31 Ekim 2013 Perşembe

Yaratıcılık Mode On!

Reklamcılıkta en ilgimi çeken konu, markaların çirkinleşmeden birbirlerine vurabilecek konuma gelmeleri... Ülkemde olabilir mi, bilemem. Belki de her konuda olduğu gibi bu konuda da işi rayından çıkarırız diye izin vermiyordur üst kurullar... Ama olsa çok güzel olur bence. Bir ara 'Otomobil Savaşları' diye bir video izlemiştim, oradaki işler de oldukça etkileyiciydi. BMW, Mercedes, Jaguar... Tüm baba araba üreticileri birbirine acımasızca ama seviyeli bir şekilde vuruyordu. Bu bence çok eğlenceliydi. Ve tabi ki çok da yaratıcı... Sahi, rakibine giydirirken, daha mı yaratıcı oluyor insan ne?

Çok beğendim Pepsi'nin bu işini...


27 Ekim 2013 Pazar

Lou!

"Hiçbir şey iki elektro gitar, bir bas gitar ve bir bateriyi yenebilecek güçte değildir."

Lou Reed (1942 - 2013)

Müziğin gücünü bir cümlede anlat!
Lou Reed'den daha iyi tanımlayabilir misin?
Sanatını hakkıyla yapanlar, asla gerçekten ölmez. 
Eyvallah Lou...


26 Ekim 2013 Cumartesi

Biz Erkek Tarafı'yız!

Andrzej Saramonowicz'in dünyaca ünlü oyunu Testosteron'dan daha önce bahsetmiştim. İstanbul'da Oyun Atölyesi tarafından beş yıldır oynanan oyun çok sağlam bir komedi olarak, bayıldığım oyunlar listesinde çok rahat kafaya oynar. Tabi bu kadar etkilenmiş olmamda metnin kuvvetli oluşu kadar, oyunculukların başarısı da rol oynuyor. Mert Fırat, Tuna Kırlı, Emre Karayel, İnan Ulaş Torun, Timur Acar, Onur Ünsal ve Metin Coşkun'dan oluşan ekip, gerek oyun boyunca süren performansları gerekse de oyunun sonunda verdikleri mini konserle tüm seyircinin aklını başından almıştı.

Testosteron şu an Oyun Atölyesi'nde farklı bir kadroyla oynanmaya devam ediyor. O halini izlemedim, o yüzden yorum yok! Ama bazı konularda bağnaz bir adam olduğum düşünülürse, o oyunu izlesem de önceki kadar sevemeyecekmişim gibi hissediyorum.

Önceki ekip ise başta ilk Testosteron'un yönetmeni Kemal Aydoğan olmak üzere; oyuncular Mert Fırat, Onur Ünsal, İnan Ulaş Torun ve Timur Acar artık Moda Sahnesi'nde!

'Anadolu Yakası'nın başına gelen en güzel şey' olarak lanse edilen Moda Sahnesi, eski Moda Sineması'nın yerinde kurulan ve modüler yapısıyla oyunlara, çeşitli work-shoplara ve konserlere aynı anda ulaşabileceğimiz bir mekan olarak hazırlanmış. Ama neyse 'Moda Sahnesi' başka bir yazının konusu... Onu, orayı görüp ballandıra ballandıra anlatacağım başka bir post'a saklıyorum. Ne diyorduk biz, Testosteron...



Evet, ekip artık Oyun Atölyesi'nde bu oyunu oynayamıyor ama bu kuvvetli metnin etkisinden de henüz kurtulabilmiş değiller. Testosteron, sinema filmi versiyonu Erkek Tarafı 'Testosteron' ismiyle yakında sinemalarda olacak. O bayıldığım tiyatro kadrosu, sinemalarımızda ve sonra da DVD'lerle evimizde olacak yani. İşte sinemanın en sevdiğim tarafı da bu zaten. Film, daha önce Mert Fırat'la Başka Dilde Aşk ve Atlıkarınca adlı filmlerde de çalışmış yönetmen İlksen Başarır imzasını taşıyor. Tip ve tavır olarak biraz soğuk bulduğum -Emek Sineması eylemlerinde karşılaşmıştık da kendisiyle-, ama Türkiye içerisinde ortalama üstü işler yaptığı için kendisine saygı duyduğum İlksen Başarır, eminim bu oyunun homojen geçişlerini kesmekle uğraşmamış ve aynen oyun kalitesinde güzel bir film yapmıştır bizim için. Buyurun filmin fragmanı...



Bir an önce 22 Kasım gelsin o zaman!

25 Ekim 2013 Cuma

Kitap Şöleni

Ekim ayı bitmeden bayıldığım iki yazar, Ahmet Ümit ve Hakan Günday'ın kitapları piyasada... Birinin adı Beyoğlu'nun En Güzel Abisi, diğeri Daha... İkisi de evlatlık çocuklarım gibi... Evlatlık, çünkü öz babalarına saygısızlık etmek istemem.

Beyoğlu'nun En Güzel Abisi, Beyoğlu'yla ne kadar içli dışlı olduğunu bildiğimiz Ahmet Ümit'in, bu bölge hakkında Beyoğlu Rapsodisi'nden sonraki -ki benim en sevdiğim kitabıdır açık ara- ilk kitabı. Bir ara polisiye ve din, inanç gibi konularda eserler vererek biraz daha mistik sularda yüzmüştü kendisi. Sonra yavaştan tarihe kaydı kalemi. Bana kalırsa o konuları alt metnine oturtan kitapları da güzeldi. Ama bir yerden sonra, bir polisiye roman değil de sanki çok kaliteli bir macera filmi izler gibi hissetmiştim. Bu Beyoğlu Rapsodisi'yle coşmuş histerimi biraz köreltmişti ne yalan söyleyeyim. Ama şimdi tekrar günümüzde geçen, nispeten daha gerçek, hatta hemen yanı başımızda Tarlabaşı'nda seyreden bu hikaye beni ilk sayfalarından içine çekmeyi bildi.

Evet, ilk sayfalarındayım, daha çok başındayım kitabın. Çıktığı ilk gün almış olmama rağmen biraz zorunluluktan, biraz da en yakın kitabının tekrar çıkması için bir yıl beklenecek olması koşulundan yavaş yavaş okuyorum kitabı. Ama bir şey söyleyeyim mi? Özlemişim ben Başkomiser Nevzat'ı, Komiser Ali'yi ve Kriminolog Zeynep'i...

Bakalım neler olacak. Heyecanım dorukta...



Hakan Günday efendimisss'in yazdığı yeni kitaba gelince; adı başta da söylediğim gibi Daha. Bundan önceki kitabı Az'ı okumuş ve bayılmış biri olarak -ki en sevdiğim kitabı hala Kinyas ve Kayra'dır-, Az'dan sonra Daha'nın gelişiyle acaba Hakan Günday kitap isimleriyle bize bir şey mi anlatmak istiyor, diye düşünmeden edemiyorum.

Bu kitaptan sadece 2 bölüm okudum. Tadımlık. Önce Ahmet Ümit'in kitabı çıktığı için, önce onu bitireceğim. Sonrası malum... Daha'yla yine nasıl koridorlara gireceğiz, henüz ilk 2 bölümü okumuş biri olarak tahayyül edebiliyorum.



Dediğim gibi, Ekim ayı güzel geldi bünyeye... Tek kötü yanı, muhtemelen iki hafta sonra bitmiş halde kitaplığımdaki yerlerini alacak bu iki kitabı yazan iki insanın, en az bir yıl daha başka bir kitap çıkarmayacak olmaları... Neyse, şimdilik çok üzülecek halim yok. Önce kitaplara düşüp, üzülmeyi iki hafta sonraya ertelemek en iyisi olacak.

Bol okumalı günler!

9 Ekim 2013 Çarşamba

gibiamadeğil 24: Heil Zombi!



İğrenç yüzlerinin sebebi kar mı?
Yoksa içlerinin pisliği yüzlerine mi vurmuş?
Heil Zombi!

yine gelsen; hep film izlesek senle 03

Kynodontas / 2009 / Giorgos Lanthimos

Bir Cumartesi akşamı...

Bir arkadaşınla buluştun. Haftalar sonra kendisiyle ilk kez görüşmüşsün ve konuşulacak şeyler birikmiş. Üstelik son günlerde çoook uzun zamandır olmadığın kadar heyecanlısın. Dolayısıyla tüm konuşmalar bu heyecanını paylaşmaya yönelik...

Arkadaşınla oturuyorsunuz. Aslında boykotta olan dünyaca ünlü bir kahve devinin açık alana atılmış sandalyelerine tünüyorsunuz. Bir şeyler anlatıyor. Kafanın dağınık olması onu eğlendiriyor. "Anlat bakalım." diyor sana.

Bütün gece konuşuyorsun. Anlattıkça anlatmak istiyorsun, ama kendini engelliyorsun. Anlatacaklarının büyük kısmını kendine saklıyorsun, bazıları sana özel ve öyle kalmalı. Bazen fikirlerini almak istiyorsun, o kadar çok gülüyorsun ki karşındaki gerçek fikirlerini mi söylüyor ayırt edebilmen mümkün değil. Ama arkadaşın hep iyi şeyler söylüyor. "Seni böyle gördüğüme çok sevindim." diyor. "Mutlu olmayı hak ediyordun zaten." "Dur bakalım." diyemiyorsun ona, merak ettiğin şeyler var ama korkuyorsun da, bayağı bir zamandır bu kadar heyecanlanmamıştın itiraf et...

Konunun fazla konuşulup karşındakinin ilgisini kaybetmesinden korkarak arada farklı konular atıyorsun ortaya. Onun heyecanlanması neden o kadar önemliyse! Ama değil mi ki sen heyecanlısın, karşındaki de en yakın dostun olarak heyecanını paylaşmak zorunda. O yüzden heyecan kontrolü önemli. O yüzden zaman zaman konuyu değiştirip tekrar ana konuya dönmek onu zorlamıyor. Arkadaşın seninle gurur duyuyor. Tam olarak neden gurur duyduğunu bilmeden yapıyor bu işi... Sonra yine konuyu değiştirme çabalarından birinin içinde Köpekdişi diye bir filmden bahsediyor. "Mutlaka izlemelisin." diyor "o kadar vurucu ki yarıda bıraktım." İlgini çekiyor film, ama "Bu filmi birlikte izleyeceğiz." diyor. "Tamam." diyorsun, izleriz bir ara...

Sonra durup dururken tekrar ana konuya dönesin geliyor.

"Biliyor musun?" diyorsun "bu akşam sinemaya gideceğiz."

Kimle? Kimle olacak, arkadaşının başını ne -kim- hakkında şişiriyorsan dakikalardır, onunla.

"Nasıl olacakmış?" diye zorluyor arkadaşın seni. "Bir saatte gidebilecek misin 3.000 kilometreyi?"
"Hayır." diyorsun. "Bir fikrimiz var."

Eve gidiyorsun arkadaşınla vedalaşıp. Suratında hala o gülümseme var. Bilgisayarını açıyorsun, karşında o...

"Hangi film?" diyorsun, heyecanla konuşmaya başlıyorsun.
"Köpekdişi diye bir film varmış. Haneke ve Lars Von Trier sevenler, bu filme bayılırmış." diyor.

Sadece bakıyorsun.
Gülüyorsun.
Ve film başlıyor.
Asla unutamayacağın bir filme doğru yol alıyorsun.

2 Ekim 2013 Çarşamba

Çok İngiliz bir sabahın uyanışında...

Yatıp durma. Uzanma. Gün neredeyse öğlen oldu. Kaldır kendini. Git bir güzel çişini yap, kurtul sabah ereksiyonundan. Ama önce suyu kaynatmaya başla. Banyodan çıkınca, kaynayan suya bir Earl Grey patlat. Sallama çayın torbanın içinden kurtulup sıcak suya yayılışını izle. Bardağını al, doğru cam kenarına. Çatıların üzerine dokundukça yağmur, tıpır tıpır sesler geliyor. Çok sağlam bir toprak kokusu yayılıyor havaya... Odada yağmur dışında bir ses fark ediyorsun. Bir müzik gibi. Yüzünü camdan odaya çevir. Televizyon açık. Yine sızdın. İyi ama hem sızıp hem de nasıl yatak odasına gidebildin?

Dert etme. Sesini aç televizyonun. Yağmurun melodilerine, Morrisey'in sesi eşlik etsin. Hatırlayacak kimse olmamasına üzülme. Birileri var elbet. Güzel bir gün bugün...




1 Ekim 2013 Salı

Bana da tersten bakıyor musun?

Ters bir ülkeyiz biz. 

Bunu kolaylıkla görebilmek için bir sabah erkenden kalkıp otobüse binin. Ben mesela. Her gün otobüse binerim. Bugün de bindim. Çıkardım cüzdanımdan kartımı ve bastım fütursuzca. Her dikkatsiz ve işe geç kalmış genç gibi faka basmıştım. Boş akbilimden gelen küfür dolu sesle heyecanlandı yarı açık gözlerim. Önce otomatik akbil aksamına baktım, sonra da yalvaran gözlerle şoföre...

"Akbilin boş..." dedi.
"Nasıl olur!" dedim dünyanın en çatallı sesiyle...
"Efendim..." dedi.
"Ne yapsak..." diye geveler oldum.
"Akbilin boş..." dedi yine. Orhan Kemal romanlarındaki aşağılık usta başına benziyordu tavırları. Yanımda eşim olsa, "Tamam, akbil basma ama, karını alırım." diyebilirdi bana.
"Tamam bi' içeridekilere sorayım." dedim.
"Bak hadi de, yoksa in doldur..." dedi. Anlamıştım. Uzatacaktı.
"Tamam gidelim, ben içeridekilerden isterim şimdi bir akbil."
"Sana güvenmiyorum." der gibi baktı. Bunu kulaklarımla duymadıysam da bir şekilde hissettim.

Kapıyı kapattı. Bu, "Geç hadi..." demekti. İlk dört sırayı pas geçtim. İnsanlar benle göz göze gelmemek için grotesk ifadelerle cama yapıştırıyordu kafalarını. Cam kenarında oturmayanlar da dikkat kesilmiş dışarıda bir yere bakıyorlardı. Onları rahatsız etmek olmazdı.

Arka tarafta, benden hemen önce otobüse binmiş kıvırcık saçlı kızı gördüm. Hatırladığım kadarıyla 18,35 lirası daha vardı kartının içinde. O basarken görmüştüm. İnsanoğlunun fark etmeden nelere dikkat ettiğine şaşarsınız. Neyse... Kıvırcık kız bulduğu yere yerleşmeye çalışıyordu. Elinde gitar kılıfı, içinde gitar, iki kişilik yere sığışmaya çalışıyordu. Yüzüme baktı. Gözleri çok güzeldi. Benimkilerse çapaklı...

"Pardon?" diyen gözlerle bana baktı tepesinde dikildiğimi görünce.
"Gözleriniz var mı?" diyebildim.
"Pardon?" diye yineledi.
"Akbiliniz var mı?"

Cevap vermedi. Eşyalarını düzeltmeye koyuldu. Boynunda asılı duran kulaklıktan iki dize çalındı kulağıma...

"I'm gonna pop some tags
Only got 20 dollars in my pocket..."

Bu, sözleri acılı, melodisi oynak şarkının sözlerini Türkçe'ye çevirecek kadar İngilizce'm vardı. Herifin hali haraptı, cebinde 20 USD kalmıştı, falan filan... Bu arada fark ettim ki kızın başında dikilmeye devam ediyordum.



"Ben de sizi zor durumda kalanlara yardım eden biri sanmıştım."
"Efendim?"
"Yalnızca 20 doları kalmış siyahi bir adamın derdi, şu an otobüsten atılma tehlikesiyle karşı karşıya kalmış beyaz bir adamın derdinden daha mı önemli?"
"Irkçı mısınız?"
"Ne münasebet. Benim zenci arkadaşlarım var."
"Tamam al akbilimi... Defol git de bas hemen..."
"Hayır. Şimdi de ben istemiyorum."

Aramızdaki münakaşa böyle sürüp giderken, omzuma dokunan bir elle irkildim. Arkamı dönünce oturduğu yerden, ayakta duran 'ben'in omzuna nasıl yetişebildiğini anlamadığım Dhalsim Teyze'yi gördüm.
 
"Al evladım. Benimkinden basabilirsin." dedi bir yandan kulaklıklı kıza kötü kötü bakarak.
"Sağol teyzeciğim." dedim bir yandan kötü kötü kulaklıklı kıza bakarak.

Koşa koşa ön tarafa gittim. Arabayla aynı yöne koşmuş olduğum için muhtemelen dışarıdan bakanlar 1 saniyede bu kadar yer değiştirebiliyor olmamı çok ilgi çekici bulmuş olmalıydı. Kaptan'ın önüne geldim ve tüm gücümle Dhalsim Teyze'nin akbilini otomata bastım. Kulaklarım duymadı ama Kaptan'ın "Elalemin rızkıyla gez anca sen pezevenk..." deyişini içimin ta derinliklerinde hissettim. Geri döndüm, Dhalsim Teyze'nin akbilini geri verip, kızdan oldukça uzak bir köşeye oturdum. Zaten bir durak sonra çok şişman bir kadın yanına oturdu ve kız gitarını kucağına almak zorunda kaldı. İlahi adalet böyle bir şeydi belki de... Artık onunla ilgilenmeyi bırakabilirdim.

iPod'umun kulaklığını kulağıma yerleştirip sesi açtım. Otobüs ben huzurlu bir yolculuk yapana kadar AKM'nin önüne gelmişti. Polislerin sığınağı haline gelmiş Atatürk Kültür Merkezi'ni görünce bir duygu yoğunluğu yaşadım, sonra bastım 'play' tuşuna... Otobüsten inerken çalmaya başladı şarkı. Ve arasından yürüdüm bütün polislerin. Kulaklarımda Redd'in melodileri vardı... "Bana da tersten bakıyor musun?" diye soruyordu Doğan Duru'nun asi sesi. Sonra hep bir ağızdan bağırmaya başladı şarkıdaki herkes... TELVED LİTAK...