23 Aralık 2012 Pazar

Bir Aralık Gecesi

Ambulans sirenlerinin acı acı çınladığı bir zaman diliminde, saat 20.00 sularında 34 TAN 336 plakalı taksi Atatürk Kültür Merkezi'nin önündeki cebe yanaştı. Yaklaşık on saniyelik bir duraksamadan sonra arkadan ölümcül bir belediye otobüsü kornası ile taciz edilen taksi, müşterisini orada bırakarak Gezi Parkı'na doğru hareketlendi. Taksiden inen adam soğukla saçmalayan nefes alışverişini tekrar eski formuna sokmak için biraz durdu, çevresinden gelip geçen insanları incelemeye başladı.

Bir simitçi duruyordu karşısında, tezgahındaki son simidi de satmadan oradan ayrılmayacaktı besbelli. Gözleri simitçinin tezgahına asılıyken, tezgahla gözleri arasına giren deri ceketli bir genç kıza takıldı bu kez bakışları. Bordo deri ceketi ve punk görünümlü saçlarıyla kışın herkesi tektipleştiren soğuğuna rağmen, yine de kendini farklı -belki de olduğu gibi- göstermeyi başarıyordu. Adam bayılırdı böylesi karakterlere, çünkü kendisi öyle biri olamamıştı. Bunlar hep ailedendi, ailesine karşı çıkanlar vardır, bir de çıkapayıp post-ergenlik sendromuna yakalananlar. Adam bunlardandı ve dönem dönem yaptığı ergen çıkışlar ciddiye alınmıyordu artık. O da ailesinden intikamını, onlara benzemeyen tipleri beğenerek alıyordu. Elinden onları beğenmekten fazlası gelmiyordu ne de olsa. Gözlerini bordo deri ceketli kızdan aldıktan sonra nefesini hala istediği seviyeye çekememiş olduğunu hatırlayıp kendi kendinin keyfini kaçırdı. Ve yürümeye başladı. Anıta doğru, oradan da kitapçılardan birine girerdi, buluşacağı kişi gelene kadar biraz kitap incelemek hem ısıtırdı hem de kaçan keyfini yerine getirirdi.

Cuma gecesinin Meydan'dan Tünel'e doğru akıp giden insan seline kendini bıraktı ve müsait bir yerde selden ayrıldı. Bu müsait yer Mephisto'nun önüydü. Kitapçıya girdi, kitap inceleyen insanların arkalarına sırtı gelecek şekilde aralarından geçti, biri ayağına bastı, canı çok yandı ama belli etmedi ve ilgisini çeken raflardan birinin önünde durdu. Kitapları incelemeye başladı sanki aradığı bir kitap varmış ve aslında tüm gününü bu bulunmaz kitaba ayırmış gibi bir sıkkınlıkla. Önce Emrah Serbes'in kitaplarını gördü. Yeni çıkan bir kitap vardı: Hikayem Paramparça. Onu alıp evirip çevirdi elinde. Arka kapağında, kitabın içinden alıntılanmış yazıyı okudu ve bir kez daha takdir etti kitabın yazarını. Zaten diğer kitaplarını da çok sevmişti yazarın. Bir iki adım ilerde Oğuz Atay'ın kitaplarını gördü. Hepsini okumuştu ama eli yine istemsiz bir şekilde, kendiliğinden Oğuz'lara gitti. Tutunamayanlar'a dokundu önce, sonra yanındaki Tehlikeli Oyunlar'ı çekip aldı raftan. Bu gece gidecekleri tiyatro oyunu geldi aklına. Seyyar Sahne'nin hazırladığı Tehlikeli Oyunlar'ı izleyeceklerdi beklediği arkadaşıyla. Oyun 21.00'deydi ve biraz hazırlık gerektiriyordu tüm tiyatro oyunları ve tüm Oğuz Atay eserleri gibi...

Rastgele bir sayfa açtı Tehlikeli Oyunlar'dan... Şans eseri, kitaba ismini veren parçayı bulduğunu gördü ve okumaya başladı. Okurken kendini Hikmet Benol karakteri olarak düşledi ve böylece daha hızlı bir şekilde girdi okuduklarının içine... 

"Haklısınız albayım." Oturdu. "Fakat, Allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. Bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. Tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor. Fakat benim de sevmeğe hakkım yok mu albayım? Yok. Peki albayım. Ben de susarım o zaman. Gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. Fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? Sorarım size: "Nasıl?" Kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? Ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. Küçük oyunlar oynamak istemiyorum albayım.

Tam okuması bittiğinde gaipten Come As You Are melodisi gelmeye başladı kulağına. Yanındakilere baktı, onların bakışlarından bu küçük müzik dinletisinin kendisinden geldiğini fark etti. Cep telefonu melodisini yeni değiştirmişti. Hemen telefonuna gitti eli ve ekranda arkadaşının yanıp sönen adını görünce sesine gürültülü bir ayar yaparak telefonu açtı. 

- Efendim?
- Alo. N'apıyorsun?
- İyi, geldim ben...
- Bana ne canım bundan? (Gülüşmeler)
- Nerdesin? Geldin mi?
- Ya bir şey diyeceğim ama, kızma tamam mı?
- Az önce ayağıma basan sen miydin?
- Ben gelemiyorum. Ev arkadaşımın kedisi öldü. Yeni kedi almaya gidecekmişiz.
- Allah rahmet eylesin.
- Götü sakız çiğnesin. Sevmezdim zaten.
- Doğru söyle kedinin ölümüyle senin bir ilgin var mı?
- Hayır, maalesef, kendi kendinin sonu oldu.
- Hayvancağıza çikolata falan mı verdin yoksa?
- Çikolata köpekler için zararlı...
- Peki madem...
- Peki... Kızmadın değil mi?
- Hayır.
- Ne yapacaksın?
- Bilmiyorum, belki başkasını ararım.
- Hemen başka plan mı yapıyorsun?
- Evet.

Telefonunu kapattı ve hala elinde duran Tehlikeli Oyunlar'ı rafına geri yerleştirdi. Kitabı üstün körü yerleştirdiği için, o arkasını dönüp gittiğinde kitap dengesizliğe ve yer çekimine daha fazla dayanamayıp, üçüncü raftan kendini yere bıraktı. Arkasındaki kitapçı çalışanı "Kitabın amına koydun..." diye söylendi belli belirsiz. Onu sadece bir arkadaşını beklemek için kitapçıda vakit harcayan bir üniversiteli genç duydu, hafifçe tebessüm etti.

Adam tekrar kalabalığa çıktığında, dışarıda vakit geçirmek için havanın iyiden iyiye soğumuş olduğunu gördü. Az önce kendisini Mephisto'ya taşıyan insan seline karşı tekrar atıldı yola. İnsanları yararak, zaman zaman da geldiği yere doğru birkaç metre sürüklenerek Meydan'a tekrar ulaşabildi. Bir taksiye bindi. Bindiği, kendisini AKM'nin önüne kadar getiren taksiydi, taksiciyle göz göze geldiler. İkisi de bir şey demedi ama ikisi de adamın ekildiğiyle ilgili şeyler düşünüyordu. Taksici, sigara içsem sorun olur mu, gibilerinden elindeki sigarayı gösterdi, adam da bir sigara yakarak oyunu olumlu yönde kullandığını gösterdi.

Adam taksiden inip evine girdi. Bilgisayarını açtı ve Can Dündar imzalı Sarı Zeybek adlı belgeseli açtı. Can Dündar'ın sesi, soğuktan sıcağa girmiş bünyesini mayıştırdı ve yavaş yavaş uykunun tatlı kollarında, ekildiği gecenin yorgunluğunu unuttu. Kendisini bir daha gören olmadı. Arada bir hala adamın evinden Can Dündar'ın o kadife gibi sesi duyulur:

"Bir ara sağındaki tuvalet masasının üzerindeki saate baktı. Herhalde iyi göremediği için bana sordu:
- Saat kaç?
- Yedi efendim, diye cevap verdim.
- Biraz rahatladınız mı, diye sordum.
- Evet, dedi. Arkamdan Neşet Ömer İrdelp yanaşıp dilini çıkarmasını rica etti. Dilini ancak yarısına kadar çıkarabildi. İrdelp,
- Lütfen biraz daha uzatınız, diye seslendi. Boşuna...
Artık söylenenleri anlamıyordu. Dilini uzatacağına tamamen içeri çekti. Başını biraz sağa çevirerek Dr. İrdelp'e dikkatle baktı ve,
- Aleykümmüsselam, dedi. Son sözü bu oldu."

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder