31 Ocak 2012 Salı

gibiamadeğil 05



Yalnız kaldıkça, yani Güler benden kaçtıkça
Tekmil elektrikleri yanık bırakıyorum yirmi dört saat
İki radyo var ikisini de açıyorum
Yarım alacağıma bir bütün ekmek alıyorum
Bugün büyük olsun yoğurt diyorum bakkala

Gören, düğün var sanır

Can Yücel [Kaçamak]

29 Ocak 2012 Pazar

Yabancı Dil

Disko havasından çıkmadan önce, son söz...
Muhtemelen bunlar da son çırpınışlardır, anlaşılır. Zaten devamı gelemez, biliyorum zorladıkça elde kalır. Kaybeder anlamını yüklendikçe üzerine... O yüzden daha bir kurcalamadan, bahsedilecek son havadisleri vermeli, diye düşündüm... Oturdum klavyenin başına. Şu satırları buraya dökülmeye mahkum eden, ustaların sesleriyle içimize işleyen, ustaların kelimeleridir. Buyrun bir dizi... Bunlar beni tatlı tatlı uyutacak ve belki de her akşam yatmadan değişmeyen ritüellerim haline geleceklerdir, kim bilir?

İlk olarak Fasülyeciyan'ın Repliği... Hepimizin Rocky'nin, Al Pacino'nun sesi olarak kulaklarımızda yerini almasına izin verdiğimiz, usta tiyatrocu ve seslendirme sanatçısı Sezai Aydın tarafından, bir kerede, ezbere...



Devamında hiç durmadan Okan Bayülgen'in yorumuyla Can Yücel'e koşuyoruz. 'Davet' tam bir Can Yücel üslubunda... Dert yanar gibi, ama bu öyle dinleyemediğiniz dert yanmalardan değil. Dinlersek...



Gecenin finali Itri Koşar'dan... Yine kulakların aşina olduğu bir ses, en vurucu Atilla İlhan şiirlerinden birini, resmen dokuyor dinleyicinin hücrelerine kadar...



Bir itirafla kapanış! Ben şiir sevmez, okuyamazdım... Hep yabancı dil gibi gelirdi söylenenler, okumaya çalıştıklarım. Pek çalıştım da denemez ya... Nazım Hikmet'inkiler sayılmaz çünkü onunkilerden bir olay örgüsü, bir romansılık görürüm. Bu Nazım'ı şair olarak görmüyorum değil elbette, hele ki Paul Auster de Türkiye ile ilgili röportajında kendisine değinmişken!.. Demem o ki; ya saçma gelirdi şiirler, -belki şairlerin günlük hayatta yaşadıklarına ihtimal veremediğimden-; ya da korkardım -hakkını verememekten okurken, düşünürken, hissederken- bir hata yapacağım da, edebiyattan azledilirim zannederdim.

Bu dinletiler hiç bir işe yaramamışsa; fikrimce yalnızlığa, yalnız kalma ruh haline çare bulunamaz ya zaten, şiiri sevdirmiştir benim gibi okuması yazması olup da, bu sulara girmekten çekinenlere...

Var olsunlar... Var olmanın şerefine!

Model, Mood On!

Uzun zamandır Model grubuyla alakalı birşeyler karalama isteğim vardı. Yaz sonu olağan İzmir konaklamalarımdan birini yaptığım sırada, evinde kaldığım güzel insan Çağıl'la havanın da bir açıp bir kapamasının verdiği tedirginlikle evde kalıp dışarıya çıkmamaya karar vermiştik. Bilgisayar başında geçen koca bir günün ardından tebdil-i mekanda ferahlık vardır diyerek, yine de bilgisayar odasından çok uzaklaşmadan televizyonun olduğu odaya geçtik; zaplamaya başladık. Televizyon kanalları günün iç karartıcılığını cilalamak istercesine sıkıcı ve boş muhabbetlerle doluydu. Çareyi müzik kanallarında bulduk. MTV'de sıradan Maroon 5, Nirvana gibi seslerle kulağımızdan tüm vücudumuza etkiyen müzikler yavaş yavaş geçiriyor muydu sıkıntımızı ne?

Şu klip güzelmiş...
Bu fena olmamış...
Abi şu şarkıya böyle mi klip seçilir... gibi kritikler havalarda uçuşuyordu. Bir müzik otoritesi değildik elbet ama sıkılınca sağa sola bok atmaya bayılan herkes gibi biz de beğenmediğimiz bir şey çıkacak mı acaba sorusunun meraka gark eden ruh haliyle dakikaları erittik televizyon karşısında... Sonra acıktık haliyle her yapacak işi olmayan adam gibi. Ben zaten yan gelip yatmanın en çok bu kısmını seviyorum a dostlar... Yat, eleştir, yemek ye, dua et! Şaka şaka sonuncusunu hala benle misin diye kontrol etmek için yazdım... Uzatmayalım...



Bonomo kardeşim, çıkışlarda!!!
Mutfakta yemeğimizi afiyetle mideye indirirken, içeriden bizi çağırırcasına bas bas bağıran müzik kanalı, yumuşacık bir tonda, kulaklarımızın pek de aşina olmadığı bir sesi yaymaya başladı. Bu neymiş ya, diye kalktım mutfaktan, salona girdim tekrar... Müzik güzel, solist kız güzel, kızın yanında -ve biraz da arka planda tabi- kalan abiler de bir o kadar ilgi çekici ve marjinal tipler. Diyorlar ki, "Değmessin ellerimiiiiiiz... Buluşmassıııııııın o gözleeer..." Zaten oldum olası bitmişimdir böyle inişinin çıkışının birbirinin üzerine bindiği şarkıları. İyilerdir. Zaten bir nağmeli Can Bonomo, Nev gırtlağı; bir de bindirmeli melodiler... İkisinin koca gönlümde fersahlarca yeri vardır... Yine uzuyor mevzu, toplamakta sıkıntı çekiyorum okur, benle kal...

O gün, böyle, bu grupla geçiverdi. Ben sırasıyla önce grubun adının Model olduğunu, daha sonra bilimum gençliğe hitap eden dizilere sesiyle konukluk ettiğini, Model adının müzik yapımcılarına yapılan "Siz bizim müziğimizle ilgilenmiyorsunuz, siz kendinize model arıyorsunuz!" feryadından çıktığını ve en sonunda da "Aşık cesetler, şekerden tabutlar..." gibi bir güfteye sahip bir başka şarkısının da olduğunu öğreniverdim. Bu öğrendiğim şeylerin bazıları grubu daha da sevmemi sağlarken, bazıları ne yalan söyleyeyim "Acaba ergenlikten çıkamadım mı?" diye kendimi sorgulamama neden oldu. Ama çok takılmadım, üzerinde durmadım... Sonuçta sanat içinde bir yerlere dokunduğu ölçüde sanattır ve kalanı Nazım'ın deyimiyle 'laf-ı güzaf'tır öyle değil mi?

O kadar mutlular ki... Canlarım!

Grupla alakalı veriler bitmek bilmiyordu bir yandan. Sonuçta sosyal medyadır efendim, bir kere trend oldu mu önünü alamazsınız... Böyle böyle daha bir içine girmiş bulunduk Model'in. Eğleniyordum... Ta ki, bu grup 28 Ocak 2012 TV8'de yayınlanan Okan Bayülgen imzalı 'Yalnızlar Diskosu'nda sahne alana kadar.

Programdaki Model, aşığı olduğum bir parçayla çıktı ekranlara. Sonradan öğrendim ki albümünde de cover olarak bu şarkıyı çalmışlar fakat yine de gecenin köründe pat diye karşıma çıkmaları... "Jesus Christ!" diye çığlık attırttı bana... Seviyoruz efendim sizleri... İçimde bir Can Bonomo olmasanız da, Model de canmış... Ne diyeyim...

Yayında çalan parça, işte burada. Kulakların pasına gelsin; Sertab'a da selam olsun!



Ece'ye Veda!

O, 30 Ocak 2012 tarihinde İstanbul'da toprağa verilecek. Kim mi o? Pek çoklarımız için sadece cumhuriyetin ilk yıllarındaki bir anektod. Seksen sene öncesine dönersek göreceğiz. Türk kadınının harika dönüşümünün, o bir anda gelen devrimin içinden çıkıveren onlarca güzelliklerden biri. Tescilli bir güzellik.

 

1913 doğumlu Dünya Güzellik Kraliçemiz, -Atatürk tarafından verilmiş, 'Kraliçe' manasına gelen Ece soyadıyla da bilinen- Keriman Halis, artık yok. Kalp yetmezliğinin vurduğu yaşlı bedeni, güzel bir kuğuyla vedalaşmamızı ister gibi. Bir koca asırlık yaşamında, o dönemi anlatan belgesellerle adını duymuş olsak da, hep bir şekilde akıllarımızda yeri kalacak. O muazzam dönüşümün, belki de sosyal hayattaki ilk reaksiyonlarından birini ülkeye getiren bir güzellik olarak.


23 Ocak 2012 Pazartesi

Her Temas İz Bırakır

Afili Filintalar'dan Emrah Serbes'in eseri Behzat Ç. polisiye edebiyatında bir fenomen. Seri romanlarından uyarlanan televizyon dizisi ve sinema filmi, belki de Türk ekranlarında gördüğümüz en samimi ve gerçekçi polisiye anlatılardan... Edebiyattan uyarlama gerçekliklerin genellikle insanın içine işleyen bir iz bıraktığını düşünmüşümdür hep. İşte yanılmadığımı gösteren başka bir Behzat Ç. ürünü. Bu kez stop motion animasyon tekniği ve diziden bazı repliklerle sunulmuş. Bir şeyler yaratmak için insanın iştahını kabartan çalışmalardan...

http://vimeo.com/22921621

22 Ocak 2012 Pazar

KusKus 01



Usta dedektif Sherlock Holmes'un çok sevdiğim yanıdır. Beynini gereksiz doldurmamak için kendisine faydası olmayan hiçbir şeyi aklında tutmaz Holmes. Ben onun kadar faydacı bakamıyorum işe, orası ayrı... Yine de bazı konularda katılmadan edemedim...

Yanlış hatılamıyorsam Cem Yılmaz'ın eski stand up gösterilerinden birindeydi. "Otuz sene okul okuyorsun ve orada aldığın bilgileri unutmak için bir otuz sene daha harcıyorsun!" gibi birşeylerden bahsediyordu.

Beyni ister istemez bir harici bellek gibi düşünmeye başladım hem Cem Yılmaz'ı hem de Holmes'u dinleyince. Bir Western Digital, bir Samsung bunlar hep insanın bilgi depolama aygıtından özenilip tasarlanmış, imal edilmiş şeyler gibi... Bildiğin beyin çakması... Zorlama oldu biraz ama affet, diyorum ya aklım karışık. İçerde olaylar olaylar... Benzetesim, metafordan metafora koşasım var!
Buradan haykırıyorum. Beynimde yer kalmamaya başladığını hissediyorum... Dökülün ey melûnlar!

Ey 'PROTOKOOPERASYON' kavramı, lafım sana!..
İticisin.
İçinde o kadar çok harf var ki, senin yüzünden eriyen; daha o akla giremeden çıkmak zorunda olan neler, kimler oldu bilemezsin.
Biyolojidensin biliyorum ama evrim karşıtı gibisin.
Faydacısın. Yalnız kalsak bir bira alıp gelmezsin. Sonra bir de ilgisizlikten yakınırsın.
Bir yellenme efekti gibisin.
Gerçekte can olsan da, ne anlama geldiğini yazmayacağım, ayrıntılı bilgi pek sevgili wiki'den:

http://tr.wikipedia.org/wiki/Protokooperasyon...

Ama şu an senden kurtuluyorum 'protokooperasyon'!
Genel kültürüme faydan olsa da, uç özgürlüğüne bırak beynim rahatlasın be 'protokooperasyon'.
Cansın orası ayrı...       

21 Ocak 2012 Cumartesi

Aksak'tan...


Leyla ile Mecnun' adlı Onur Ünlü dizisine olan tutkum sonsuz. Bunda oyuncuların ve oyunculukların, aynı zamanda işin yapımcısı da olan yönetmeninin espri anlayışının harikuladeliğinin etkisini tabi ki tartışamam. Yer yer tonlamalarımızı, cümlelerimizi ve hatta yaşayışımızı bize etkisi altına alan bu işin çok önemli bir yaratıcısı daha var hiç şüphesiz... Senaristi Burak Aksak. Kalemine kuvvet genç üstat. Aşağıdakiler onun kaleminden dökülenler...



Bilekleriyle jilet kesen kadınlar vardır…
Modern hayat engel değildir onlara, bir başına yol alırlar.
Büyüdükçe babasına benzeyen çocuklar vardır…
Bunun farkında bile olmadan.
Üç gece birlikte olduğun, üç fuhuş etmez kadınlar vardır…
Hiçbir gözyaşı değmez onlara.
Yalnız kalmaktan korkan peygamberler vardır…
Ya da yoktur, bilemiyorum.
Tüm yağmurunu boşaltmış bulutlar vardır…
Kararsız bir griliğe boyarlar her tarafı.
Sabah ezanlarından ürken küçük kızlar vardır…
Büyüdüklerinde gecenin bir yarısı uyanıp sebepsiz yere ağlarlar.
Her gece yatmadan ölmüşlerinin ruhu için fatiha okuyan adamlar vardır…
Dudaklarında büyük bir özlem taşırlar.
Evini kedisiyle paylaşan ve orta yaş krizinde olan yalnız kadınlar vardır…
Ve bir an evvel bu isimle bir dernek kurulmalıdır.
Tek başına çay demlediğinde yalnızlığını fark eden adamlar vardır…
Şekersiz ve demlidir çayları.
Dudaklarıyla ağlayan kadınlar vardır…
Hiçbir söz teselli edemez onları.
Aynı dili konuşarak sohbet edip, eğlenebilen insanlar vardır…
Bunu yapamayanlar, bir eğlence mekânında toplaşıp aynı şarkıda hoplayıp zıplayarak eğlenmeye çalışırlar.
Ruhu tatmin olmuş kadınlar vardır…
Ki en tehlikelileri de bunlardır.
Sabaha karşı adım adım delirmeye yaklaşan adamlar vardır…
Hiçbir şey yapmak gelmez ellerinden, oturup saçma sapan şeyler yazarlar.
Bir padişah, bir giyotin ve bir de prezervatif, evet.
-
Burak Aksak

19 Ocak 2012 Perşembe

Sevgili'ye Haykırış!

Vedaların en can yakanı sevgiliye yapılanıdır...
Sevdiceğe yapılan...
Daha can acıtanı da, sevgiliye uğurlar olsun derken, "Acaba hak yerini bulur mu?" diye düşünmektir... Haksızca ayrılınmışsa, insanın durup düşüneceği şey budur. Hakkın gerçekten yerini bulacağına inanmaz belki... İçten içe nasıl olur demekten kurur, kurur...

Davadır, ülkelerdir, devletlerdir... Gelir geçer...
İnsan kalır sadece; zaten en başta da insan kalmak önemli değil midir?
İnsan kalamayalı, o şekilde hissetmeyeli 5 yıl oldu... Saçma sapan düşünce çatışmaları yaşıyoruz hâlâ. Çatışması gereken düşüncelerken, düşünce sahiplerini hedef alıyoruz. Bok oluyoruz be var mı ötesi...

Sevgiliye 'Ah Sevgili' diye seslenmek... Artık sadece arkasından seslenebilmek. Dönüp bakmayacağını bilerek, ama içinde yangın varmışçasına...

NTV 'O An' ın eski (!) programlarından 23 Ocak 2007 tarihinde yayınlanan bölümü. 'Sevgili'ye haykırış' 5. dakikadan sonra başlıyor...





17 Ocak 2012 Salı

Kuş Vuralım İstersen!

- Canım sıkılıyor.
- Sıkı can iyidir, çabuk çıkmaz.
- Ne bu şaka mı?
- Değil. Saat kaç?
- Saat 10. Hâlâ iki saat var.
- Sonra?
- Sonra bitecek!
- Biten ne?
- Allah aşkına bunu bir bilmeceye dönüştürme!
- Ne bilmecesinden bahsediyorsun?
- Hiç. Soru sormasak? Hiç.
- Yapma, bununla baş başa kalamazsın.
- Öyle bir kalırım ki...
- Kalma... Ben de buradayım. Beni görmezden gelme...




- O nerede?
- Çalışıyor olmalı.
- Yapma, gecenin onunda mı?
- Ne var bunda?
- Gece onda çalışmazsın. Biz gece onda çalışmıyor olmak için yıllarca çalışmadık mı?
- Bazıları çalışmayı sever. Senin aksine...
- Senli benli konuşma.
- Ama sen konuşuyorsun!
- Ben konuşurum.
- Saçma...
- Siktir git artık!

**

- O nerede, neden aramadı?
- Neden arasın?
- Bilmem, yani, arar diye düşünmüştüm. Aramalı öyle değil mi?
- Değil.
- Peki.
- Sen neden aramıyorsun?
- Bilmiyorum, ben ararsam...
Herkes ölür!
- Saçma sapan alıntılar yapma.
- Pardon. Ne olmuş sen ararsan?
- Yani olmaz işte. Birkaç kez aramayı denedim aslında. Tabi sen burada yoktun o başarısız denemelerim esnasında. Zaten hep başın sıkışınca geliyorsun, bizim hiç derdimiz yok değil mi hiç?
- İki kez hiç dedin.
- On kere de derim. Kimin umrunda?
- Kendini acındırma.
- Kendimi acındırmıyorum. Aramaya çalıştım diyorum, mesele başka yerlere kayıyor sonra.
- Ama aramıyorsun da.
- Aramaya çalıştım. Elim telefona gidiyor ama ne söyleyebilirim ki? Bilmiyorum. Tam 'BAĞLANIYOR' yazarken, bir anda o kırmızı tuşa basmış buluyorum kendimi.
- İyi ama o bunlardan habersiz. O sadece aramadığın gerçeğini görebiliyor. Sen onu arayamazken, o senin çektiklerini nasıl görsün?
- Çok tuhaf!
- Neymiş tuhaf olan?
- Aşağı yukarı aynı kelimelerle aynı şeyden bahsetmişti bana.
- Ne demişti ki?
- "Sen onu arayınca ne konuşacağını bilmiyorsun. Sonra aniden telefonu kulağından çekip, daha karşı tarafa çağrın iletilmeden telefonu kapatıveriyorsun. Ama o sadece onu aramadığını biliyor."
- Sen ne demiştin buna cevaben?
- Pek konuşmamıştım.
- Zaten anca bana konuşursun.
- Gerizekalısın çünkü. Bir de yarın başına başka bir hadise gelince nasıl olsa şu konuştuklarımızı hatırlamazsın, ona güveniyorum.
- Ama ben konuştuğumuz her şeyi hatırlıyorum.
- Her şeyi mi?
- Her şeyi.
- Saçmaladın.
- Kaç, bence de kaç her zamanki gibi. İnsanlar seni sadece kaçarken görsün; dışarıdan bakınca için görülemez. O yüzden sakın bana ama kaçarken neler düşünüyorum gibisinden martavallar okuma.
- Yoruyorsun beni. İyi ki bir şey anlattık. Artık bütün örneklemelerin o tarafa mı kayacak yani?
- Ne önemi var ki?
- Acındırma kendini...
- Ben mi acındırıyorum kendimi?
- Evet tam olarak acındırmadır bu yaptığın.
- Ben gidiyorum.
- Defol!

**

- Saat 11.
- Gitmedin mi sen daha?
- Gitmedim. Gitsem hissederdin.
- Bravo o zaman...
- Ne oldu ki?
- Bravo varlığın da yokluğun da anlaşılmıyor...
- Çok saçmasın!
- O nasıl cümle ya öyle "Çok saçmasın!".
- Of! Çatlatırsın adamı. Başıma Oktay Sinanoğlu oldun. Güzel Türkçemiz ve sen!
- Ne cevap verdiğimi hatırladım.
- Kime?
- Ona işte. Bana demişti ya insanlar seni aramazken görüyorlar sadece diye.
- Hah, yine aynı mesele...
- Tamam amına koyayım, konuşmuyorum. Git artık!
- Bir saniye küfretmeden dursan güldüreceksin sonunda.
- Ciddi bir şey anlatıyorum sana. En azından ilgileniyor gibi yap be birader.
- Tamam sendeyim. Ne demiştin?
- Ya bırak...
- Trip mi yapacaksın karı gibi ya!
- Karı mı. Pezevenk ona karı denmez. Kadın diyeceksin...
- Off! Konuya gir artık be adam!
- Benle emir kipinde konuşma. Zaten senli benli de konuşmayacaktın ama hiç sikinde değil.
- Çok küfrediyorsun.
- Çok biliyorsun.
- Ben hava almaya çıkıyorum, geliyor musun?
- Ben çıkmadan sen nereye çıkıyorsun zaten...
- Hadi...
- Hadi...

**

- Hahaha! Gördün mü tipi!
- Nasıl görmeyeyim, gördüm tabi.
- Ne bu keyifsizlik ya. Sen istemedin mi dışarı çıkmayı?
- Dışarı çıkmak? Bahçeye çıkıp komşulara bağırdın ya...
- Bağırmadım.
- Sesli güldün! Herif de kapıda mı bekliyorsa artık, hemen çıkıverdi!
- Sinir oluyorum o herife zaten. Sürekli çöpleri bahçeye atıyor.
- Çöpleri atan o değil karısı.
- Karısı mı?
- Kadını mı demeliydim. Özür dilerim!
- Öff. Saçmaladın yine. Karısı mı derken şaşırıyordum.
- Yüzünün halini bir gör o zaman. Ne biçim bir şaşırma haliyse o?
- Karısı olamaz.
- Nedenmiş?
- Seviyor çünkü o beni. Bence bahçemi kirletmez.
- Nerden çıkardın seni sevdiğini?
- Yattık çünkü...
- Allah belanı versin. Kaç yaşında lan o kadın?
- Kocasını takmadın, kadının yaşını taktın öyle mi?
- Orası da ayrı bir ahlaksızlık!
- Ahlak tartışacak değilim senle şimdi...
- Adın batsın!
- Bu ne şimdi anneanne küfürü gibi.
- Böyle anneanne küfürü mü olur? Saçmaladın iyice.
- Ne bileyim benim anneannem ben doğmadan ölmüş.
- Emrah'a bağlama!
- Bağlamıyorum.
- O zaman her duyduğun muhabbeti anneanne küfürüne bağlama.
- Ulan iyi ki bir meseleyi bağladım ya.
- Bir mi?
- Evet. Başka ne zaman duydun bu muhabbeti yaptığımı?
- Geçen Nihat'larla çıktığımızda da yaptın ya!
- Ne yaptım ya!
- "Godoş" dedi hani biri birine kızınca. Sen de "O ne be öyle anneanne küfürü gibi..." dedin.
- Hiç hatırlamıyorum valla...
- Balık ye.
- Peki...

**

- Anlatacak mısın artık?
- Neyi?
- Ona ne cevap verdiğini...
- Ha şu mesele.
- Sanki unutmuştun...
- Unutmuştum tabi!
- Ya bırak!
- Ok! Ok! Dedim ki "Aslında benim tek arayamadığım kişi O değil. Ben seni de aramadan önce çok zorlanıyorum. Çünkü O benim her ne kadar en yakın arkadaşlarımdan biriyse de; ben seni aramadan önce de çok didiniyorum kendimle. "
- O kim?
- Kim kim?
- E ona demedin mi "Aslında benim tek arayamadığım kişi O değil. Ben seni de aramadan önce çok zorlanıyorum. Çünkü O benim her ne kadar en yakın arkadaşlarımdan biriyse de; ben seni aramadan önce de çok didiniyorum kendimle."
- Evet?
- O cümledeki 'O' kim?
- O Cenk!
- Ha ok! O ne dedi?
- Kim?
- Kız...
- Ne diyecek. Ben tam cümleme başladım; o bunu duyamadan gitti.
- O?
- Ebenin amı!

**

- Tik tak!
- Saat 11:45.
- İlk kim arayacak?
- Annem ya da babam; ya da en sevgili kuzenim. Genelde bu sırayla olur.
- İyi yine arayacak birilerin var.
- Doğru.
- Şu telefonuna bak.
- Ne olmuş?
- Oha! 10 cevapsız arama. 4 de mesaj...
- Sence kaçı ondan?
- Bence 3 cevapsız ve 1 mesaj ondan.
- Diğerleri?
- Onlar da az önce saydıkların olsa gerek...
- Yok onlar değildir. Onlar yeni güne girerken ararlar. Daha nereden baksan kafada on beş dakikaları var...
- Hımm bilemedim...
- Baksam mı?
- Durduğun kabahat!

**

- Tamam sıkılma artık bu kadar. En azından 10 cevapsız ve 4 mesajın tamamı ondan gelmiş.
- Ama dediğine bak ya. Sıçtık vallahi sıçtık.
- Ne var ya! "Geçen gün senle konuşurken sen tam birşey söyleyecektin. O neydi ya? Şimdi kafamı toparlayabildim; söyler misin?" demiş sadece.
- Mesajlarda noktalı virgül konabiliyor mu ya?
- Noktalı virgül mü?
- Evet. Yani kim uğraşır ki bununla...
- Doğru bence de. Saçmalamış...
- Sanırım aşığım ben. Şu noktalı virgülle beni tavlayabileceğine kim inanırdı ki?
- Çok üzülüyorum sana.
- Kendine üzül.
- Sana yaramaz o! Kafanda tuttuğuna yazık.
- Jesus fucking Christ, dostum! Bu da ne!
- Aaa, heyecan yok! Burnun kanıyor dostum. Dur kafanı geriye yatır. Heyecan yapma, dur sakin!
- Car car car, vir vir vir... Bitmedi derdin!
- Konuşma. Dur tampon yapalım.
- Burnumu siktin!
- Ağzını bozma. Sessiz ol!
- Beynimi siktin!

**
- Biliyor musun bu konuşmadan dramatik bir şey çıkar diye düşünmüştüm.
- Neden dramatik olsun ki! Hayat güzel be dostum.
- Di' mi ya!
- Gel kar topu oynayalım!
- Burnun nasıl?
- Bilmem. Nasıl görünüyor?
- Pipi gibi.
- Nasıl?
- O pamuklar da, öyle iki yandan çıkmış ya...
- Çirkinleşme!

**

- Asla bir dram çıkmaz bizden!
- Asla kardeşim!
- Ai se eu tu pego kardeşim!
- Colin Kazım gibisin!
- Sen de Melo!
- İyiyiz kardeşim!
- En iyisiyiz!..