29 Mart 2011 Salı

Üzücü 'çoğunluk'


SANAL UYARI: Burada okuyacaklarınız, muhtemelen sizde yazarıyla testis geçme isteği uyandıracaktır. "Bu kadar ödülü hayatında mı gördün bre kahrolası" demeyin sakın. Sadece okuyun; kızarsanız da gözlerinizi kapatıp, kafanızı yukarı kaldırın ve yine de halk plajının yanına paralı tuvalet açmış adamdan daha şanslı olduğunuzu düşünün... Siz böyleyseniz, o ne yapsın, yazık!

En başarılı genç yeteneği kadrosunda bulunduran, en iyi senaryo, en iyi film ve en iyi ilk film ödüllü 'Çoğunluk'u sevemedim. Vallahi sevemedim. Ne yalan söyleyeyim, böyle körün gözüne çomak filmleri oldum olası sevememişimdir zaten. Buna Türkiye'nin içinde yaşadığı gerçekleri görmüyorsun ya da görmekten kaçıyorsun diye karşı çıkacaklar olabilir. Ama onlara da verilecek cevabım hemen cebimde, hem de çok kolay ulaşılabilecek bir yerde.

E canlar... Hani sinema ‘anlatma, göster!’ sanatıydı? Hani sinemayla tiyatro arasındaki en büyük farklarından birisi buydu? E sen her şeyi daha karelere ayırmadan diyaloglara dökmüşsün sevgili yönetmenim. Ben saf mıyım, gördüklerimi yorumlayamıyor muyum da bir de sen karakterine konuşturuyorsun?

Tek buna takılmadım tabi… Sorarım sana sayın okur, bir film aynı anda binlerce konuyu eleştirebilir mi?

Tamam;
- Türkiye'de Kürt-Türk sorunu gibi sıkıntılı bir konu var;
- 'elhamdülillah Müslümanız'cı büyük bir kitle var ki müslüman olmayanları zaman zaman tedirginliğe sevketmekteler;
- aile içinde kadının bir gıdım değeri yok onu da anladık;
- ve hatta sokakta sırf kendisi daha etkisiz bir eleman diye hor davranılanan taksici de garip gureba kesimi temsil ediyor;
- pekala, askerlik psikolojik sağlığı geriyor genç dimağlarda çünkü her Türk'ün asker doğması olgusunu reddeden sanki yaşamı reddediyor;

Bunlar filmin dertleri… Daha doğrusu, ya anlamazsak diye karakterlerin ağzından dinlediğimiz şeyler. Ancak bir radyo tiyatrosu bundan daha açıklayıcı olabilirdi! Bir de, bir film için çok fazla mesaj olmamış mı sizce de? Yani bunu yapmak demek, on parmakta on marifet demek değil ki… Hatta bunun için çok daha yaygın bir kanı var ki o da şöyle, bir şeyi yapıp onu tam olarak karşıya aktarmak varken; olayı çok fazla mesaja bölüp vermek istediğin mesajın yüzde onunu vermekle yetinmek neden?

Ben düşünüyorum da, bir daha film çekemeyeceğim belirtilseydi ve tek filmle anlat bakalım derdini deselerdi, böyle bir şey çıkarmaya çalışırdım sanırım.

Benim aklım almıyor ve sinemaya olan inancım buna direniyor. Neden anlatılacak her şeyi birinde anlatıp olayları değersizleştiriyor bu film. Evet, bence değersizleştiriyor... Nasıl mı? Bak, anlatayım... 

İnandırıcılığın ve dikkate alınırlığın kaybedilmesinden korkuyorum. Bu eleştirilerdeki tek dayanağım bu. Eğer filmde verdiklerin yetmez gelir bir de aldığın her ödülden sonra yeni bir mesajla sahneye çıkarsan, karşındaki adam bakalım bu kez ne söyleyecekler tavrına bürünüp, 
-ki bu karşıdaki ekip genelde bürokrat çevreden oluyor- seni kelimenin tam anlamıyla orasına bile takmıyor. Eğer takılmak istiyorsan, -kendi yakın çevren tarafından değil ama, çünkü onlar zaten senle aynı masada oturup yemek yiyen insanlar ve düşüncelerinizi henüz konuşmadan anlaşabiliyor olmanız doğal- işi biraz daha sanata dökmelisin. Nacizane bir tavsiyeydi... Havada kalan açıklamalar ve mekanı terk eder etmez akıllarda bu konuyla ilgili hiçbir şey kalmamasını tercih etmiyorsan tabi.

Neyse, finalemente... Settar Tanrıöğen, Bartu Küçükçağlayan ve daha pek çok sağlam oyuncu varken daha sade bir anlatımla bir ilah olabilirdi bu film Türk sineması için… İşin kötü yanı, bu konuyla ilgili ne yazarsam yazayım sinema yazarlarının, en azından ödülleri veren ekipten birilerinin kulağına ulaşmayacağına neredeyse eminim.

Bu törene Türkiye'nin Oscar Ödülleri deniyor ya... Ve neredeyse tüm yazı protesto ve karşı çıkmalarla alakalıydı ya... Bak aklıma ne geldi. Oscar törenleri tarihinden okuduğum ve paylaşmaya can attığım bir havadis:

27 Mart 1973... 45. Oscar Ödül Törenleri

'The Godfather' ile ‘En İyi Erkek Oyuncu Oscarı’nı kazanan Marlon Brando, törene Amerika'nın Kızılderililere olan tavrını protesto etmek amacıyla bir 'apaçi' kadınını yolladı. Sacheen Littlefeather'ı. Kendisinin gelmeyeceğini ve bu 26 yaşındaki kadının kendisine vekâlet edeceğini de Akademi yetkililerine bildirmedi 'Baba'.

Sonra ne mi oldu?

Sacheen çıktı, Brando tarafından kaleme alınmış metnin bir kısmını okudu. Tamamını okumak istediğini, ancak 600 saniyeyi geçerse müdahale edileceğinin kendisine bildirilmiş olduğunu, yüzüne vuran tedirginliğinden anlayabiliyordunuz. O yüzden ilk bir kaç cümleyi okuyarak, kısa ama vurucu bir konuşma yaptı ve sahneyi terk etti.

Yuhalayanlar da oldu tabi ama alkışlayanlar çoğunluktaydı. Aaa vallahi kelime oyunu yapmadım, cümlenin orasına 'çoğunluk' oturuyordu. Ve bu olay, üzerinden 38 yıl geçmesine rağmen bu tip açıklamalarda ilk akla gelen olmayı koruyor. Daha cesur çıkışlar yapılabilseydi belki ülkemde de, -düz çıkışlar değil ama nokta atışı çıkışlar- o zaman da törenden sonraki üç beş gün içinde unutulmazdı bu tören ve törene katılanların işaret ettikleri... Yine de umarım unutulmaz ve ciddiye alınır. Bahsedilen konuların en azından şiddetle ilgili kısımlarına katılmamak insanım diyenin yapabileceği şeyler değil zira...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder