12 Nisan 2011 Salı

'Misafir'

Pazar günü mühim röportaj için Taksime gittiğimde, ‘Polis Bayramı’ nedeniyle hayatımda gördüğüm en fazla polisi ve YGS saçmalığı nedeniyle, bu saçmalığı protesto eden müthiş bir kalabalığı birbirinden 50 metre uzaklıkta öbeklenmiş halde gördüm. Sınav toplumunun gösterilip de hiçbir şey verilmeyen zevatından biri olduğumdan, bu noktada 'polis bayramı', yazımda ikinci hatta üçüncü, beşinci planda kalıyor sayın okur. Çünkü burada keyfimi kaçıran nokta, aslında sadece öğrenci güruhunun başına gelen şeylerden çıkma değil belli ki. Nereden mi belli… Bakınız…



Mesele herkesin derdini kendi derdin olarak algılamak ya. Ona dair, aslında gerekli özenin yarısı bile gösterilemeden çekilmiş, fakat derdini tamamen ortaya koyan bir fotoğraf. Yaşını başını almış ağabeylerin orada bulunması okuduklarına dair ihtimal dâhilinde olsa da, bana göre ülkenin nereye gittiğini anlamaya çalışan gençliğe, “Valla inanır mısınız, biz de bilmiyoruz.” demek ister gibiler. "Zaten o yüzden buradayız ya çocuklar, yoksa biz mezun olalı yıllar oldu…"



Lise öğrencilerinin protesto amacıyla Cuma günü okula gitmeme protestosuna karşılık verilen saçma tepkilerden birine de bu fotoğraf tokat atmakta bence. Karşılığı veren kişi devlet erkânından değil… Onlar zaten biraz göz önünde olmanın da etkisiyle pek böyle cümleler kuramazlar zannımca. Bu kişi, internet gazetelerinden birinde yer alan bu protesto haberinin altına yorum yazan, ‘Misafir’ kullanıcısı…

Demiş ki hazret: "Bu gençler de kaytarmak oldu mu kaçırmazlar!"

Be adam, buradakilerin tamamı liseden kaytarmak niyetinde olabilir mi acaba? Yani şimdi sen diyorsun ki bu büyükbaba, öğleden sonra sözlü olacağı Matematik dersini ekmeye çalışıyor, öyle mi? İlahi Azrail, sen adamı öldürürsün…

Bak adam, bana bu son iğrenç espriyi yaptıran sensin! Saçma sapan ağzından, salyalar akıtarak böyle önemli bir konuda bile ‘Ehi ehi…’ diye gülmendir, beni türlü türlü icraatlar yapmaya iten. Ayıp güzelim ayıp. O kadar mı uzun beyninle ağzın arasındaki mesafe de cümleler oradan çıkıp ağzına gidene kadar böylesi önemli bir konuda bu kadar lakaytlaşıyorlar. Ha yok mesafe kısa ve sen gerçekten bunları söylemek istediğin için söylüyorsan, orası da ayrı bir sıkıntı…

Sakin ol şampiyon, şimdi ellerini kaldır ve o beynini yavaşça yere bırak! Çünkü o beyin zararlı, alaycı, onur ve en önemlisi de yaşama hevesi kırıcı. Anla be adamım, sana yapılsa, yani fikirlerini göstererek birisi kahkaha atıp testislerine takmasa, senin de tadın kaçar. Vallahi derdimiz o!




Alın size, gençler… Olayların başrolündeki isimler... Yanaklar iklimin saçmalığı olan Nisan Soğuğu'nu yemiş, kıpkırmızı. Ama o da orada... 
İyi ki oradalar. İyi ki bu yürüyüş yapılırken diğer illerde de eş zamanlı olarak bu yürüyüşlerden onlarca var… Var olun! Belki insafa gelirler.

10 Nisan 2011 Pazar

Ey insanlar, ben bir copum!

Dostlar Tiyatrosu… Saat 14 civarı... Genco Erkal’la saat 15.00’te başlayacak Aziz Nesin imzalı ‘Nereye Gidiyoruz?’ adlı oyun öncesi kulisteyiz. Arkadaşım Günce’yle tiyatro ve Türkiye’de sanatçılık üzerine etraflıca bir söyleşi gerçekleştiriyoruz… Perspective için... 
Soruyor bize üstat, “En son hangi oyunumuzda bizleydiniz?” diye. 
Günce’nin cevabı yerinde… “Aslında ‘Nereye Gidiyoruz?’ u geçenlerde izledim.” 
Fakat benim yanıtım önümüzdeki üç saati şekillendiriyor. 
“En son ‘Sivas 93’ oyununuzu izledim…” 
Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle patlıyor üstat… 
“Cezalısınız diyor… Bugünkü oyunu izleyeceksiniz o zaman!” 
Üzerimizdeki otoriter bakışları ve sesiyle, istese bizi yeni bir dine mensup edebilecek kadar etkiliyken bile, nezaketi elden bırakmıyor. 
“Bir işiniz yok değil mi? İzlemek ister misiniz?”
“İstemek mi? Bayılırım hocam” diyorum. 
Gülce’ye bakıyorum, onun da ağzı en az benimki kadar kulaklarında.

Bitiyor söyleşi… Üstat dışarı çıkıp kapıdaki görevliye, “Çocuklara iki kişilik davetiye istiyorum” diyor. Sonra da bize dönüp, “Görüşmek üzere” diyerek oyuna yarım saatten az zamanı kalmış bir halde hazırlanmaya gidiyor. Kıpır kıpır, benim diyen gence taş çıkarır… Sağ olsun, daha uzunca bir süre var olsun, yakınımızda olsun…


Oyundan aklıma düşen sağlam bir tirad… Aziz Nesin’in kalemi, Genco Erkal’ın eşsiz oyunuyla… Sahnelerden böylesi yüce gönüllülerin eksik olmaması dileğiyle…



“Ben bir copum! Benim aslım Amerikalı. Amerika'dan buraya önce demokrasi geldi, sonra cip, arkadan da cop… Yani ben geldim. Ciple cop, biz ikimiz demokrasinin açtığı yoldan geldik…

Ben bir copum! Buraya Amerikan yardımıyla, Amerikan yardımından geldim. Kuyruğa girmedim ama uyruğa girdim, buyruk oldum. Her şeyin sıkıntısı çekildi, çekiliyor. Otomobil lastiği, yedek parça bulunmasa da ben bulurum. Benim sıkıntım hiç çekilmedi, bol bol ihtiyacı karşılarım.

Ben bir copum! Yüzüm karadır. Yumuşak görünürüm ama yumuşaklığıma aldanmayın. Benden önce benim yerime kullanılan meşe odunu, kızılcık sopası bile merhamete gelir, kırılır, ama ben kırılmam. Usta bir politikacı gibi yüzüm hem kara, hem yumuşaktır. Eğilir, bükülürüm, ama hiçbir zaman kırılmam.

Ben bir copum! kendini bilmezlere kendilerini de bildiririm, kendimi de... Benim yerim, polislerin beli ve elidir! İş görmediğim zamanlar, tıkız bir kara yılan gibi, kapı arkasındaki çivide kuyruğumdan asılı dururum.

Ben bir copum! Yirminci yüzyılın en büyük buluşu benim. Atommuş, hidrojen bombasıymış, benim yanımda hiç kalır. Şimdi Demokles'in kılıcının yerine ben geçtim. Hürriyet, benim gölgemde uyuklar. Ben onun başında sallanır dururum.

Ben bir copum! Vurduğum yerden ses getiririm. Benim getirdiğim ses, hem usulsüz, hem notasızdır. Ama insanlara her makamdan yanık türküler çağırtırım. Karşımda dilsiz olsa, dilenir, kargalar papağan olur, dil bilmeyen bülbül kesilir. Yargıçtan önce insanları sorguya ben çekerim. Karşımda talimli maymuna dönersiniz.

-Konuş! derim, konuşursunuz.
-Sus derim, susarsınız.
-Allah, allah! diye bağırsanız da, ben yanık, acıklı seslerinizi duymam. Vücudum vardır ama kulağım, gözüm, yüreğim yoktur.

Ben bir copum! Toplananları dağıtan benim. Gazetecilerin beynine inen benim. İthal malı hürriyeti dimdik ayakta tutan, biçimsel demokrasiyi koruyan benim.

Ey insanlar, ben bir copum! Size son sözüm şudur: kulağınıza küpe olsun! Başka birinin kafasına, beline indiğim zaman, onun acısını siz kendinizde duymazsanız; yarın size, kafanıza, belinize inerim. Başkası coplanırken "Ooooh olmuş" dersiniz, yarın siz de "Ooooh olsun" diyeceklerini unutmayın. Benim yaradılışım bu. Şimdi sevinenler, yarın coplanmayı hak etmişlerdir. Hiç dinlemem, inerim beyinlerine, bellerine…

Ey insanlar, ben bir copum! Cop sesine kulak verin."

9 Nisan 2011 Cumartesi

Korkma, sönmez bu şafaklarda!

**Okulumun uygulamaya varamamış bir işi... Ne üzücü... E-Dergi projesiyle neler neler yapılabilirdi oysa ki... Ancak yazılanların paylaşılamadığı bir ülkede, bende de paylaşılamamış bir yazı kalmasın istedim. E-Dergi projesi için imdadıma koşan fakat yayımlanamadan rafa kalkmış bu yazıyı, sevgili üstadım, Gediz Dergisi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Çınar'ın kaleminden paylaşmak bu yağmurlu güne kısmetmiş. Gün yağmurlu olabilir, fakat güneşli günlerin de kasvetli olmasına dairdir bu yazı... Buyurun efendim...

Korkmak, kuşkusuz en insanca duygulardan biri…
Kimine göre zaaf, kimine göre insanı insan yapan özelliklerden…
Korku dediğin çeşit çeşit…
Yağmurlu bir gecede çakan şimşeklerden korkmak da korku, köşeyi dönüverince önünüze fırlayan bir kediden korkmak da…
Hastalanmaktan korkmak da korku, borçlarını ödeyemeyeceğin kaygısı da…
Gizli gizli sigara tüttüren bir ilköğretim okulu öğrencisinin babasına yakalanma korkusu da korku, hırsızın yakalanma korkusu da…
Çağımızda yeni korkular türedi: Şişmanlama korkusu, kel kalma korkusu, ihtiyarlama korkusu…
Bir de fobiler var.
İnsanoğlu nelerden korkmuş nelerden, binlerce yıldır.
Ne fobiler yaşamış insanoğlu: Acousticophobia (Gürültüden korkmak), Genophobia (Cinsel ilişkiden korkmak), Melanophobia (Siyah renkten korkmak), Noctiphobia (Geceden korkmak), Zoophobia (Hayvanlardan korkmak), Klostrofobi (Kapalı yerde kalmaktan korkmak).
Sayısızca uzatılabilir bu liste…
***
Ama bir korku da var ki… Dünyanın tüm korkularına bedel.
Korkuyla yaşamak… Korkulardan korkmak…
Ne kalp huzuru kalır, ne dinginlik… Şölenli sofralardan da tat alamazsın, attığın kahkahalardan da… İnsanın yaşama sevincini yok edip insanlığını kurutan bir korku…
Bir duygudan, bir düşünceden, bir olgudan, bir tehditten, ölümden, acıdan, ayrılıktan, yoksulluktan, parasızlıktan, hastalıktan, yalnızlıktan korkmak… Tamam hepsi anlaşılabilir duygular.
Ama gelin görün ki, tüm bu korkulardan daha korkunç olan duygu; korkulardan korkmak… Korkuyla yaşamak…
***
İletişimsizliğin, yabancılaşmanın, bencilleşmenin duygu iklimimizi altüst ettiği bir çağda yaşıyoruz. Bu çağda, korkularla yaşamak, adeta dayatılıyor bizlere.
İlginç korkularımız var.
Yapayalnız kalan, yalnızlığın tüm çaresizliklerini yaşayan bir insan mı olmak istersiniz; yoksa ömür boyu “ya yalnız kalırsam, ya terk edilirsem, ya çevremi yitirirsem” diye yalnızlıktan korkan bir insan olmak mı?
Cinsel yönelimiyle barışık, herkes tarafından bilinen, mutlu, keyifli bir eşcinsel olmak mı istersiniz; yoksa “acaba eşcinsel miyim, eğer eşcinselsem toplum cinsel yönelimimi anlarsa, ya cinsel yönelimimden dolayı dışlanırsam” kaygılarıyla yaşayan bir insan olmak mı?
Yoksulluğu dibine kadar yaşamış, hayatın her türlü çalımıyla, cilvesiyle karşılaşmış, minimum olanaklarla yaşamaya alışmış, zincirlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir insan olmak mıdır  sizi korkutan; yoksa ülke ortalamasının üstünde bir gelire ve yaşam standardına sahip olup da, “ya bunları kaybedersem, ya yoksullaşırsam, ya elimdeki olanaklar bir sabun gibi kayıp giderse” endişesiyle o sigorta poliçesinden bu emeklilik sigortasına koşturan dert sahibi bir insan olmak mı?
***
Sahi…
Hangisinden korkuyorsunuz?
Yaşadığınız ve yaşamakta olduklarınızdan mı; yoksa yaşamınızı kabusa çeviren olası korkulardan mı?
Nedir sizi korkutan?
Hangi duyguyla yaşıyorsunuz?
“Korkuyla yaşamaktansa, yaşansın bitsin ve bu korkular sona ersin” duygusu mudur size yön veren; yoksa tüm korkularıyla hesaplaşabilmiş, ödeşebilmiş şanslılardan mısınız?
***
Hep “size soruyormuşum” gibi bir dil kullandığıma bakmayın, kendime soruyorum bunları? Ne derler… Yüksek sesle düşünüyorum… Birlikte düşünelim istiyorum.
Korkularımla hesaplaşmak, hepsiyle tek tek ödeşmek istiyorum.
Korkusuzca yaşamanın tek yolu da budur diye düşünüyorum.
Korkular benden korksun diyorum.
Diyorum diyorum da… Bakmayın böyle dediğime…
Milli marşı bile “Korkma” diye başlayan bir ülkenin yurttaşı olarak…
Aslında ben bokumdan bile korkuyorum!

Ahmet Çınar / 10.02.2010

5 Nisan 2011 Salı

Ego?

Geçtiğimiz Perşembe’den bu yana elimde bir kitap. Okumadan, karıştırmadan, bir başından bir sonundan başlayarak kurmaca dünyada yolculuklara atılmadan geçmiyor zaman. 

Perşembe’den beri.


Kitap, ‘Kaybedenler’in öyküsü… ‘Kaybedenler Kulübü’nün –elbette ki orijinal program olan radyo programından bahsetmiyorum- ortaya çıkışındaki sancıların öyküsü… Daha doğrusu bir filmin yaratım sürecinin ne kadar sancılı olduğuna dair bir derleme.

İçeriğe girmeden önce, Ekip Film, yönetmen Tolga Örnek ve Altı Kırkbeş Yayınları’nın aslında işleri kolektif yürütmeye ne kadar istekli olduklarına dikkat çekmek istiyorum. Yani, bir film yapacaksın ve izleyicileri olan eleştirmenler tarafından  “Değeri on yıl sonra anlaşılacak!” ya da “Kült olmaya aday!” diye yorumlanacak; buna karşılık sen eserin sahibi olarak hiçbir şekilde soyutlanmayı seçmeyeceksin. Bu gerçekten şaşılası ve az rastlanır bir hadise… Genel olarak yapılan işin formülü Coca Cola’nın formülüymüş titizliğinde saklandığı için, belki de olmaması gerektiği halde işlerin böyle olması gerektiğine inandırılmışız. O yüzden filme karşı olan beğenimin dışında bir de ortaya bu işi çıkaran beyinlere de kocaman bir saygı duruşudur bu yazı.

Kitapla ilgili şöyle diyor yönetmen Tolga Örnek:

“İlk defa bir film kapılarını bu denli açıyor ve ben şunu istedim. İnsanlar bu işin ne denli çetin olduğunu, öyle ha demeyle film çekilmediğini, çekilemeyeceğini görsünler. Bunu bilmelerini istedim.

Bu ayrıca sinemayla ilgilenen öğrenciler için de bir kocaman bir nokta…
İşin estetik tarafının metodik olarak nasıl desteklenmesi gerektiğini, bu işin salt parayla olmadığını görsünler, anlasınlar isterim elbette. Film sürecini anlatmak adına kitabın bunu başarabileceğine gerçekten inanıyorum.”

Neler mi var bu sinemacının not defterinde?

Röportajlarla başlıyor kitap. Her şeyden önce, her şeyin sonrasında olanları yorumlatmak istermiş gibi. Ve sorulan sorular, onlara verilen cevaplar; özellikle de kitabın devam sayfalarındaki tamamen çekime dair kısımları da görünce, insanın içinden tekrar tekrar görmek geliyor bu şaheseri. Şaheser; çünkü öncesinde ve sonrasında yapılanlarıyla artık bir film olmaktan çıktı ‘Kaybedenler Kulübü’.

Hoş zaten ‘Kaybedenler Kulübü’ ilk etapta bir film de değildir ya eski programın dinleyicisi olan kitle için. Biz 90’ları çocuk olarak geçirmiş kitle için, yine de ilk etapta bir film olarak kalacak bu efsanevi BNRP.

Teşekkürler KK. Teşekkürler Türkiye!