16 Şubat 2012 Perşembe

Mecnuuuun!

'Leyla ile Mecnun'un senaryosuna alıştık diyemiyorum. Dedirtmiyor. Tam ne yapacakları önceden kestiriliyor artık diye eleştiriler almaya başlıyorum ki, o hafta beni şaşırtan yeni bir şeyler eklenmiş oluyor diziye. Örneğin İsmail Abi'nin [Serkan Keskin] Mecnun'u [Ali Atay] bir nevi terk ettiği bölümdeki olaylar...

Tüm bölümün bir önceki bölüme bakılarak depresif geçeceği gibi bir inanışa sahiptim. Fakat daha ilk dakikadan yine absürd komedinin nimetlerini birer birer dökmeye başladı eteklerinden, senarist Burak Aksak. Güleceksiniz diye and içmiş gibiydi; nitekim de güldük. Taşlama desen? Devlet, belediye gibi karar ve yönetim mekanizmalarının yaptığı saçma işleri, zaman zaman hem de TRT gibi bir kurumun altında eleştirebiliyorlar zaten... Buna da eyvallah... Ama bu sonuncusu hakikaten yüreklere su oldu serpildi be canım okur...



43. bölümün final sahnesinde ekrana gelen, karşıt seslerin kavuşması... Sanki aslında bunu yapabilmeleri için gerçekten de birilerine muhtaçlarmış gibi davranmaları... Hem de bu ikilik ortamında durmaksızın daha bir cinsleşen, kılçıklaşan, ayrıklaşan kutup ikliminde...

'Leyla ile Mecnun' Türk televizyonlarında bir devrimdir bana kalırsa. Bu kadar eğlenip, böylesine duygulandığım; histen hise böylesine kısa zaman dilimlerinde geçiş yapabildiğim pek iş yok bizim coğrafyada. Umarım bir şeyleri yönetmekle, muhalefet etmekle; bir tarafı tutmakla, ona rakip olmakla ve temelde hepsinin aynı yere çıktığı inanç meselelerinde "benimki daha önce geldi - benimki en son gelen" gibi tartışmalarla pek meşgul olan dünya ve tabi ki ülkemiz, bazen televizyon karşısında verdikleri bir yemek molasında 'Leyla ile Mecnun'a denk gelir.

Yoksa o kadar gülmez ve o kadar içten ağlamaz olduk ki... Her hareket kişisel bir şova işaret ediyor. Keşke etmese...


12 Şubat 2012 Pazar

Otel Odası

'Bodyguard'... Nedense hiç sevmediğim Kevin Costner'ın oynamasına rağmen birden fazla kez izlediğim ender filmlerden biri...
'I Will Always Love You'... Dinledikçe dinlenilesi. Sanırım sevmediğim bu filmi izlememdeki ve müziğin müptelası olmamdaki ortak etken 'Guiness Rekorlar Kitabı En Çok Ödüle Aday Gösterilen Sanatçı' ünvanını da hakkaniyetle taşıyan Whitney Houston.



48 yıllık bir ömür...
Ve yine bir otel odası.
Jim gibi, Janis gibi, Oscar Wilde gibi, Gary Moore gibi...
İnsanı otel odasından soğuttu, allahın cezası ölüm...
Gidip Bodyguard izlemeli o bet suratlı Kevin'a rağmen!


Lela Pala Tute

Nerden aklıma düştü buz gibi bir Şubat ayının, buz gibi bir Pazar günü bu şarkı, bilmiyorum. Sanırım rahmetli Whitney Houston'dan sonra bir çağrışım yapmış olacak... Kaybedilenlerden sonra, hayatta kalanlarla daha çok vakit geçirmek ister ya insan -ya bunu da kaybedersem korkusu sanırım bu- işte ben de bu yüzden durduk yere bir Madonna şarkısı açıverdim bilgisayarda. 7 Temmuz 2007 Londra konserinden alınmış bu kayıtta, bana kalırsa şimdiden efsane olmuş bir grup olan Gogol Bordello'nun iki üyesi Eugene Hütz ve Sergey Ryabtzev de konuk sanatçılar olarak boy gösteriyor. Üzerine sisli, bulutlu, soğuk bir Şubat kasveti sinmiş bünyeleri sanırım bu kayıttaki kıpır kıpır hava biraz hareketlendirecektir...

Düşünüyorum da, keşke Madonna 7 Haziran 2012 TT Arena'da vereceği konserine de Gogol Bordello'yu davet etse... Eminim o zaman Bon Jovi konserini bile unutturabilirdi bana...

gibiamadeğil 06



"Umut pek güven duyduğum bir sözcük değil, ben inadı tercih ederim. Umudum yok olsa bile inadım var. İnsanın, yine de, her şeye rağmen iyi olabileceğine, bu ülkenin içinde, dövüldükçe içinin çok derinine kaçmış bir iyilik tohumu olduğuna dair bir inatçı imanım var.

Benim de, benim gibilerin de bu ülkeye dahil olduğunu söylemek, sonra yeniden söylemek için sağlam tutmaya çalıştığım bir inadım var. Biz varız. Yani biz de varız..."

Ece Temelkuran, kayıtları çok titiz tutulması gereken zamanlardan bildiriyor bu kitapta. Son iki yıllık tarihine o titizlikle bakıyor. Artık yazamaz hale getirilmenin, kaçırılmaz bir keskinleşmenin tarihine yani.

"Kayda Geçsin" çünkü; bu zamanlar, o zamanlar...
(Tanıtım bülteninden)

11 Şubat 2012 Cumartesi

Eyvalla'

Ece Temelkuran'ı özlüyorum. Bir süredir özleyip özleyip duruyorum. Kitaplığımda duran, dönüp dolaşıp okuduğum kitaplarına baktıkça, nerede bu kadın sorusundan başımı kaldıramıyorum. Belki "Twitter'a bak!" diyorsun canım okur... "Kadın hem Türkçe hem de İngilizce vuruyor 140 karakterin beline beline..." Ama bir 'follower' olmak tatmin eder mi? Yetmiyor ne yazıktır ki... O yeni birşeyler yazmalı; bir kitap, bir roman, anılar dizisi, gezi yazısı, köşe yazısı... ne olursa. Sadece yazsın ve ben okuyayım istiyorum. Bencilim, tamamen kendim için, canım Ece okumak istedi diye yazsın istiyorum. Onun kendi kelimeleriyle ortaya koyduğu fikir ve haber yazıları, düşünüp de kelimelere dökülememiş nice sanrı tarafından beynimde duruyor çünkü. Ve onu okumadıkça ne oluyor biliyor musun okur, beynimin çürümeye başladığını düşünüyorum. Öyle gözlerinin beyaz boyalı bir duvara takılıp kalması gibi bir hissiyatla... Boş, düşünmeden...

Böyle yazdıklarını okumadıkça kafamın çürüdüğünü hissettiren yazarlarım vardır benim. E aralarında ölmüşleri de vardır, -ki onlar konusunda sadece tekrar tekrar yazdıklarını okumakla çürümenin önünü alabilirim. Ama söz konusu hayattaki yazarlarımsa... İşte o noktada yeni yayın istemek hakkımmış gibi geliyor. Nedendir bilemem, belki psikolojik, belki de şekerim çıkıyor...

Ece diyordum...

Ece'ye bu özlem hissi dönem dönem ataklar halinde oluyor bende. Milliyet'ten ayrıldığında da bir sonraki görüşüme kadar çok fazla özlemiştim onu. O aralar Habertürk'e de geçmemişti yanlış hatırlamıyorsam. Bir kitap vardı ortaya çıktığında elinde. Adı 'Muz Sesleri'. İki kez imzalatmıştım o kitabı. Gülmüştü ikinci kez imzalatışımda. "Ne yapayım, geçiyordum. İmza gününüz olduğunu gördüm. Bir selam vermezsem olmayacaktı..." demiştim, gülmüştü. "Bahanesi de kitap imzalatmak olsun, dedim." demiştim. İyice kahkaha atıp, "Eyvallah!" çekmişti.

Son haftalarda Ece'yle alakalı yazılara ve kalemini ona doğrultan karalama timinin hareketlerine bakıyorum. Felaket bir yalnızlaşma havası bırakıyor benim bile üzerimde. Böyle karından, tam göbek altından başlayıp kalbi sıkıştıran bir ağrı vardır ya; hani öküz oturdu göğsüme denir- işte aynen öyle bir ağrı. "Yalnız hissettiriliyoruz; üstelik bu durumun bizimle de bir ilgisi yok" hali bu. Durduk yerde keyif kaçıran. Toplanan insanların arasındaki anlık bir sessizlik durumu ruh hali. Birileri yeni cümleye girene kadar geçen milisaniyeler içindeki sadece önüne bakabilme hissi...


İşte Ece'nin de öyle günlerden geçtiğini düşünüyorum. İşlerin beklemediği kadar pisleştiği ve artık ara bulucunun arada kaldığının daha net bir şekilde gözüne sokulduğu o kadar bariz ki...


Habertürk macerasına dönüp bakıyorum şimdi. Garip... İnsanların gazetelere flaş transfer adı altında getirilip, sonunda çat diye yazıları gerekçe gösterilerek atılması çok anlamsız değil mi? Ya da fazla mı çocuksu bir soru oldu bu? Babam böyle pasta yapmayı ne zaman öğrendi? 






Ece'nin yeni kitabı çıktı. Adı 'Kayda Geçsin'. Ben henüz okumadım. Fakat bu bir ön yazı. Onu çok özlemiştim, iyi geldi. Şimdi sağlam bir 'yaşadığım dönem analizi' görmeye can atıyorum. Kitap masamın üzerinde ve ben muhtemelen bir korku tünelini anlatacak bu kitaba başlamaya sırf beynimdeki yeni cümlelere ulaşabilmek için sabırsızlanıyorum.