Ece Temelkuran'ı özlüyorum. Bir süredir özleyip özleyip duruyorum. Kitaplığımda duran, dönüp dolaşıp okuduğum kitaplarına baktıkça, nerede bu kadın sorusundan başımı kaldıramıyorum. Belki "Twitter'a bak!" diyorsun canım okur... "Kadın hem Türkçe hem de İngilizce vuruyor 140 karakterin beline beline..." Ama bir 'follower' olmak tatmin eder mi? Yetmiyor ne yazıktır ki... O yeni birşeyler yazmalı; bir kitap, bir roman, anılar dizisi, gezi yazısı, köşe yazısı... ne olursa. Sadece yazsın ve ben okuyayım istiyorum. Bencilim, tamamen kendim için, canım Ece okumak istedi diye yazsın istiyorum. Onun kendi kelimeleriyle ortaya koyduğu fikir ve haber yazıları, düşünüp de kelimelere dökülememiş nice sanrı tarafından beynimde duruyor çünkü. Ve onu okumadıkça ne oluyor biliyor musun okur, beynimin çürümeye başladığını düşünüyorum. Öyle gözlerinin beyaz boyalı bir duvara takılıp kalması gibi bir hissiyatla... Boş, düşünmeden...
Böyle yazdıklarını okumadıkça kafamın çürüdüğünü hissettiren yazarlarım vardır benim. E aralarında ölmüşleri de vardır, -ki onlar konusunda sadece tekrar tekrar yazdıklarını okumakla çürümenin önünü alabilirim. Ama söz konusu hayattaki yazarlarımsa... İşte o noktada yeni yayın istemek hakkımmış gibi geliyor. Nedendir bilemem, belki psikolojik, belki de şekerim çıkıyor...
Ece diyordum...
Ece'ye bu özlem hissi dönem dönem ataklar halinde oluyor bende. Milliyet'ten ayrıldığında da bir sonraki görüşüme kadar çok fazla özlemiştim onu. O aralar Habertürk'e de geçmemişti yanlış hatırlamıyorsam. Bir kitap vardı ortaya çıktığında elinde. Adı 'Muz Sesleri'. İki kez imzalatmıştım o kitabı. Gülmüştü ikinci kez imzalatışımda. "Ne yapayım, geçiyordum. İmza gününüz olduğunu gördüm. Bir selam vermezsem olmayacaktı..." demiştim, gülmüştü. "Bahanesi de kitap imzalatmak olsun, dedim." demiştim. İyice kahkaha atıp, "Eyvallah!" çekmişti.
Son haftalarda Ece'yle alakalı yazılara ve kalemini ona doğrultan karalama timinin hareketlerine bakıyorum. Felaket bir yalnızlaşma havası bırakıyor benim bile üzerimde. Böyle karından, tam göbek altından başlayıp kalbi sıkıştıran bir ağrı vardır ya; hani öküz oturdu göğsüme denir- işte aynen öyle bir ağrı. "Yalnız hissettiriliyoruz; üstelik bu durumun bizimle de bir ilgisi yok" hali bu. Durduk yerde keyif kaçıran. Toplanan insanların arasındaki anlık bir sessizlik durumu ruh hali. Birileri yeni cümleye girene kadar geçen milisaniyeler içindeki sadece önüne bakabilme hissi...
İşte Ece'nin de öyle günlerden geçtiğini düşünüyorum. İşlerin beklemediği kadar pisleştiği ve artık ara bulucunun arada kaldığının daha net bir şekilde gözüne sokulduğu o kadar bariz ki...
Habertürk macerasına dönüp bakıyorum şimdi. Garip... İnsanların gazetelere flaş transfer adı altında getirilip, sonunda çat diye yazıları gerekçe gösterilerek atılması çok anlamsız değil mi? Ya da fazla mı çocuksu bir soru oldu bu? Babam böyle pasta yapmayı ne zaman öğrendi?
Ece'nin yeni kitabı çıktı. Adı 'Kayda Geçsin'. Ben henüz okumadım. Fakat bu bir ön yazı. Onu çok özlemiştim, iyi geldi. Şimdi sağlam bir 'yaşadığım dönem analizi' görmeye can atıyorum. Kitap masamın üzerinde ve ben muhtemelen bir korku tünelini anlatacak bu kitaba başlamaya sırf beynimdeki yeni cümlelere ulaşabilmek için sabırsızlanıyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder