramvaya. İtliğini yaptı, tanesi 1,50 Cent olan biletini basmadı. Sabahın bu saatinde kontrol mü olurmuş, diye düşündü. Birkaç durak gitti tramvay. Ortada kontrol memuru falan yoktu. Sonra yavaş yavaş yeni bir durağa yaklaşmaya başladılar. Gayri ihtiyari ayağa kalktı genç adam. Tramvay durağa yaklaşırken, uzaktan bakınca kontrol memurlarını andıran kişileri gördü. Onlar binmeden önce inmek için kapıya yürüdü, tren durduğu gibi de attı kendini dışarı. Oysa bekleseydi, bir durak daha tramvayla gidebilirdi zira binenler kontrol memurları falan değil; sıradan şık giyimli insanlardı. Yine de genç adam bundan sonrasını bisikletle gidecekti. Dedim ya, sorun yoktu. Ne zamanla ilgili, ne de bisikleti kullanmak için gereken enerjiyle ilgili. Hatta bilakis, şu ara enerjisini atmaya ihtiyacı vardı. Uyku dediğin şey, biraz da vücudun yorulmasıyla gecelere dahil olurdu. Genç adam uyku konusunda sorunlar yaşıyordu.


Kiraladığı bisikletle, tramvay yoluna paralel olarak gitti bir süre. Sonra şehir merkezine geldi; bisikletini de, kiraladığı yere benzeyen bir bisiklet durağına bıraktı. Yolun kalanına yaya olarak devam etmeye karar verdi.

Çarşıya girdiğinde saatin 10:20 olduğunu gördü. Randevusu 12:30'daydı. Kendi kendine geçirilecek iki küsur saat vardı önünde. Yürümeye başladı. Ara sokaklarda fink attı. Hoşuna giden bir mekana oturdu, kahvaltısını yapalı çok zaman geçmemiş olmasına rağmen bir kahve ve kruvasan istedi. Kruvasan sıcacıktı, kahve acı. Ama kahveyi acı bulduğunu mimiklerinden hissettirmemeye çalıştı. "Alt tarafı bir latte, bunu da içemezsen Avrupa Birliği'ne girmeyi hak etmiyorsun." diye takıldı kendi kendine. Yine de içtiği kahve -muhtemelen önceden yediklerinin de etkisiyle- boğazında garip bir tat, midesinde de hafif bir bulantıya sebep oldu. Yarısında bıraktı latte'yi, içinden latte'ye lanetler yağdırarak. Latte dediğin tatlı değildi belki ama acı da hiç değildi. Kalktı mekandan kruvasanını da yanına alarak. Oysa biraz daha otursaydı, arkasından gelen garsonun kendisine latte değil de bir ön masanın siparişi olan double espresso'yu getirdiğini öğrenebilirdi. Double yahu. Suyu aynı su, kahvesi iki kat fazla... Bir nevi zehr-i zıkkım...

Parkları, nehir kenarını ve işportacıları gezdi genç adam. Bu arada bir kez daha bisiklet kiralayıp dolaştı, sonra yine aldığı yere bıraktı. Saatine baktı, hala biraz zaman vardı. Kitapçıları gezdi. Hem edebiyatla hem de sinemayla ilgiliydi genç adam. Ve özellikle aradığı bir kitap vardı: Haneke par Haneke. Ama kitap hiçbir yerde yoktu. Son olarak, artık randevusuna 15 dakika falan kalmışken, adımlarını, önceden de gördüğü ama hiç gezme fırsatı bulamadığı antika kitapçıya doğru sıraladı. Antika kitapçı derken yanlış anlaşılmasın, kitaplar son derece yeniydi. Belki bilerek eskitilmişti, belki de kendiliğinden eskimişti kitapçının girişi... Bu da mekana normalden daha entelektüel bir hava vermişti.


Girdiği her yerde olduğu gibi burada da güler yüzle karşılandı genç adam. O da güler yüzü iade etti karşısındakilere. Bu kentten ayrılık günü yaklaştıkça, daha fazla dikkat eder olmuştu nezaket kurallarına. Hatta gitmeden önce bir kez mutlaka tramvayda bilet de basacaktı. Sonuçta o da belediyeye gösterilecek bir nezaket anlayışıydı. Kitapçıda, tezgahta duran kadına yaklaşıp bozuk Fransızcası'yla,

"Merhaba!" dedi, "Ben bir kitap arıyorum. Adı Haneke par Haneke. Sinema ile ilgili."

Kadın, "Derhal!" der gibi arkasını döndü ve genç adama başıyla kendisini takip etmesini işaret etti. Genç adam kadını takip etti, kitaplarla çevrili koridorlardan geçtiler ve sinema kitaplarının yer aldığı bölüme geldiler. Kadın kitabı alfabetik olarak ararken, seçici algıları çoktan açılmış genç adam, kitabı şıp diye gördü ve sesini ayarlayamadan sevincini yaşadı. "İşte orada, orada!"

Kadın, kitapçının sükunetini bozduğunu düşündüğü bu Fransızca yeterlik sınavını verememiş gence terbiyesizleşmemesi için uyaran gözlerle baktı ve başka bir arzusu olup olmadığını sormadan tekrar yerine gitti. Oysa sorsaydı, genç adam bir bardak su isteyecekti. Heyecan susamasına neden olmuştu. Hoş, bu kadına da bu kadar yüklenmek olmazdı.

Yeniden kitapla ilgilenmeye başladı genç adam. Kitaba dokundu. Kitabın kapağında yer alan sakallı adamın sakallarını hissetti. Dikdörtgen gözlüklerine hohladı, tişörtüne bastırarak silmeye çalıştı. Gözünden bir damla yaş süzüldü. "Sonunda..." dedi. "Sonunda kavuştuk yiğidim!" Sayfalarını karıştırmaya başladı. Yavaş yavaş okumaya çalıştı. Fransızca yazılmış metin, okumaya, anlaşılmaya hazırdı. Ama genç adam heyecandan mı cehaletten mi bilinmez, tek kelime bile anlamadı okuduklarından. Üstelik "sinema", Fransızca'da "cinéma" olarak yazılırdı. Yani bu kelimenin neyin karşılığı olduğunu anlamak için alim olmaya gerek yoktu. Yine de... Anlayamadı genç adam. Sonra kitabı rafa koydu. Koymadan fiyatına bakmayı da ihmal etmedi. Kendi ülkesinin para birimine çevirince kallavi bir ücreti vardı bu bebeğin. Ama okumayacak olsa da, hatta birkaç gün biraz daha az dışarda yiyecek olsa da kitabı almaya karar verdi. Yine de o an, yanında o kadar para yoktu. Sonra, "Bu son karşılaşmamız değil." der gibi bakarak kitaba, kendini sokağa attı. Randevuya geç kalıyordu.

Randevuya gidince kitaptan bahsetti buluştuğu kişiye. Heyecanını bastırmaya çalıştıkça, saçma saçma cümleler çıkıyordu ağzından. Onun bu saçma hallerini gören karşısındaki kişi, genç adama anlayamadığı bir kitap için o kadar para vermenin gereksizliğinden bahsetti. Genç adam önce bozuldu. Ama biraz düşününce hak verdi. Ayrıldıktan sonra tekrar kitapçıya gidip birkaç zaman daha geçirdi kitapla. Bir yönetmenin hayatıyla ilgili olan bu kitap, ne zaman etkilemişti genç adamı bu kadar, bilinmezdi. "Ben de filmlerini izlerim artık..." diye hayıflanarak çıktı tekrar kitapçıdan. "Onlarda altyazı da var. Keşke kitaplara da altyazı koysalar..." Çarşıya indi ve bir daha gidene kadar o kitapçının önünden geçmedi. Geçmediği her gün, biraz daha üzüldü, biraz daha içinde hissetti kitabı. Oysa o an, bir daha kitapçının önünden geçmeme kararının doğru bir karar olduğunu bilmiyordu. Çünkü geçseydi, ülkesine geri döndüğünde karşılaştığı sürpriz kendisini mutlu etmeyecek, bilakis üzecekti...


Gencin anlamadığı bölüm...

"... Haneke'nin gerçekliğin muğlaklığı ve nüansları üzerine giden filmlerinin şifrelerini çözmeyi de bilmek lazım. Ne oğullarının işlediği cinayetin üzerini örten Benny'nin anne babası ne de Saklı'daki utanç verici geçmişinin üstesinden gelmeyi beceremeyen televizyon programcısı pislik insanlar. Davranışları sürüklendikleri paniğin, bazen de belki korkaklıklarının sonucu; fakat Haneke asla nasıl davranmaları gerektiğini göstererek yargılamıyor onları. O karakterlerin yerinde olsaydık daha doğru bir tavır alamazdık muhtemelen... Bu ayna tutan filmlerle yüzleşmenin rahatlatıcı ve huzur veren bir yanı yok elbette. Haneke'nin filmleri asla bize her şeyin iyi sonuçlanacağını düşündürmez. Hiçbir şeyin, hiçbir zaman düzelmeyeceğini vurgulayarak bu fikirle yaşamayı öğrenmemize yardımcı olur. İsteyen, bu dünyanın gerçeklikleri karşısında hiçbir ağırlığı olmayan Disney aleminin gürbüz neşesini tercih etmekte serbesttir; Haneke'nin 2006'da Paris'te sahneye koyduğu bir Mozart operasında, Don Giovanni'nin ölümcül eğilimlerinin silip attığı gülünç Mickey Mouse maskelerinin telkin ettiği gibi..."


13 Haziran 2014 Cuma

İzlemelik 04: Amerikalılar [Glengarry Glen Ross]


Chicago'daki bir emlak ofisinde finansal açıdan zor zamanlar yaşanmaktadır. Ofisin başındaki Blake, satışları artırmak için bir yarışma düzenler. Bu yarışmaya göre en çok satış yapan birinci ve ikinci kişilere ödül verilecek, geriye kalanlar ise işten atılacaktır. Bir gece içerisinde önemli birer satış yapması gereken bir grup çalışan zorlu bir maceraya atılır. 



IMDb'de Al Pacino filmlerini araştırıken David Mamet’ın Glengarry Glen Ross adlı oyunundan uyarlanmış bir filme rastladım. Oyunla aynı adı taşıyan bu film, ilk bakışta Al Pacino ve ona eşlik eden oyuncularla 1-0 öne geçti bile... Bir de hikayenin kara mizah tarafı ve günlük hayatta bizlerin de içinde bulunduğu kasvetli mekanlar eklenince dönüp dolaşıp izlenecek filmlerden birini daha bulmuş oldum. Yıldızlardan oluşan oyuncu kadrosunda Jack Lemmon, Alan Arkin, Alec Baldwin, Kevin Spacey ve Ed Harris gibi usta aktörler yer alıyor. Finali ise filmin değilse bile oyunun neden yıllardır New York'ta kapalı gişe seyredildiğini daha bir anlaşılır kılıyor.



Ek bilgidir, söylemeden olmaz; filmde 138 kez "fuck", 50 kez de "shit" kelimesi geçmiştir. 

29 Mayıs 2014 Perşembe

İzlemelik 03: Peki Şimdi Nereye? [Et Maintenant On Va Où?]


Orta Doğu'nun her daim diken üstündeki coğrafyasında, dinsel çatışmalara ve savaşın anlamsızlığına zeki ve pratik çözümler üretmek Lübnan'da hiçliğin ortasında küçük bir köye nasip olacaktır. Savaş sonrası Müslüman-Hristiyan ayrımı yapmadan yaşamaya devam eden köylüler, çatışma haberlerinin gelmesi üzerine birbirlerine düşman kesilmeye başlar. Şiddeti çıkartan erkekleri yatıştırma görevi ise kendilerine has yöntemlerle, bunu başarabilecek tek varlığa, köyün kadınlarına düşer.



Bu filmi izlerken aklımda sürekli dönüp dolaşan bir şarkı ve o şarkının iki dizesi vardı. Zülfü Livaneli'nin 'Ada' adlı şarkısı ve o şarkının "Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey..." dizeleri. O şarkıyı alıp Et Maintenant On Va Où?'ya uyarlarsak; dünyayı gerçekten ne istediğini bilen ve istediğini elde etmek için yeri gelince kendinden bile feragat edebilen kadınlar kurtaracak diyebiliriz. Gülümseme, hüzün, heyecan gibi halleri; bazen teker teker, bazen de bir arada sunabilmeyi başaran film; sürekli büyük devletlerin inisiyatifine bırakılan Orta Doğu sorunları üzerine yönetmen Nadine Labaki'nin de söyleyecek sağlam bir cümlesi olduğunu gösteriyor.


28 Mayıs 2014 Çarşamba

İzlemelik 02: Cinayeti Gördüm [Blow-Up]


Bir fotoğrafçı bir gün parkta gezip fotoğraf çektiği bir sırada farkında olmadan bir kare yakalar. Eve dönüp karanlık odada fotoğrafı büyütünce bir görüntü dikkatini çeker. Fotoğraf karesi, işlenen bir suçun en çarpıcı kanıtı olmuştur. Usta yönetmen Michelangelo Antonioni’nin başyapıtlarından biri olan filmde zenginlik ve şöhretin, insanın yalnızlığına ve ruhunun ihtiyaçlarına doyum sağlayamayacak genel geçer değerler olduğu vurgulanıyor.


1960'ların İngiltere'sinde, mod kuşağı temsilcisi, yetenekli, hiçbir şeyi kafasına takmaz bir fotoğrafçının başına gelenleri anlatan Blow-Up bir illüzyon filmi. "Gördüğün gerçek midir, yoksa başına gelenlerin paranoyası seni aslında ortada olmayan bir gerçeğe mi inandırır?" sorusunu sordurur. Ya da bana bu soruyu sordurmuştur. Ama size de illa ki bir soru sorduracaktır. Cortazar'ın öyküsünden uyarlanmış bu filmin, Antonioni'nin yorumuyla öykünün kendisinden daha derin olduğunu söylemek mümkün, der bilirkişiler. Buyurun seyreyleyin...



Yükselmeyi Beklerken

Şu zamana kadar senfonik müzikle alakalı çeşit çeşit anlatım duydum. İnsanlar seviyorlardı çünkü bu yüzdendi... İnsanlar bir türlü sevememişlerdi çünkü böyle böyle nedenleri vardı... Herkesi duydum, herkesi dinledim. Ve sanırım sonunda kendi zevkimi anlatmayı becerebilen cevabı buldum.

Çocukluğumdan bu yana, her zaman, bir şeyleri beklemeye alıştım ben. Fakir edebiyatı değil, bal gibi bekledim hem de. Değeri arttı mı o beklediğim şeyin bilmiyorum ama bekleme durumuyla aramı iyi tutmama yardımcı olduğu kesin.

Bekledim ki ay başı gelsin, Power Rangers takımımın son üyesi de tamamlansın. Pahalıydı namussuz.
Bekledim ki sokak arasında yaptığımız mahalle maçlarını izlemeye kızlar da gelsin.
Bekledim ki okuldaki ilk gün zaman çok çabuk geçsin, son gün bitmek bilmesin.
Bekledim ki, lise sınavlarında çok güzel bir yeri kazanayım, diğerlerinden farkım olsun. Kimdiyse o diğerleri, neden daha önemliydiysem onlardan. Özal kafası işte. Ama dedim ya, bir fark lazım dedim, sonra işin beklemekle olmayacağını anladım, başladım çalışmaya...
Beklemedim bir gün, lise biterken, böyle sonlarına doğru içime bir his gelip oturdu. Üniversiteye girmeliyim, dedim. Ama öyle sıradan, lâlettayin bir üniversitenin lâlettayin bir bölümü olmamalıydı hedefim. Beklemediğim bir şeyi beklemeye sürüklendim, sıvadım kolları, beklemekle olmaz deyip ilerledim kazanmayı beklediğim okula...

Şimdi yine bekliyorum. Güzel haber bekliyorum, belli tarihleri bekliyorum, yıllardır alıştırıldığım için farklı olmaya, diğer insanlardan farklı olmayı bekliyorum. Anlayacağın, bekliyorum da bekliyorum. Ve bazı beklemeler çalışmayla düzeltilebilirken bazıları düzeltilemiyor, yeni yeni bunu da fark ediyorum. Sonra bazen düşünüyorum. Sonunda tüm beklediklerimize kavuşacaksak, neden senfonik müzik dinlemiyorum.

Senfonik şarkıların çok sevilmesinin de, bazı kimselere pek hitap etmemesinin de sebepleri var. Ben seviyorum. Ve kendi nedenimi buldum. Beklemek. Ben şarkıların yükseldiği anı seviyorum. Ya da çok yüksek perdeden başlamışsa dibi gördüğü o anı duymayı. Değişikliği seviyorum. Kafam çalışıyor, notaların lise fiziğinde yer alan Dalgalar Kuramı'ndaki gibi aktığını görünce. Bazı şeyleri boşuna beklememişim, diyorum.

Sonra gidiyorum. Eğer biraz aynı kafadaysak, bu şarkıda beklemeniz gereken dakikayı da söylüyorum. Ama öncesini içinize sindire sindire dinleyin. Zira önceki kısımlar dinlenmeyince, o kopuş noktasının etkisi azalır diye korkuyorum.

5.35'ten itibaren tüyleri diken diken olanlar parmak kaldırsın!
Eleni Karaindrou - Eternity and A Day