7 Aralık 2012 Cuma

Alex'in Dönüşü 1/3

Beyaz tonların ağırlıkta olduğu mobilyalarla döşenmiş bir salonda oturuyorum. Karşımda lisedeyken hoşlandığım ancak bir türlü bunu kendisine söyleyeme fırsatı bulamadığım bir kadın var. Eskiden olsa kendisinden "Bir kız var..." diye bahsederdim. Şimdi görüyorum ki benim hiç tanımadığım biriyle evlenmiş, iki tane çocuğu varmış -biri kız biri erkek, çift yumurta ikizleri- ve dört yıldır da burada çalışıyormuş. Kendisi bir doktor. Kocası da bir doktormuş. Onu doğu hizmeti sırasında tanımış ve adamın ailesinde ikiz olduğunu öğrenince hemen onunla evlenmeye karar vermiş. Zaten çocukluğundan beri hep ikiz çocukları olsun istermiş. İkiz fakat doktor olmayan çocuklar... Çünkü ona göre Türkiye'deki her şey gibi bu meslek de bitmiş.

Bu bilgilerin hepsini test sonuçlarımı getirecek hemşireyi beklerken öğreniyorum. Yıllar sonra karşılaştığı ve lisedeyken ilgisinden haberdar olduğu adama muhtemelen kötü bir haber verecek olmanın saçmalığıyla hayatında ne olduysa paylaşıyor benimle. Arada sormayı da unutmuyor tabi.

"Sende ne var ne yok?"

Gerçekten ilgili olmadığını biliyorum. Yine de sorusunu cevapsız bırakmanın saygısızlık olacağını düşünerek konuşmaya başlıyorum.

"Bende pek anlatılacak bir şey yok aslında. Okul bittikten sonra dört yıl Paris'teydim. Sinema Eğitimi aldım orada... Sonra buraya döndüm ve bir film yaptım."

"Güvercinin Uykusu değil mi?" diye araya giriyor bilmiş bir şekilde.
"Rüyası... Güvercinin Rüyası..." diye düzeltiyorum.
"Çok güzel filmdi. Eşimle izlediğimiz ilk filmdi."
"Öyle mi, sevindim..." diyorum kolumdaki saate bakarken.
"Hemşire Hanım da nerede kaldı?" diye söyleniyor saatime baktığımı görünce.

Eli telefona gidiyor. Sırasıyla önce 1'e basıyor, sonra 9'a, en son yine 1'e. Biraz bekliyor. Sonra karşı taraf cevap vermiş olacak, arkadaşım telefona konuşmaya başlıyor.

"Sedef Hanım sonuçları bekliyoruz." diyor "Yirmi dakika önce çıkmış olacaktı..." derken kapı iki kez tıklatılıp cevap beklemeden açılıyor. "Bir saniye, geldi galiba..." diyerek kapatıyor telefonu doktorum. İçeriye genç bir hemşire giriyor. Yakasındaki kartta Fidan TOSUN yazıyor. Yakasındaki iki kelimeyi ve çağrıştırdığı görüntülerin zıtlığını düşünüyorum. Fidan Hemşire elindeki dosyayı doktorumun masasına bırakıp çıkıyor. Arada bana da gülümsüyor, dişlerine ruj bulaşmış.

Doktor zarfı elinde çevirip duruyor, nedense bir türlü açmaya yeltenmiyor. Bir ellerine bir yüzüne bakıyorum. Sonunda zarfın kenarını yırtıyor, sonuç kâğıdının başı görünüyor. Arada zoraki bir gülümseme yerleşiyor yüzüne. Konuşmak zorunda hissediyor ama zarfı açana kadar sabrediyor. Kâğıdı okumasını gözlerinden takip ediyorum. Kaşları hafif çatılıyor, gözleri kısılıyor, ben "Ne oluyor amına koyayım ya!" diye geçiriyorum içimden. Sonra konuşmaya başlıyor.

"Ne düşünüyorsun?" diyor.
"Bu mu yani, başka diyecek bir şey bulamadın mı?" diye sormak istiyorum. Ama düşüncelerim sesin duyulması için gereken alt sınırı aşamıyor. Sessiz kalmayı tercih ediyorum. Bakışlarımı elindekilere sabitlenmiş görünce dikkati kendine çekmek için bir kez daha sormayı deniyor.

"Nasıl hissediyorsun?"
"Büyük..."

Gülmüyor, çünkü espriyi anlamıyor. Ama kabahat onda değil, bu espri beş yıl önce bile bir klişeydi.

"Büyük bir sorunumuz var." diyor hem kelimemi çalıp hem de sonuçlarımı sahiplenerek.

Tepkimi ölçercesine bana bakıyor gözlüklerinin üzerinden. O an, artık onu eskisi kadar seksi bulmadığımı fark ediyorum, masum güzelliği yok artık ama yine de belki bir geceliğine onunla yatardım, diye düşünüyorum. Kendi kurduğum hayalleri kendim yıkıyorum sonra... Bir de soru cümlesi eşlik ediyor bu yıkıma.

"Nasıl bir sorun?"
"Kendini nasıl bu hale getirdin?"
"Ne demek bu?"
"Okuldayken spor dedikleri zaman aklımıza sen gelirdin. Dünyanın en sağlıklı insanı olacağını düşündürürdün herkese..."
"Manyak mısınız siz, niye böyle şeyler düşünüyorsunuz?"
"Manyak değiliz..." diyor jargonumdan bozulmuş bir halde. "Sadece oyun oynamak için ilginç icatlar çıkarmıştık belki. Ben o zamanlar doktor olacağımı bilirdim, o yüzden bizim kızlarla "En çok kim yaşar?" adlı bir oyun bulmuştuk. Küçük kantinin önündeki çardakta oturur, önümüzden geçenlerin ne kadar yaşayacağını tahmin ederdik."

Bunları ciddi mi söylüyor? Anlayamıyorum. Sadece karnımdan burnuma doğru bir basınç hissediyorum. Basıncın adı, kahkaha. Eskiden hoşlandığım doktorumun yüzüne patlıyorum. Kocaman bir kahkaha atıyorum yüzüne doğru.

"Size boşuna inek demiyorlardı desene..."
"Bize ne diyorlardı?"
"Boş ver!"

Konu dağılıyor. Konunun dağılıp gittiğini tek düşünen ben değilim, çünkü doktorum elindeki kâğıdı çevirip duruyor ne diyeceğini bilmez bir halde. Konuşmak yine bana düşüyor.

"Ölüyor muyum?"

Gülüyor.

"Nasıl soru o ya?"
"Ölüyor muyum, dedim!"
"Evet."
"Siktir git."

O kadar içten küfrediyorum ki, doktorumun aklına herhangi bir organ gelmiyor. Bunun bir duygu patlaması olduğunun farkında. Ağlamaya başlıyorum. Sümüklerimi çeke çeke ağlıyorum. Arada öksürmeye başlıyorum ağzımı kapatma gereği duymadan. Biliyorum ki ben buradan çıkınca oda olduğu gibi dezenfekte edilecek, o yüzden rahat rahat öksürüyorum. Arada da küfrediyorum, dünyaya, eski karıma, kütüphaneme girmesini istemediğim için ben yokken en sevdiğim kitaba sümüğünü süren oğluma, "Kamera hazır mı?" diye her sorduğumda beş saniye diyen görüntü yönetmenime ve sürekli arabamın tekerine işeyen sokak köpeklerine. Artık hiçbiri için rol yapmaya gerek yok. Ben ölüyorum, bana ne dünyadan. İlla ki benden bir fayda bekliyorlarsa, onlara en büyük hediyemi bırakacağım, çürümek için sabırsızlanan bedenimi...

Doktorum beni nasıl yatıştıracağını bilemiyor. Bir ara soluklanıyorum.

"Ne kadar zamanım var?"
"İki ay..."
"Azmış."
"Dinlenmen gerek!"
"Dinlenirsem üç ay mı yaşarım?"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder