Artık anlatılıyor.
Bunun en güzel örneklerini paylaşmak için 2 delil var elimde Sayın Hakimler, Sayın Hakim'anımlar...
Öncelikle biraz başlıktaki düşüncemi destekleyen duygularımı sereyim ortaya. Sonra ne yapıp edip bir şekilde esas anlatmak istediğim konuya bağlarım nasıl olsa.
İzlediğim, okuduğum, pek keyif aldığım ve hepsi genellikle erkek egemen hikayeler olmasına rağmen kadınlarına da bayıldığım eserler var. Bunlar kâh bir sanat eseri -sinema, roman vs.- kâh bir televizyon dizisi. Ama hepsinde aynı sorun var. Bir erkeğin, düzenli çalışan bir erkek bile olsa, hemcinslerini yansıtması bile büyük bir özveri gerektiriyorken; elinden geldiğince kadını da anlatmaya çalışması bir tarafından hep yüzeysel geliyordu bana. "Kadınlar karmaşıktır." klişesine bağlayacak değilim elbette ama herhangi bir insan kendi içindeki derinlikleri bile rahatlıkla çözümleyemezken, bir karakter yaratırken karşı cins olan bir karakteri nasıl yaratabilirdi ki?
Kör cehalet. Ustalar bunları asırlardır yapıyor oysa. Neyse ki cevabı buldum, düşüncelerim kırılmaya başladı.
Söylüyorum.
Onu karikatürize edersin.
Annene bakar, ondan feyzalırsın.
Eski kız arkadaşların, varsa kız kardeşin, yoksa kuzenlerin yeğenlerin, ve dahi arkadaşların...
Aslında kendileri bilmese de, hepsi mikroskobun camına kurulmuş incelenmeyi bekleyen birer organizmadır. "Lama oturmak". Çirkinleştim. Hah, ne diyorduk!
Evet, bir kadını anlatmak için ekstra mesai harcaman gerekir. Çünkü yaptığın iş ne olursa olsun, kendini biraz tanıyan bir kadın, anlattığın kadınla ilk tanışmasında bunun bir kadın değil de erkeğin hayal ettiği bir dişi insan olduğunu fark ederse konu açılmadan kapanır.
Zaten bu yüzden büyük sinema ve edebiyat karakterlerinin çoğu bir erkeğin hikayesini anlatır. Lady Macbeth'e ve Anna Karenina'ya bakın, Madam Bovary'ye; Luis Bunuel'in Belle de Jour filmini açıp Severine'i inceleyin... Hepsi yaratılmış gerçek kadın karakterler. Üstelik bunlar ilk bakışta aklıma gelenleri... Ama biz bunların hepsini bir kenara bırakalım. Çoğunluktan bahsedelim. Çünkü belli ki karakter yaratıcıları bir şekilde ya kadınlardan kurulu bir senaryo ve yazım ekibinin elinden çıkıyor; ya da bu yaratıcılar gerçekten hayattan elini eteğini çekip kadın erkek ayırmaksızın insan ruhunun derinliğinde dolaşmayı seviyor.
Türkiye'de kadın hikayeleri artık anlatılıyor derken aslında ilk aklıma gelen Kış Uykusu'ydu. Nuri Bilge Ceylan'ın Altın Palmiye kazanan son filmi. İnternetteki, sağdaki soldaki tüm film tanıtım metinlerinde Aydın karakterinin bilmem ne huylarının bilmem ne yansımalarından bahsediliyor. Bana kalırsa Kış Uykusu, ülkemiz sinemasında kadınların cümlelerini, kadınların hisleriyle verebilen ender filmlerden... Bunda yönetmenin tam anlamıyla bir entelektüel olmasının yanında, senaryo yazımında birlikte çalıştığı eşi Ebru Ceylan'ın ve hatta son filmlerine yapımcılık yapmış Zeynep Özbatur'un bile etkileri vardır. Bunlardan iyi bir çıkarım yapabilmek için sadece her şeyi bırakıp muhabbetin kendisine odaklanmak bile yeterli olacaktır. Bakmayın böyle müneccim boku yemiş gibi konuştuğuma... Hepsini deneme yanılma bulup, uygulamaya çalışıyorum. Böyle yaparsanız bu olur Coni'ler çirkinliğinde değil iç sesim. Devam!
Bana "Türkiye'de de kadın hikayeleri anlatılmaya başlandı." cümlesini kurduran ilk neden, Ramin Matin imzalı Kusursuzlar adlı sinema filmini izlemeye fırsat bulabilmiş olmam. İkincisi ise Yekta Kopan tarafından yazılan Aile Çay Bahçesi adlı roman.
Dikkatinizi çektiyse birinin yönetmeni, diğerinin yazarı erkek. Bu olayı bir kadın erkek çatışmasına ya da çakışmasına indirgemek istemem. Sadece bir çıkar yol arıyorum ve biraz da seviniyorum açıkçası. Yazabilen kişiler yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı. Üstelik kadın yazarlar erkek karakterleri çatır çatır yaşatıp konuştururken, tam aksinin layıkıyla yapılamaması neden? Baya baya anlatılan hikayeler inandırıcı. Ve şimdiye kadar bu suları hiç tecrübe etmemiş kişiler için de gayet heyecan verici.
"Amaaan, bunun da adet dönemi herhalde..."
"Amaaan, bu ne be böyle menapozlu karı gibi..."
"Amaaan, siktret be oğlum, kadınlar karmaşıktır..."
Bu lafları pek çok kez duydum, hatta belki birkaç kez ortam içinde gülünsün diye kullanmışlığım da vardır. Ama bu öyle lümpen tavırlar içinde olmayan, bilakis ortada neler döndüğünü deli gibi merak eden bir adamın diğer insanlar içindeki konumunu şakaya vurarak korumaya çalışmasından kaynaklanıyordu belki de kim bilir... (Ayrıca bkz. Benim Kürt arkadaşım da var.)
Önce Kusursuzlar...
Ailelerinin ölümünden sonra, anneannelerinin sahip olduğu Çeşme'deki yazlığa giden iki kardeş, Lale ve Yasemin'in hikayesi. Çekimler karanlık, karakterler karanlık, hayat karanlık. Ama bir o kadar da gerçek. "Bu kadın neden bunu giyiyor?", "Bu kızın bunu yapma nedeni neydi?", "İyi de az önce gülüyorlardı, ben araları düzelecek sanmıştım!"
Film boyunca hem anlamaya çalıştım hem de bir an önce ilişkileri düzelsin istedim. İlişkilerinin düzelmesi elbette Hollywood tarzı, arabaya binen iki kız kardeşin Golden Gate Köprüsü'nden geçip ufka doğru ilerlemesini seyretmekti. Kahkahalar eşliğinde. Hollywood yapaylığıyla süngerleşmiş beynimiz böyle filmleri 'offf içim karardı' şeklinde yorumlamıyor muydu? Neyse Hollywood'un ahlaksızlığını almadan, ustaları ve usta filmleri bir kenara ayırmamız gerektiğini de söyleyerek kapatayım konuyu. Bu yazı gittikçe okunması daha zor bir hale geliyor. Oğuz Atay değilsen serbest çağrışım saçmalıktır. Büyük Hilmi'nin de söylediği gibi. "Böyle fikirlerin varsa ve fakirsen, deli diyorlar; zenginsen girişimci oluyorsun." Bizimki de o hesap.
Kusursuzlar diyordum. Neresi kusursuzdu bu iki kadının? Baktığın zaman gayet sokakta gördüğün ya da arkadaşının bir arkadaşı olan o gıcık kadınlardandı ikisi de. "Çağırsalar da gitmesem, çağırmasalar da gücensem." diyenlerden. Peki niye yapıyorlardı bunu? Daha ne kadar saklayacaklardı içindekileri bizden? Eğer içlerinde bir şey yoksa ve onlar bu şekilde davranıyorlarsa, üzgünüm ama erkek kafası hemen "Amaaan kadınlar işte..." mi demeliydi? Hep karmaşıktılar, hep de karmaşık kalacaklar?
Sonra final yapıldı. Büyük final, her şeyin açıklandığı sahne. Finale kalmadan birkaç olayla bizi olacaklara ve o ana kadar olanların neden olduğuna az biraz hazırlamaya başlamıştı film. Ama o final. Gördükten sonra, film boyunca anlatılan kadınların gerçekten yaşadığı geldi oturdu göğsümüzün üzerine. İddia ediyorum. Yaratılan pek çok erkek karakteri yazan senaristler, kendileri de erkek olmasına rağmen yüzeyde takılmayı seçtiğinden; bu iki kadını yazan kişiler kadar derin bir erkek karakter bulmakta zorlanırsınız. Bu kadınlar, her ne kadar senaristi bir kadın olan Emine Yıldırım -ellerin ve zihnin dert görmesin annem- tarafından yazılsa da, erkek bir yönetmen tarafından çekilen bu filmde gerçekten varlar.
Çeşme gerçekten var.
O anneannenin evi gerçekten var.
Ve o iki kız kardeş, gerçekten de hayattalar.
Benzeri bir konunun bir de Aile Çay Bahçesi versiyonu var. Temelde Yekta Kopan'ın kitaplarını, anlattıkları açısından keyifli bir pazar okumasına layık görsem de bu kitap baya oturup incelemelik. Ana karakterlerimiz yine iki kardeş. Çocukluklarının geçtiği bir sahil kasabasına giden ikiliden abla olan Müzeyyen'in ağzından yazılmış. Babalar ve kızları temalı biraz daha... Ama yitip giden bir babanın arkasından, iki kız kardeşe rakı masasında kavga ettirecek kadar maskülen. Daha fazla değil. O da babalarından gördüğü bir davranış olduğundan...
Türkiye'de kadın karakterlerin başrolde olduğu sanatsal ve kurgusal hikayeleri anlatmak, saçma sapan mertebelerde kalmasın diye Kusursuzlar ve Aile Çay Bahçesi gibi daha onlarca film çekilmeli, yüzlerce kitap yazılmalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder