20 Şubat 2014 Perşembe

Sen Aydınlatırsın Geceyi

"İnsan endişe'den yaratılmıştır." Euripides

Kadıköy Rexx Sineması'nın, artık pek çok sinemaseverde olduğu gibi benim için de önemli bir yeri var. Çünkü ben orada, Türk Sineması'nın -aklım başımdayken izlediğim- en mükemmel filmini seyrettim: Sen Aydınlatırsın Geceyi... Hemen yazmam gerek diye düşündüm filmden çıkınca. Birilerine bir şey anlatmak istemiyordum bu sefer. Sadece not düşmek istiyordum kendim için. Çünkü yönetmenin önceki filmlerini DVD versiyonlarını bulmak konusunda sorunlar yaşamıştım. Ola ki bunun da DVD'si çıkmazsa, unutulup gitsin istemedim bu kadar duygu, fikir...

Onur Ünlü'nün son filmi Sen Aydınlatırsın Geceyi iki kere izlendikten sonra yazılabilecek bir film. Bunu nereden mi anladım? Rexx'ten çıkıp, karşıya geçip, evime girip bilgisayarın başına oturduğumda harfler birbirinin üzerine bindi ve ben yazamadım. Filmdeki suya sabuna dokunmayan doğaüstü güçler gibi bir durum musallat olmuştu bilgisayarla aramdaki ilişkiye... Neticede yazamadım işte ve demlenmeye bıraktım filmle ilgili görüşlerimi...

Sonra, yaklaşık iki ay sonra, bir canım kardeşim ziyaret etti beni. Öncesinde de konuşmuştuk film hakkında. O fragmanını görmüştü, ancak yurt dışındaydı. Filmin ne zaman yayınlanıp yayınlanmadığı belli değil. Belki de bir daha izleme şansı yok. Ya da ikimiz de yukarıda bahsettiğim sebepten, çok kötümseriz. Yine de bir yolunu bulup bu filmi izleyebilmek istiyor. Ve tesadüf... İstanbul'a geldiği hafta, bir ay kadar yayınlanıp sonra vizyondan çekilen film tekrar gösterilmeye başlanıyor. Tam da o buradayken... Filmi ikinci kez izlemek benim için bir şeref!




Bu girizgahtan sonra, filmin konusuna kısaca bir bakacak olursak...

Cemal, Manisa'nın Akhisar kasabasında babasıyla yaşayan ve kendi berber dükkanlarında çalışan bir adamdır. Kendi halinde gibi görünen Cemal'in içine bir sıkıntı çöker, kendisi bile ne olduğunu bilemez. Öte yandan hemen hemen herkesin birbirini tanıdığı bu kasabada, gayet sıradan gibi görünen insanların olağanüstü güçleri vardır. Kimi zamanı durdurur, kimi duvarların ardını görür, kimi ölümsüzdür. Ama hiçbiri süper kahraman değildir. Herkes her şeyi bilir ve normal hayatına devam eder. Daha büyük dertleri vardır. Hayat sıkıntısı gibi, aşk acısı gibi, kıskanmak gibi...

Film, Euripides'in "İnsan endişe'den yaratılmıştır." sözüyle açılıyor. Filmin yönetmenine neden böyle bir başlangıç cümlesi seçtiği sorulduğunda ise "Dünyada bulunmak endişeye sebebiyet verir. Aslında sadece bu filmin değil, bütün filmlerin başına yazılabilir bu söz. Bütün kitapların. Hatta fırınların, bakkalların, mezarlıkların. Saunaların bile... Eğer buradaysak, ne olacağıyla; hatta şu ana kadar ne olduğuyla ilgili sürekli bir şüphe hali içinde oluruz. Aramızdan çok azı bu şüpheyi aşıp sükuna erebilir. Onlar da bize küçücük bir ipucu bile vermez maalesef... O ipucunu bulabilirsek biz buluruz..." diye yanıtı alınıyor.




Aslında tüm bu endişe ve arayış cümlelerinden önce filmin isim babası dizelere gidelim:

Yarayla alay eder yaralanmamış olan
Bak nasıl da sararıp soluvermiş Tanrıça kederden
Sen ondan çok daha parlaksın çünki
Sen! Tüm göklerin en güzel yıldızlarının ilki...
Sen! Sen aydınlatırsın geceyi...

Gerçekten tüyler diken diken oldu, değil mi? William Shakespeare'in yazdığı birkaç dizelik bir sone Sen Aydınlatırsın Geceyi... Hatta sanırım bu isimde bir sonesi de yok Shakespeare'in... Baktım ama sadece Romeo ve Juliet adlı oyununda gördüm bu dizeleri. Olsun, yeri belli olmasa da onun yazdığına eminiz sonuçta. Aşağıda da göreceğiniz gibi, gayet Şekspiryen bir ortamda ezbere okunur, hatalı koca tarafından özür dilenen karısına...




Onur Ünlü'yü çok sevdiğim Leyla ile Mecnun dizisinden önce de izlerdim. O zaman da çektiği filmleri, yaptıklarını, dilini, anlatım tarzını severdim. Eğlenceli bir melankoliyle doldururdu içimi. Sen Aydınlatırsın Geceyi de böyle bir film... Siyah beyaz bir kasabada geçen, hissettiklerini en uçlarda yaşayan insanların hikayesi... 'Küçük yer sendromları' yayılmış tüm filmin içine. Küçük yer aşkları, küçük yer diyalogları, küçük yerlere ait küçük hesaplar... Genellikle koca koca metropollerde yaşayıp, kalabalık bir insan kitlesini her türlü beladan kurtarmaya çalışan karakterlere ait özellikler var filmin her bir üyesinde. Ama hiçbirinin birilerini kurtarmak gibi bir derdi yok. Sanki bu küçük yere böyle büyük güçler yakışmazmış gibi...

Siyah beyaz filmleri severim. Hitchcock'lara, Yeni Dalga filmlerine düşmüş zevatın bir üyesi olarak, siyah beyaz film görünce otomatikman uykusu gelenlerden değilim. İyidir yani, kontrast yaratır. Işıltılar insanların gözlerini alamaz çünkü normal hayat genellikle o kadar renkli değildir. 

Ama bu filmdeki siyah beyazı bir farklı sevdim. Görüntüden ziyade, bir karakter analizi gibi kullanılan bu iki renk, filmin ana karakteri Cemal'in ortasının olmamasını, sırf bu yüzden hikayenin sonunda ortada kalmasını anlatıyor gibi geldi bana. Film bitince göğsüme bir öküz oturmuş gibi hissettim. Filmin başında Cemal'in göğsüne oturan öküzün ikizi belki de. Bok ve kusmuk görmek midemi bulandırmadı. Hareketler o kadar insana aitti ki -aslında böyle insanlar yok- doğal geldi her şeyiyle. Bir de sanırım ben yine, küçük bir kasabada böyle büyük işlerin dönmesinden etkilendim.




Herkesin her şeyi bildiği ve herkesi tanıdığı yerler vardır. Mutlaka bulunmuşsunuzdur böyle yerlerde. Böyle yerlerde bir tecavüz hikayesi duyulduğunda, bir kızın bir adama kaçması anlatıldığında herkese yorum yapma hakkı düşer. Böyle yerlerde yaşayan ailelerden birinin evine oğlunun askerde şehit olduğu haberi geldiğinde, en uzaktaki evden baş sağlığına gelir insanlar... Bunlar hep kötü örnekler ama iyi şeyler de zamanla kötü gibi gelmeye başlar. Sıkışmış gibi hisseder insan, gece yaşadığının sabah bütün kahvenin ana muhabbet konusu olduğunu gördükçe. Samimidir buralar. Ama bu samimiyete uymayan hatalar görülür zaman zaman. O zaman insan "Hani samimiydik biz!" diye düşünür, yakıştıramaz kendi küçük güvenli bölgesine bu kötülükleri. Biraz da bu yüzden kaçar zaten böyle yerlerden kimsenin birbirini tanımadığı metropollere... Sonuçta ne bok yersek yiyelim, kimse bizi tanımıyordur ki...

Bunun aksi de mümkündür tabi, çok küçük bir olasılıkla da olsa. Bazen insan sadece "Boğulacaksak büyük denizde boğulalım." diye düşünür. Ondan bırakıp gider güvenli topraklarını. Ama bu küçük yerin dar gelmesi, büyük limanların feth edilmesi söz konusu değil bu filmde. Film daha çok ilk uzun kısımı sokar gözümüze gözümüze...




2013 yılının ve bence tüm zamanların Türkiye Klasikleri içinde yer alacak en güzel yerli filmi budur. Bir yerlerde denk gelirseniz, yoğun bir 107 dakika için girin sinemaya, mısır bile almayın; bir tek su... O da arada bir kuruyan ağzınızı nemlendirmek için...



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder