31 Aralık 2012 Pazartesi

Tahar Etme Ne Olur...

"Gözleri Yıldızlardaydı...
Bundan tam 15 yıl önce, 24 Aralık 1997 günü Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin tuvaletinde asılmış halde bulundu Ali Serkan Eroğlu.
19 yaşındaydı.
Gazetecilik bölümü 2. sınıf öğrencisiydi.
Masa tenisi ve krosla ilgileniyordu.
Fantastik öyküler ve şiirler yazıyordu.
Tiyatroyu seviyordu, Galile'yi canlandırmıştı bir temsilde.
Arkadaş canlısı, yazıp çizen, okuyup araştıran pırıl pırıl bir genç.
Yaşama sımsıkı bağlıydı.
Muhalif ve solcu kişiliğiyle tanınıyordu.
Faili meçhul cinayetlerin en yoğun yaşandığı 1992, 1993, 1994 yıllarının o uğursuz, kasvetli ikliminden kurtulamamışken ülke...
İşte tam da o vakitler, koparıldı bu dünyadan Ali Serkan Eroğlu.
..."

Ahmet ÇINAR - Haber Ekspres [25.12.2012]
http://www.haberekspres.com.tr/gozleri-yildizlardaydi-makale,1675.html


-----

Galatasaray Üniversitesi / 26-27 Aralık
-----

"Onlar ki hiçbir iş yerinde hiçbir işe yaramazlar ve hiçbir idealleri yoktur, geceleri leş kokulu barlarda pinekler, içki, sigara -kimisinde eroin, esrar- rezil hayatlar yaşarlar; ve yine onlar ki hemcinsine ilgi duyma eğilimi yüksektir. Anne babalarla ara bozuktur; anne, baba, dede, nineden biri elden ayaktan düşse asla bakmazlar; ve yine onların evlerinde büyük huzursuzluklar vardır, anne ve babalarının yatakları ayrı, paraları ayrı, dünyaları ayrıdır."
Serdar ARSEVEN - Yeni Akit [29.12.2012]
http://www.habervaktim.com/yazar/56741/yazi.html#.UN7S7dkJt7O.twitter

-----

Saldır Galaaatasaray!


23 Aralık 2012 Pazar

Bir Aralık Gecesi

Ambulans sirenlerinin acı acı çınladığı bir zaman diliminde, saat 20.00 sularında 34 TAN 336 plakalı taksi Atatürk Kültür Merkezi'nin önündeki cebe yanaştı. Yaklaşık on saniyelik bir duraksamadan sonra arkadan ölümcül bir belediye otobüsü kornası ile taciz edilen taksi, müşterisini orada bırakarak Gezi Parkı'na doğru hareketlendi. Taksiden inen adam soğukla saçmalayan nefes alışverişini tekrar eski formuna sokmak için biraz durdu, çevresinden gelip geçen insanları incelemeye başladı.

Bir simitçi duruyordu karşısında, tezgahındaki son simidi de satmadan oradan ayrılmayacaktı besbelli. Gözleri simitçinin tezgahına asılıyken, tezgahla gözleri arasına giren deri ceketli bir genç kıza takıldı bu kez bakışları. Bordo deri ceketi ve punk görünümlü saçlarıyla kışın herkesi tektipleştiren soğuğuna rağmen, yine de kendini farklı -belki de olduğu gibi- göstermeyi başarıyordu. Adam bayılırdı böylesi karakterlere, çünkü kendisi öyle biri olamamıştı. Bunlar hep ailedendi, ailesine karşı çıkanlar vardır, bir de çıkapayıp post-ergenlik sendromuna yakalananlar. Adam bunlardandı ve dönem dönem yaptığı ergen çıkışlar ciddiye alınmıyordu artık. O da ailesinden intikamını, onlara benzemeyen tipleri beğenerek alıyordu. Elinden onları beğenmekten fazlası gelmiyordu ne de olsa. Gözlerini bordo deri ceketli kızdan aldıktan sonra nefesini hala istediği seviyeye çekememiş olduğunu hatırlayıp kendi kendinin keyfini kaçırdı. Ve yürümeye başladı. Anıta doğru, oradan da kitapçılardan birine girerdi, buluşacağı kişi gelene kadar biraz kitap incelemek hem ısıtırdı hem de kaçan keyfini yerine getirirdi.

Cuma gecesinin Meydan'dan Tünel'e doğru akıp giden insan seline kendini bıraktı ve müsait bir yerde selden ayrıldı. Bu müsait yer Mephisto'nun önüydü. Kitapçıya girdi, kitap inceleyen insanların arkalarına sırtı gelecek şekilde aralarından geçti, biri ayağına bastı, canı çok yandı ama belli etmedi ve ilgisini çeken raflardan birinin önünde durdu. Kitapları incelemeye başladı sanki aradığı bir kitap varmış ve aslında tüm gününü bu bulunmaz kitaba ayırmış gibi bir sıkkınlıkla. Önce Emrah Serbes'in kitaplarını gördü. Yeni çıkan bir kitap vardı: Hikayem Paramparça. Onu alıp evirip çevirdi elinde. Arka kapağında, kitabın içinden alıntılanmış yazıyı okudu ve bir kez daha takdir etti kitabın yazarını. Zaten diğer kitaplarını da çok sevmişti yazarın. Bir iki adım ilerde Oğuz Atay'ın kitaplarını gördü. Hepsini okumuştu ama eli yine istemsiz bir şekilde, kendiliğinden Oğuz'lara gitti. Tutunamayanlar'a dokundu önce, sonra yanındaki Tehlikeli Oyunlar'ı çekip aldı raftan. Bu gece gidecekleri tiyatro oyunu geldi aklına. Seyyar Sahne'nin hazırladığı Tehlikeli Oyunlar'ı izleyeceklerdi beklediği arkadaşıyla. Oyun 21.00'deydi ve biraz hazırlık gerektiriyordu tüm tiyatro oyunları ve tüm Oğuz Atay eserleri gibi...

Rastgele bir sayfa açtı Tehlikeli Oyunlar'dan... Şans eseri, kitaba ismini veren parçayı bulduğunu gördü ve okumaya başladı. Okurken kendini Hikmet Benol karakteri olarak düşledi ve böylece daha hızlı bir şekilde girdi okuduklarının içine... 

"Haklısınız albayım." Oturdu. "Fakat, Allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. Bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. Tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor. Fakat benim de sevmeğe hakkım yok mu albayım? Yok. Peki albayım. Ben de susarım o zaman. Gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. Fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? Sorarım size: "Nasıl?" Kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? Ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. Küçük oyunlar oynamak istemiyorum albayım.

Tam okuması bittiğinde gaipten Come As You Are melodisi gelmeye başladı kulağına. Yanındakilere baktı, onların bakışlarından bu küçük müzik dinletisinin kendisinden geldiğini fark etti. Cep telefonu melodisini yeni değiştirmişti. Hemen telefonuna gitti eli ve ekranda arkadaşının yanıp sönen adını görünce sesine gürültülü bir ayar yaparak telefonu açtı. 

- Efendim?
- Alo. N'apıyorsun?
- İyi, geldim ben...
- Bana ne canım bundan? (Gülüşmeler)
- Nerdesin? Geldin mi?
- Ya bir şey diyeceğim ama, kızma tamam mı?
- Az önce ayağıma basan sen miydin?
- Ben gelemiyorum. Ev arkadaşımın kedisi öldü. Yeni kedi almaya gidecekmişiz.
- Allah rahmet eylesin.
- Götü sakız çiğnesin. Sevmezdim zaten.
- Doğru söyle kedinin ölümüyle senin bir ilgin var mı?
- Hayır, maalesef, kendi kendinin sonu oldu.
- Hayvancağıza çikolata falan mı verdin yoksa?
- Çikolata köpekler için zararlı...
- Peki madem...
- Peki... Kızmadın değil mi?
- Hayır.
- Ne yapacaksın?
- Bilmiyorum, belki başkasını ararım.
- Hemen başka plan mı yapıyorsun?
- Evet.

Telefonunu kapattı ve hala elinde duran Tehlikeli Oyunlar'ı rafına geri yerleştirdi. Kitabı üstün körü yerleştirdiği için, o arkasını dönüp gittiğinde kitap dengesizliğe ve yer çekimine daha fazla dayanamayıp, üçüncü raftan kendini yere bıraktı. Arkasındaki kitapçı çalışanı "Kitabın amına koydun..." diye söylendi belli belirsiz. Onu sadece bir arkadaşını beklemek için kitapçıda vakit harcayan bir üniversiteli genç duydu, hafifçe tebessüm etti.

Adam tekrar kalabalığa çıktığında, dışarıda vakit geçirmek için havanın iyiden iyiye soğumuş olduğunu gördü. Az önce kendisini Mephisto'ya taşıyan insan seline karşı tekrar atıldı yola. İnsanları yararak, zaman zaman da geldiği yere doğru birkaç metre sürüklenerek Meydan'a tekrar ulaşabildi. Bir taksiye bindi. Bindiği, kendisini AKM'nin önüne kadar getiren taksiydi, taksiciyle göz göze geldiler. İkisi de bir şey demedi ama ikisi de adamın ekildiğiyle ilgili şeyler düşünüyordu. Taksici, sigara içsem sorun olur mu, gibilerinden elindeki sigarayı gösterdi, adam da bir sigara yakarak oyunu olumlu yönde kullandığını gösterdi.

Adam taksiden inip evine girdi. Bilgisayarını açtı ve Can Dündar imzalı Sarı Zeybek adlı belgeseli açtı. Can Dündar'ın sesi, soğuktan sıcağa girmiş bünyesini mayıştırdı ve yavaş yavaş uykunun tatlı kollarında, ekildiği gecenin yorgunluğunu unuttu. Kendisini bir daha gören olmadı. Arada bir hala adamın evinden Can Dündar'ın o kadife gibi sesi duyulur:

"Bir ara sağındaki tuvalet masasının üzerindeki saate baktı. Herhalde iyi göremediği için bana sordu:
- Saat kaç?
- Yedi efendim, diye cevap verdim.
- Biraz rahatladınız mı, diye sordum.
- Evet, dedi. Arkamdan Neşet Ömer İrdelp yanaşıp dilini çıkarmasını rica etti. Dilini ancak yarısına kadar çıkarabildi. İrdelp,
- Lütfen biraz daha uzatınız, diye seslendi. Boşuna...
Artık söylenenleri anlamıyordu. Dilini uzatacağına tamamen içeri çekti. Başını biraz sağa çevirerek Dr. İrdelp'e dikkatle baktı ve,
- Aleykümmüsselam, dedi. Son sözü bu oldu."

21 Aralık 2012 Cuma

Başlığı Yazının İçinde Saklı Sinema Beklentileri

Bu yazı "To Read List 2013"ü yazdıktan sonra plan yapmanın -gerçekleşecek planlar elbette- ne kadar keyifli ve motive edici bir iş olduğunu keşfeden birinin yazdıklarıdır!

2013'e planlar yaparken heyecan unsuru bazı filmlere de değinmek gerek... Küçük ve muhtemelen ilerde beni hayıflandıracak bir "az-araştırma"yla izlemek için sabırsızlandığım bazı filmleri seçtim. Bu listeye "To Watch List 2013" demeyelim, klişeden kaçalım.

Ne diyelim mesela? "Bunları Görmeyen 2014'ü Görmesin!" mi diyelim? Ama olmaz, fazla vicdansız bir laf sanki...

Buldum, "Agorafobi Anında İlk Yapılacaklar 2013"... Ohannesburger! Vicdandan bahsetmişken, tüm agorafobi mağdurlarının yeni yılını kutlarım.

1
Great Gatsby
Yönetmen: Baz Luhrmann
Oyuncular: Leonardo Di Caprio, Carey Mulligan, Joel Edgerton

2
Django Unchained
Yönetmen: Quentin Tarantino
Oyuncular: Jamie Foxx, Christoph Waltz, Leonardo Di Caprio, 
Kerry Washington, Samuel L. Jackson  

3
Seven Psychopaths 
Yönetmen: Martin McDonagh
Oyuncular: Colin Farrell, Woody Harrelson, 
Sam Rockwell, Christopher Walken   

4
Passion
Yönetmen: Brian De Palma
Oyuncular: Rachel McAdams, Noomi Rapace  

5
Anna Karenina
Yönetmen: Joe Wright
Oyuncular: Keira Knightley, Jude Law, 
Aaron Taylor-Johnson  

6
Les Miserables
Yönetmen: Tom Hooper
Oyuncular: Hugh Jackman, Russell Crowe, Anne Hathaway, Amanda Seyfried, 
Helena Bonham Carter, Sacha Baron Cohen    

7
Lincoln
Yönetmen: Steven Spielberg
Oyuncular: Daniel Day-Lewis, Sally Field  


8
Stand Up Guys
Yönetmen: Fisher Stevens
Oyuncular: Al Pacino, Alan Arkin, 
Christopher Walken 

9
The Lone Ranger
Yönetmen: Gore Verbinski
Oyuncular: Johhny Depp, Armie Hammer  

10
Malavita
Yönetmen: Luc Besson
Oyuncular: Robert De Niro, Michelle Pfeiffer, 
Tommy Lee Jones   

Ben şimdilik yeterince heyecanlıyım. Bir de şu var ki, bunlar sadece Hollywood'un bizim için hazırladıkları; yani yemeğin baharatı Avrupa Sineması da herhalde en az yukarıdaki liste kadar lezzetli filmler koyacak tabağımıza...

19 Aralık 2012 Çarşamba

"To Read List 2013"

Geçenlerde The Guardian gazetesinin paylaştığı "En Çok Yarım Bırakılan Kitaplar" konseptli bir yazı gördüm, başlığını tam hatırlamıyorum, ama bu ayardaydı. Sonra düşündüm, benim bitiremediğim kitaplar ne olacaktı? Bitirememek demişken, henüz başlamadığım, hatta satın almadığım fakat okumak için sabırsızlandığım kitap sayısı da en az bitiremediklerim kadar var...

Öyleyse bir yapılacaklar listesi hazırladım kendime...
Bir nevi "To Do List"...
ya da "To Read List"...

Listem pek bir kabarık; ama liste ne kadar kabarıksa bu listeyi hazırlamak da o kadar keyifli benim için... Bu listedekilerin birer birer eriyeceğini görmek ise... Paha biçilemez...

1
Saatleri Ayarlama Enstitüsü [Ahmet Hamdi Tanpınar]

2
Ulysses [James Joyce]

3
Niteliksiz Adam [Robert Musil]

4
Yedinci Gün [İhsan Oktay Anar]

5
Parfümün Dansı [Tom Robbins]

6
Görünmez Kentler [Italo Calvino]

7
Gülün Adı [Umberto Eco]

8
Günlerin Köpüğü [Boris Vian]

9
İçimizdeki Şeytan [Sabahattin Ali]

10
Tol [Murat Uyurkulak]

11
Boncuk Oyunu [Hermann Hesse]

12
Huzur [Ahmet Hamdi Tanpınar]

13
Karanlıkta Kahkaha [Vladimir Nabokov]

14
Yeraltından Notlar [Fyodor Dostoyevski]

15
Kayıp Zamanın İzinde [Marcel Proust]

16
Körleşme [Elias Canetti]

17
Yüzyıllık Yalnızlık [Gabriel Garcia Marquez]

18
Körlük [Jose Saramago]

19
Zorba [Nikos Kazancakis]

20
Oblomov [İvan Aleksandroviç Gonçarov]

Idefix verilerine göre tam 11.099 sayfa!
Kitap dolu bir 2013 dilerim...
Hadi bakalım, koş şimdi...

18 Aralık 2012 Salı

The Master

Oscar'a daha vakit var ama bu yıl 85.'si düzenlenecek ödül organizasyonu için sağlam adaylardan biri geçtiğimiz haftalarda kısa süreyle de olsa bir göründü sinemalarımızda: The Master. Şimdiye kadar hakkında okuduğum her yazıda beni biraz daha meraklandıran bu filmi tuvalet kokan bir sinema salonunda gözlerimi bile kırpmadan izledim. Direkt film hakkında olmasa da filmin geneliyle ilgili birkaç kelam etmek gerek diye düşündüm...


1
Paul Thomas Anderson pek çok sinema yazarının söylediği gibi sinir bozucu bir yönetmen. Filmlerinde her detayı yakalamaya çalışırken biraz yoruluyor insan. Biraz futbol maçı gibi de denebilir. Ama İtalya Ligi'nden bir futbol maçı. Çünkü filmler sakin işliyor. Arada hızlanıyor, sonra tekrar birileri rölantiye alıyor. Ama aradaki ataklardan çok, sakin giden anlarda yoruluyor insan...


2
Anderson genç bir yönetmen. Yani şimdiye kadar yaptıkları, belki de yapacaklarının garantisi. Bu, Mr.Anderson'un önümüzdeki filmleri için güzel bir eleştiri olsa da, henüz 1970 doğumlu olması ve yine, henüz fazla film yapmamış olması filmlerini seven seyirci için keyif kaçırıcı oluyor. Dönüp dolaşıp aynı filmlere bakarken buluyor insan kendini.


3
Bkz. Magnolia. Bkz. There Will Be Blood. ve nihayet Bkz. The Master.


4
Joaquin Phoenix kayıp günlerinin ardından yine piyasalarda... Derler ya, bazı oyuncular bekler. İsa'yı bekler gibi, "Zil çalsın da okuldan çıkayım, babam beni maça götürsün..." diyen bir çocuk gibi bekler. Beklediği yönetmeni de bulduğu zaman, Oscar'ı kapar. Diğer filmleri henüz görme fırsatı bulamadım, ama adayım çok net bir şekilde Joaquin Phoenix'tir...

Çok çene çaldım. Filmi henüz izleyememişler için, tadımlık niyetine fragmanı... İyi seyirler efendim...




13 Aralık 2012 Perşembe

13 Aralık 1977

Bakın ne buldum...
Oğuz Atay'ın yıllığı...
Bizi bırakıp gidişinin üzerinde bugün tam 35 yıl geçmiş olan Üstat'ın yapacakları, yazacakları, hissettirecekleri o zamandan belliymiş meğer...


9 Aralık 2012 Pazar

Alex'in Dönüşü 3/3

Bugün ikramiyemi alalı üç hafta oluyor. Para salonda, üçlü divanın üzerinde duruyor. Bu kadar paranın üçlü divanda sadece bir götlük alanı kaplamasına aklım ermiyor. Ve ben bu parayla ne yapacağımı biliyorum. Üç gün önce bu parayı ne yapacağım konusunda kesin haberi aldım.

Havaalanına gitmek üzere yola çıkıyorum. Alex'i karşılayacağım. 5 milyon Euro karşılığında kendisini üç aylığına kiraladım. Üç ay için 50.000 lira da Samet'e ayırdım. Sözleşmeler üç gün önce tamamlandı ve muhtemelen üç ayın sonunda üç hafta öncekinden daha parasız bir şekilde ölmüş olacağım.

Havaalanına girdiğimde Alex'i birkaç Fenerbahçeli'ye imza dağıtırken buluyorum, şu İstanbul trafiğinden nefret etmemek elde değil. Alex'e yaklaşıp "Hello!" diyorum. Konuşmuyor. Selamlaşacak kadar bile İngilizce bilememesine şaşırıyorum. Neyse ki tam o anda Samet geliyor. Onunla selamlaşıyoruz ve Alex'in bavullarını da alıp otoparka doğru ilerliyoruz.

Alex, Samet üzerinden bana ne yapacağımızı soruyor.
"Bilmiyorum." diyorum. "Aç mısın?"
"Biraz..." diyor.
"Tamam." diyorum. "Balık sever misin?"
"Severim." diyor.
"Sen, Samet?" diye soruyorum.
"Severim." diyor.
"O zaman sizi harika bir yere götüreceğim."

Arabaya atlıyoruz. Direksiyonda ben, yanımda Samet ve ikimizin arasında, arka koltukta Alex, ön koltukların arkalıklarına iki elini koyarak hızlı hızlı bir şeyler anlatmaya başlıyor. Arada çerçevesiz gözlüklerini siliyor ve anlatmaya devam ediyor. Arabayı sahil yolundan Eminönü'ne doğru sürüyorum.

Norveç uskumrusu ve turşu suyu...
Güzel bir üç ay bizi bekliyor...


8 Aralık 2012 Cumartesi

Alex'in Dönüşü 2/3


Hastaneden çıkınca hemen eve gitmeyeyim, diyorum. Hastane zaten Taksim'de, İstiklal Caddesi'ne giriyorum. Tünele kadar yürüyüp, Galata'dan Karaköy'e iniyorum. Orada küçük çaplı bir balık ekmek ziyafeti... Yemeği yerken yersiz istekler peydahlanıyor çalışmayasıca zihnimde. Keşke bir işim olsaydı, diyorum. Böyle anlarda işi bırakıyorum diyebilmek isterdim. Hayat bunu bile çok gördü bana diyorum sanki böylesini ben istememişim gibi. Sanki "Yok abi, bütün gün bir masanın başında oturamam ben!" diyen ben değilmişim gibi. Hastalığın beni bu kadar çabuk değiştirdiğine inanamıyorum.

Balık ekmeğimi yedikten sonra bir tekel bayine girip sigara alıyorum. İki gün önce bırakmıştım ama şimdi kim takar Yalova Kaymakamı'nı... Sigaramdan derin bir nefes çektikten sonra Galata Köprüsü üzerinden Eminönü'ne doğru ilerliyorum. Aklıma Cemal Süreya'nın dizeleri geliyor.

"Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken
 Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
 Çünkü iki kişiydik"

Ben iki kişi değilim, yalnız başıma yürüyorum Eminönü'ne doğru. Bir arkadaşı görüyorum köprüde balık tutanların arasında, beni görmesin diye hemen cep telefonumu çıkarıyorum cebimden. Sanki telefonumla ilgileniyormuşum da görmemişim gibi. Umrunda oluyor mu, bilmiyorum. Dediğim gibi ben gözlerim telefonda manzaranın da seyrinden mahrum bir şekilde geçiyorum köprüden.

Karşı tarafa geçince telefonumu koymak için elimi cebime attığımda bir kâğıt parçası değiyor elime. Çıkarıp bakıyorum, 10 lira verilmiş çeyrek Milli Piyango biletimi görüyorum. Ayaklarım kendiliğinden Nimet Abla'ya doğru dönüyor.

Nimet Abla'nın önü pek bir tenha... Ne de olsa normal insanlar için mesai saati... Bileti uzatırken gözüme kazanan numaralar çarpıyor. Nimet Abla'nın gişesinde gençten bir oğlan duruyor. Nimet Abi.

Kocaman numaraların yanında büyük ikramiyenin çeyrek bilete çıktığı yazıyor. Gözlerimi Nimet Abla'nın gişesindeki genç adama çevirince adamın gözlerinde heyecanla karşılaşıyorum. Bana dönerek "Bir daha kontrol ediyorum." diyor. Birkaç saniye sonra kendini tutamayıp bağırıyor.

"Büyük ikramiye! Büyük ikramiye!"

Anlayamıyorum, bir an yerimde kalakalıyorum.

"Nasıl yani!"
"Büyük ikramiye!"
"Ne kadar?
"12 Trilyon!"
"12 Trilyon?"
"12 Milyon!"
"Hee!"

7 Aralık 2012 Cuma

Alex'in Dönüşü 1/3

Beyaz tonların ağırlıkta olduğu mobilyalarla döşenmiş bir salonda oturuyorum. Karşımda lisedeyken hoşlandığım ancak bir türlü bunu kendisine söyleyeme fırsatı bulamadığım bir kadın var. Eskiden olsa kendisinden "Bir kız var..." diye bahsederdim. Şimdi görüyorum ki benim hiç tanımadığım biriyle evlenmiş, iki tane çocuğu varmış -biri kız biri erkek, çift yumurta ikizleri- ve dört yıldır da burada çalışıyormuş. Kendisi bir doktor. Kocası da bir doktormuş. Onu doğu hizmeti sırasında tanımış ve adamın ailesinde ikiz olduğunu öğrenince hemen onunla evlenmeye karar vermiş. Zaten çocukluğundan beri hep ikiz çocukları olsun istermiş. İkiz fakat doktor olmayan çocuklar... Çünkü ona göre Türkiye'deki her şey gibi bu meslek de bitmiş.

Bu bilgilerin hepsini test sonuçlarımı getirecek hemşireyi beklerken öğreniyorum. Yıllar sonra karşılaştığı ve lisedeyken ilgisinden haberdar olduğu adama muhtemelen kötü bir haber verecek olmanın saçmalığıyla hayatında ne olduysa paylaşıyor benimle. Arada sormayı da unutmuyor tabi.

"Sende ne var ne yok?"

Gerçekten ilgili olmadığını biliyorum. Yine de sorusunu cevapsız bırakmanın saygısızlık olacağını düşünerek konuşmaya başlıyorum.

"Bende pek anlatılacak bir şey yok aslında. Okul bittikten sonra dört yıl Paris'teydim. Sinema Eğitimi aldım orada... Sonra buraya döndüm ve bir film yaptım."

"Güvercinin Uykusu değil mi?" diye araya giriyor bilmiş bir şekilde.
"Rüyası... Güvercinin Rüyası..." diye düzeltiyorum.
"Çok güzel filmdi. Eşimle izlediğimiz ilk filmdi."
"Öyle mi, sevindim..." diyorum kolumdaki saate bakarken.
"Hemşire Hanım da nerede kaldı?" diye söyleniyor saatime baktığımı görünce.

Eli telefona gidiyor. Sırasıyla önce 1'e basıyor, sonra 9'a, en son yine 1'e. Biraz bekliyor. Sonra karşı taraf cevap vermiş olacak, arkadaşım telefona konuşmaya başlıyor.

"Sedef Hanım sonuçları bekliyoruz." diyor "Yirmi dakika önce çıkmış olacaktı..." derken kapı iki kez tıklatılıp cevap beklemeden açılıyor. "Bir saniye, geldi galiba..." diyerek kapatıyor telefonu doktorum. İçeriye genç bir hemşire giriyor. Yakasındaki kartta Fidan TOSUN yazıyor. Yakasındaki iki kelimeyi ve çağrıştırdığı görüntülerin zıtlığını düşünüyorum. Fidan Hemşire elindeki dosyayı doktorumun masasına bırakıp çıkıyor. Arada bana da gülümsüyor, dişlerine ruj bulaşmış.

Doktor zarfı elinde çevirip duruyor, nedense bir türlü açmaya yeltenmiyor. Bir ellerine bir yüzüne bakıyorum. Sonunda zarfın kenarını yırtıyor, sonuç kâğıdının başı görünüyor. Arada zoraki bir gülümseme yerleşiyor yüzüne. Konuşmak zorunda hissediyor ama zarfı açana kadar sabrediyor. Kâğıdı okumasını gözlerinden takip ediyorum. Kaşları hafif çatılıyor, gözleri kısılıyor, ben "Ne oluyor amına koyayım ya!" diye geçiriyorum içimden. Sonra konuşmaya başlıyor.

"Ne düşünüyorsun?" diyor.
"Bu mu yani, başka diyecek bir şey bulamadın mı?" diye sormak istiyorum. Ama düşüncelerim sesin duyulması için gereken alt sınırı aşamıyor. Sessiz kalmayı tercih ediyorum. Bakışlarımı elindekilere sabitlenmiş görünce dikkati kendine çekmek için bir kez daha sormayı deniyor.

"Nasıl hissediyorsun?"
"Büyük..."

Gülmüyor, çünkü espriyi anlamıyor. Ama kabahat onda değil, bu espri beş yıl önce bile bir klişeydi.

"Büyük bir sorunumuz var." diyor hem kelimemi çalıp hem de sonuçlarımı sahiplenerek.

Tepkimi ölçercesine bana bakıyor gözlüklerinin üzerinden. O an, artık onu eskisi kadar seksi bulmadığımı fark ediyorum, masum güzelliği yok artık ama yine de belki bir geceliğine onunla yatardım, diye düşünüyorum. Kendi kurduğum hayalleri kendim yıkıyorum sonra... Bir de soru cümlesi eşlik ediyor bu yıkıma.

"Nasıl bir sorun?"
"Kendini nasıl bu hale getirdin?"
"Ne demek bu?"
"Okuldayken spor dedikleri zaman aklımıza sen gelirdin. Dünyanın en sağlıklı insanı olacağını düşündürürdün herkese..."
"Manyak mısınız siz, niye böyle şeyler düşünüyorsunuz?"
"Manyak değiliz..." diyor jargonumdan bozulmuş bir halde. "Sadece oyun oynamak için ilginç icatlar çıkarmıştık belki. Ben o zamanlar doktor olacağımı bilirdim, o yüzden bizim kızlarla "En çok kim yaşar?" adlı bir oyun bulmuştuk. Küçük kantinin önündeki çardakta oturur, önümüzden geçenlerin ne kadar yaşayacağını tahmin ederdik."

Bunları ciddi mi söylüyor? Anlayamıyorum. Sadece karnımdan burnuma doğru bir basınç hissediyorum. Basıncın adı, kahkaha. Eskiden hoşlandığım doktorumun yüzüne patlıyorum. Kocaman bir kahkaha atıyorum yüzüne doğru.

"Size boşuna inek demiyorlardı desene..."
"Bize ne diyorlardı?"
"Boş ver!"

Konu dağılıyor. Konunun dağılıp gittiğini tek düşünen ben değilim, çünkü doktorum elindeki kâğıdı çevirip duruyor ne diyeceğini bilmez bir halde. Konuşmak yine bana düşüyor.

"Ölüyor muyum?"

Gülüyor.

"Nasıl soru o ya?"
"Ölüyor muyum, dedim!"
"Evet."
"Siktir git."

O kadar içten küfrediyorum ki, doktorumun aklına herhangi bir organ gelmiyor. Bunun bir duygu patlaması olduğunun farkında. Ağlamaya başlıyorum. Sümüklerimi çeke çeke ağlıyorum. Arada öksürmeye başlıyorum ağzımı kapatma gereği duymadan. Biliyorum ki ben buradan çıkınca oda olduğu gibi dezenfekte edilecek, o yüzden rahat rahat öksürüyorum. Arada da küfrediyorum, dünyaya, eski karıma, kütüphaneme girmesini istemediğim için ben yokken en sevdiğim kitaba sümüğünü süren oğluma, "Kamera hazır mı?" diye her sorduğumda beş saniye diyen görüntü yönetmenime ve sürekli arabamın tekerine işeyen sokak köpeklerine. Artık hiçbiri için rol yapmaya gerek yok. Ben ölüyorum, bana ne dünyadan. İlla ki benden bir fayda bekliyorlarsa, onlara en büyük hediyemi bırakacağım, çürümek için sabırsızlanan bedenimi...

Doktorum beni nasıl yatıştıracağını bilemiyor. Bir ara soluklanıyorum.

"Ne kadar zamanım var?"
"İki ay..."
"Azmış."
"Dinlenmen gerek!"
"Dinlenirsem üç ay mı yaşarım?"

3 Aralık 2012 Pazartesi

Poe'ya Veda: Kuzgun

Edgar Allen Poe adı size 19. yy. İngiltere'sini, güneş ışıklarını yoğun bulut kümeleriyle önlemeye çalışan karanlık bir günü, öğleden sonra yanmaya başlayan titrek sokak lambalarını, Arnavut kaldırımlarının üzerinde bir metronom gibi tıpırdayan at arabası gürültüsünü, gece karanlığına doluşan sisi, Thames Nehri'nin pusu üzerinde kendini suyun akışına bırakmış motoru çalışmayan tekneleri ve gecenin ortasında duyulan can acıtıcı bir çığlığı anımsatıyorsa, tam size göre bir film var: 'The Raven'


Adını Poe'nun Kuzgun adlı şiirinden alan filmde, Poe'ya dair tek şey bu şiir değil elbette. Morgue Sokağı Cinayeti'nden Annabel Lee'ye kadar bu büyük üstadın pek çok eserinden mükemmel karışımıyla hazırlanmış kocaman bir sunum var filmde. Ardına karanlık Londra atmosferi alan filmde başrolde ünlü yazar Poe'yu canlandıran John Cusack var ve resmen kafamdaki Poe görüntüsünün ekrandaki bire bir tezahürü...

Film piyasaya çıkalı çok olmadı fakat hatırladığım kadarıyla sinemalarımızda oynamadı. Eğer oynadıysa da çok kısa süreyle kendilerini konuk etmiş olmalıyız çünkü hiçbir şekilde gözüme çarpmadı. Tamamen şans eseri imdb'de gezinirken bu filmi keşfettim ve sonra da DVD'sinin karşıma çıkmasıyla bunu bir işaret olarak görüp filmi izledim. Çok da memnun kaldım.

Eğer Guy Ritchie'nin Sherlock Holmes filmlerinden etkilendiyseniz ve o atmosferi başka bir yönetmenin yorumuyla edebiyat ve cinayet hikayelerinin farklı bir tarzla gösterilmesi konusuyla ilgilenirseniz bu filmi görün. Bir belgesel gibi değil ama gerçeklik duygusunu çok iyi geçiren bir polisiye film olarak The Raven 2012'den kurtulurken en sevdiğim işlerden biri oldu.


Ha bu arada lafı kapatırken, John Cusack filmlerinden inanılmaz tat aldığımı bir kez daha fark ettim. High Fidelity'den sonra The Raven belki de bu yüzden böylesine etkiledi beni. Yine de ilk tercihim High Fidelity. Ne de olsa 75 yaşına gelmiş bir ergenim ben.

Eyv.