Küçüktüm, olanları tam olarak değil de bölük pörçük noktalarından hatırladığım dönemlerdi. Henüz çocuk denecek kıvama yeni gelmiştim ve anlatacaklarım birikmeyi bekliyordu. “Şimdi bir çocuğun anlatacakları ne olabilir ki? Neyin farkındadır ki, bir derdi, anlatacakları olsun?” diye düşünebilirsin -ki bu en doğal hakkın ve seni yargılayamam çünkü 'neredeyse' aynı düşünüyoruz.
Direkt senli benli girdim bu arada ama... Anla işte, samimiyetimize binaen...
‘Neredeyse’ demiştim…
Çünkü o zamanların etkilerinin ileride çıkacağını ve bugün çözümleyemediğim pek çok şeyi ayna kabak önüme sereceğini ben de yeni fark ettim. Neyse, çok uzatmadan başlamak en doğrusu sanırım…
********
O dönemler gündüzlerim kendim gibi 4 - 5 yaş grubu arkadaşlarımla oynadığımız oyunlarla, akşamlarım haberlerde çıkan ‘çocuklarınıza izlettirmeyin!’ çılgınlıklarından etkilene etkilene geçerdi. Ailem izlettirmezdi tabi uyarıları dikkate alıp.
Haberler “Satanistler,” derdi “çok fenalar… Şeytana kurban veriyorlar… vesaire vesaire.” ben çok korkardım, görmediğim bilmediğim bir şey sonuçta.
Aynı haberler “… faili meçhul bu cinayet… ” derdi ve ben ‘fail’in ne anlama geldiğini bilmeden, anlatılanları dinleye dinleye ‘meçhul’ün ‘bilinmeyen’ anlamına geldiğini anlardım. Ve yine bilmediğim şeyler. Yine korkardım.
Bazı geceler bardaktan boşanırcasına yağmur yağardı. Şimşekli mimşekli… Öncesinden biriken bu kadar korkuyla, sorarım sana, sen de zıplamaz mıydın yatağında o gürültü aniden çağlayınca pencerenin dışında? Ben zıplardım, sonra annem, anneannem, kim varsa o an yanıma gelirdi:
“Yok bir şey yavrum, şimşek çaktı sadece!”
********
Görmediğim şeylerden korkar hale gelmek sanırım ufak yaşlarda edindiğim bir ‘yetenek(!)’.
********
Bir gün geldi ve bendeki bu ‘yetenek’ boyut değiştirdi. Artık görmeden değil, korkumu kabartan şey henüz yaşanmadan başlamıştım canımı sıkmaya, ondan ürkmeye… Anlamaya başlamıştım, beynim neyle yoğunsa tavırlarımı da yine o yoğunluklar belirliyordu. Ve artık öcülerden, şimşeklerden, cübbeli adamlardan korkmuyordum. Ya da Stephen Hawking'den. Hayatta başka şeylerin de korkuyla daha bir yoğun yaşandığını kavramıştım.
'Aşk'…
'Sevgi'…
'Timing' yahu; 'Zamanlama' işte...
Vesaire vesaire…
********
Nereye geldim, bak…
İnsanların tanıdıkları fazladır ama kendine yakın hissettiklerinin sayısı onlar kadar fazla değil. Bunun sevgiyle alakalı oluşu işleri daha içinden çıkılmaz yapıyor ve belki herkes değil ama insanlığın çoğu, bir süre sonra, içinde kaybetme korkusuyla yaşamaya başlıyor. Evet, evet sadece 'ya kaybedersem' korkusuyla!
Kaybedilmiş bir şey yok ortada…
Her şey harika…
Ama korkularla yoğruluyorum, emin değilim sevdiğimin benimle devam edeceğine.
Ya giderse…
Ya başkasını severse…
Hay bin kunduz! Unuttuk bak, ölecek de bu; ya benden önce ölürse…
Michel Foucault da diyor ya: "İnsan dediğimiz şey yakın tarihin bir icadıdır. Ve muhtemelen sonu yakındır." İşte o muhtemel sonun katalizörü de bu sanırım. Ben şu halimle yakın tarihi evvel ezeli aynıymış gibi zannederken, kendi kendime bu yapay ebediyeti sımsıkı tutmaya çalışıyorum. Ve elbette kaçıyor. Bir yerde illa ki kaçacak zaten. 'C'est la vie.*
Pek hayra alamet değil gidişat, bir şekilde olmamış şeylere olmuş gibi bakmamayı, evham yapmamayı öğrenmeli. Yoksa pek toplanamayacak kafalar ki bu da yine kendime zarar…
-----
Tüm bunları ben, ben, ben diye yazmış olmam, sadece kendimden bahsettiğim anlamına mı gelir, peki? Sanmam...
Peki, ya gerçek bana gelince… Ben de uzunca bir zamandır 'korkularından korkan' kesimin içinde yer alıyorum. Ama bir fikrim var, yaklaşık dört yüz kelimeyle paylaşabildiğim bir fikir. Hiç birşeyin aynı kalmadığı fikri. 'Korku yönetimi' fikri... Zamanı da takıp koluna, kafan sanki tüm Güney Amerika'nın nebatatını çakmışçasına huzur dolu, 'olmazsa olmazların' olmadığı bir yaşam hayaliyle. Çok mu vurdum duymaz oldu... Sanmam...
Uygulayayım... En azından bir deneyeyim; olmadı kaldığımız yerden korkmaya devam ederiz.
------
*Hayat böyle...