29 Mayıs 2014 Perşembe

İzlemelik 03: Peki Şimdi Nereye? [Et Maintenant On Va Où?]


Orta Doğu'nun her daim diken üstündeki coğrafyasında, dinsel çatışmalara ve savaşın anlamsızlığına zeki ve pratik çözümler üretmek Lübnan'da hiçliğin ortasında küçük bir köye nasip olacaktır. Savaş sonrası Müslüman-Hristiyan ayrımı yapmadan yaşamaya devam eden köylüler, çatışma haberlerinin gelmesi üzerine birbirlerine düşman kesilmeye başlar. Şiddeti çıkartan erkekleri yatıştırma görevi ise kendilerine has yöntemlerle, bunu başarabilecek tek varlığa, köyün kadınlarına düşer.



Bu filmi izlerken aklımda sürekli dönüp dolaşan bir şarkı ve o şarkının iki dizesi vardı. Zülfü Livaneli'nin 'Ada' adlı şarkısı ve o şarkının "Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey..." dizeleri. O şarkıyı alıp Et Maintenant On Va Où?'ya uyarlarsak; dünyayı gerçekten ne istediğini bilen ve istediğini elde etmek için yeri gelince kendinden bile feragat edebilen kadınlar kurtaracak diyebiliriz. Gülümseme, hüzün, heyecan gibi halleri; bazen teker teker, bazen de bir arada sunabilmeyi başaran film; sürekli büyük devletlerin inisiyatifine bırakılan Orta Doğu sorunları üzerine yönetmen Nadine Labaki'nin de söyleyecek sağlam bir cümlesi olduğunu gösteriyor.


28 Mayıs 2014 Çarşamba

İzlemelik 02: Cinayeti Gördüm [Blow-Up]


Bir fotoğrafçı bir gün parkta gezip fotoğraf çektiği bir sırada farkında olmadan bir kare yakalar. Eve dönüp karanlık odada fotoğrafı büyütünce bir görüntü dikkatini çeker. Fotoğraf karesi, işlenen bir suçun en çarpıcı kanıtı olmuştur. Usta yönetmen Michelangelo Antonioni’nin başyapıtlarından biri olan filmde zenginlik ve şöhretin, insanın yalnızlığına ve ruhunun ihtiyaçlarına doyum sağlayamayacak genel geçer değerler olduğu vurgulanıyor.


1960'ların İngiltere'sinde, mod kuşağı temsilcisi, yetenekli, hiçbir şeyi kafasına takmaz bir fotoğrafçının başına gelenleri anlatan Blow-Up bir illüzyon filmi. "Gördüğün gerçek midir, yoksa başına gelenlerin paranoyası seni aslında ortada olmayan bir gerçeğe mi inandırır?" sorusunu sordurur. Ya da bana bu soruyu sordurmuştur. Ama size de illa ki bir soru sorduracaktır. Cortazar'ın öyküsünden uyarlanmış bu filmin, Antonioni'nin yorumuyla öykünün kendisinden daha derin olduğunu söylemek mümkün, der bilirkişiler. Buyurun seyreyleyin...



Yükselmeyi Beklerken

Şu zamana kadar senfonik müzikle alakalı çeşit çeşit anlatım duydum. İnsanlar seviyorlardı çünkü bu yüzdendi... İnsanlar bir türlü sevememişlerdi çünkü böyle böyle nedenleri vardı... Herkesi duydum, herkesi dinledim. Ve sanırım sonunda kendi zevkimi anlatmayı becerebilen cevabı buldum.

Çocukluğumdan bu yana, her zaman, bir şeyleri beklemeye alıştım ben. Fakir edebiyatı değil, bal gibi bekledim hem de. Değeri arttı mı o beklediğim şeyin bilmiyorum ama bekleme durumuyla aramı iyi tutmama yardımcı olduğu kesin.

Bekledim ki ay başı gelsin, Power Rangers takımımın son üyesi de tamamlansın. Pahalıydı namussuz.
Bekledim ki sokak arasında yaptığımız mahalle maçlarını izlemeye kızlar da gelsin.
Bekledim ki okuldaki ilk gün zaman çok çabuk geçsin, son gün bitmek bilmesin.
Bekledim ki, lise sınavlarında çok güzel bir yeri kazanayım, diğerlerinden farkım olsun. Kimdiyse o diğerleri, neden daha önemliydiysem onlardan. Özal kafası işte. Ama dedim ya, bir fark lazım dedim, sonra işin beklemekle olmayacağını anladım, başladım çalışmaya...
Beklemedim bir gün, lise biterken, böyle sonlarına doğru içime bir his gelip oturdu. Üniversiteye girmeliyim, dedim. Ama öyle sıradan, lâlettayin bir üniversitenin lâlettayin bir bölümü olmamalıydı hedefim. Beklemediğim bir şeyi beklemeye sürüklendim, sıvadım kolları, beklemekle olmaz deyip ilerledim kazanmayı beklediğim okula...

Şimdi yine bekliyorum. Güzel haber bekliyorum, belli tarihleri bekliyorum, yıllardır alıştırıldığım için farklı olmaya, diğer insanlardan farklı olmayı bekliyorum. Anlayacağın, bekliyorum da bekliyorum. Ve bazı beklemeler çalışmayla düzeltilebilirken bazıları düzeltilemiyor, yeni yeni bunu da fark ediyorum. Sonra bazen düşünüyorum. Sonunda tüm beklediklerimize kavuşacaksak, neden senfonik müzik dinlemiyorum.

Senfonik şarkıların çok sevilmesinin de, bazı kimselere pek hitap etmemesinin de sebepleri var. Ben seviyorum. Ve kendi nedenimi buldum. Beklemek. Ben şarkıların yükseldiği anı seviyorum. Ya da çok yüksek perdeden başlamışsa dibi gördüğü o anı duymayı. Değişikliği seviyorum. Kafam çalışıyor, notaların lise fiziğinde yer alan Dalgalar Kuramı'ndaki gibi aktığını görünce. Bazı şeyleri boşuna beklememişim, diyorum.

Sonra gidiyorum. Eğer biraz aynı kafadaysak, bu şarkıda beklemeniz gereken dakikayı da söylüyorum. Ama öncesini içinize sindire sindire dinleyin. Zira önceki kısımlar dinlenmeyince, o kopuş noktasının etkisi azalır diye korkuyorum.

5.35'ten itibaren tüyleri diken diken olanlar parmak kaldırsın!
Eleni Karaindrou - Eternity and A Day


27 Mayıs 2014 Salı

İzlemelik 01: Bisikletli Çocuk [Le Gamin au Vélo]


Babasının bir yetimhaneye terk ettiği 12 yaşlarındaki Cyril'in hayatta tek bir amacı vardır: Ne pahasına olursa olsun babasını bulmak. Babasını ararken tesadüfen kuaför salonu işleten Samantha ile tanışan Cyril, ondan koruyucu annesi olmasını ister. Samantha ile geçirdiği hafta sonlarında, bir yandan babasına ulaşmaya çalışmaya devam eden Cyril, Samantha'nın ona duyduğu sevgiyle toparlanır ve yeni hayatına alışmaya çalışır.


Belçikalı yapımcı, yönetmen ve senarist Dardenne Kardeşler'in izlediğim ilk filmidir Le Gamin au Vélo. Sade ve kusursuza yakın çekimleri can alıcıdır. Ama çekimlerinden fazlası yarattığı güçlü çocuk karakteridir. İnsan çocukken yalnız kalmayagörsün, hemen akbabalar bitiverir başında. Neyse ki Cyril'in Samantha'sı var, bizimse 2011 yapımı muazzam bir filmimiz...



Yönetmen: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne
Senaryo: Jean-Pierre Dardenne, Luc Dardenne
Oyuncular: Thomas Doret, Cécile De France, Jérémie Renier 

İzlemelik

Cem Altınsaray'ın kişisel blog'unda başlattığı "Her Gün Bir Film" akımı dalga dalga yayılıyor. Sinemayla içli dışlı olmama rağmen henüz keşfedebildiğim bu efsane blog, bana da ilham verdi. Artık ben de izlenmesini tavsiye ettiğim filmleri kısa kısa notlarla, öyle diğer yazılardaki kadar uzun yorumlamadan seninle paylaşacağım. Böylece 'Hafıza' denen unutmaya ant içmiş bölgeye inat, bir yandan beğendiğim filmleri kısa kısa notlarla beynime kazıyacağım bir yandan da izlenmesi gerektiğine inandığım filmleri sana anlatacağım. Ne kadar kalabalık olursak, o kadar iyi!

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Kış Uykusu: Kısıtlamaların Yaratıcılığı

Yaratıcılık kısıtlama ortamlarında, kısıtlamalara inat kendini gösteren bir uzuv. Bunu yaratıcılık isteyen herhangi bir konuyla kısa bir süre bile olsa içli dışlı olan herkes bilir. Nuri Bilge Ceylan'ın sineması da işte bu kısıtlama ortamlarının ağababasında vücut bulmuştur.

Şimdi, "İyi ama devletin sinema filmlerine ayırdığı en sağlam ödenek Nuri Bilge Ceylan'ın filmine verildi." diyebilirsiniz. Haklısınız da, Kültür Bakanlığı'nın şu zamana kadar verdiği en büyük desteği aldı bu film. Ama söylemek istediğim kısıtlama tam olarak maddi bir kısıtlama değil. 

Nuri Bilge Ceylan'a, pek de kısa denemeyecek bir zaman süren "sanat filmi çekiyor yea" tarzı alay cümlelerinden sonra saygı duymaya başladık, kabul edelim. Başlangıçta, yaptığı filmler ana akım sinema izleyicisine pek hitap etmiyordu. Gerçi hala etmiyor ama en azından ana akım seyirciyi yaratan ana akım kanallara muhtaç değil artık insanlar. İnternet var ve Nuri Bilge Ceylan gibi nice sinemacıya kolayca ulaşmak mümkün. Yine de, imkan var veya yok, ister istemez sahipsiz kalıyordu ülkenin son dönemine damga vuran tek sinemacısı. Öyle ki, filmlerini yayınlamaya cesaret edebilen tek kanal TRT'de bile gece 10'dan sonraya veriliyordu randevular. Baktığımız zaman hala devam ediyor bu sahip çıkmama hali. Televizyon kanallarımız her ne kadar ödülün en büyük favorilerinden biri Türkiye'den bir yönetmen olsa da Cannes Film Festivali Ödül Töreni'ni yayınlama konusunda pek bir isteksizdi. Yoksa abartıyor muyum? 

Nuri Bilge Ceylan bu durumlardan şikayetçi midir, bilemem. Pek sanmıyorum. Sanki arkalarda kalıp, pek dikkat çekmeden, ara ara aklımızı almayı daha çok seviyor gibi. Bu yüzden de, asla 6 milyon seyredilemeyecek, ne acı! Evet, kısıtlama diye girdim, öyle yapayım kapanışı da...


Kısıtlamalar, can sıkıntıları, bunlar, sorun çözmek isteyen insanı, "neden-sonuç" ilişkisine iter. "Neden-sonuç"un neden kısmına inince bir şeyler bulabilmek zordur. Oraya inmen gerektiğini anlamak bile bu kadar zorken, oraya inince ne yapacağını bilmek daha da zor. Bildikten sonra, nedeni bulabilmek ise en zoru. İnsan, zoru başarınca, o nedenin bağımlısı olur, o bölgeyi çok sever. Orada başka soruların da yanıtını bulacağını düşünür. Ya da o soruları oluşturan temelleri görür. Böylece kafasındaki her şey yerli yerine oturur. Sonra gördüklerini ya da bu nedenleri çözümlemeye başlar. Anlatabileceği en iyi şekilde paylaşır. 

Artık karşımızda en zoru başarabilmiş insanlardan biri var. Neden sonuç ilişkisine balıklama dalıp, insan ruhunu çözümlemeyi başarmış biri. Bu yüzden filmleri popülist değil, dönemsel değil; Rus Edebiyatı gibi, her dönem insanın yaşadığı şeylerden kurulu. "İçime dert oldu" diye bir deyim vardır ya, işte Nuri Bilge Ceylan bu "içine dert olanları" olabilecek en iyi şekilde anlatan adamlardan...


Tebrikler olsun Kış Uykusu'na, ekibe ve yönetmeni Nuri Bilge Ceylan'a!

23 Mayıs 2014 Cuma

Ödüle Doğru: Kış Uykusu

24 Mayıs 2014
Cannes
"Yalnız ve güzel ülke"ye bir ödül daha gelir mi?
Bekliyoruz.


Kırmızı Sözler

Nereye aidiz, nerede yanlış yapıyoruz? dedi. Eğer burada bir şey yoksa, neden hala buradayız? Sonra ekledi. Bu başka bir zaman, bu başka bir gün... diyecek oldu.

Numaralar yeni ama sayılar hep aynı. diye kestim sözünü. Kendinden kaçıyorsun, bu asla değişmeyecek. Sonra bir fikir geldi aklıma, hemen düşüncelerimi açıklamaya koyuldum: Eğer kendini öldürmeyi deneyebilirsen... Daha da konuşacaktım.

Ama o bir anda bağırmaya başladı. Bize biraz aşk ver, biraz aşk ver!

Biz asla yeterince aşka sahip olamadık, asla yeterince aşka sahip olamadık. diye yanıtladım onu, onun gibi cümlemi iki kere söyleyerek.

Bize biraz aşk ver, biraz aşk ver! diye bağırdı tekrar.

Biz asla yeterince aşka sahip olamadık, asla yeterince aşka sahip olamadık. diyen bakışlarımı diktim üzerime bağırışlarına anlam veremeyerek.

Anlayışsızlığı canımdan bezdirmişti. Elim IKEA'dan alınmış sunta masanın üzerinde, gözüme masadan daha pahalı gelen Johnnie Walker'a uzandı.

Onu bir kupaya boşalt ve içmeyi dene. dedi belli belirsiz duyulan sesiyle. Bir yandan da viskinin yanında yemek için çantasından Antep fıstıklı çikolata çıkarıyordu.

Onları bir kutuya boşalt, cehenneme gidebilirsin. dedim dik dik yüzüne yeni alınmış kaşlarına bakarak.

Yolumuza devam edeceğiz. dedi kızgınlığıma aldırmadan.

Viski çişimi getirdi. Tuvalete gittim.

Döndüğümde bozulmuş plak gibi başa sarmış, tartışmamızı başlatan kelimeleri yineliyordu.

Nereye aidiz, nerede yanlış yapıyoruz? dedi Eğer burada bir şey yoksa, neden hala buradayız?

Ona bakmak beni sinir etmişti. Henüz bir yudum almış olmama rağmen çişimi getiren viski dolu bardağa baktım. Bardak benimle konuştu.

Onu acısıyla bırak, bütün yalnızlığıyla bırak. dedi bardak.

Eğer dönmezsem, asla büyüyemeyeceğim. dedi karşımdaki. Onu dinlememeye çalışıyordum. Dikkatim bardaktaydı ama o bir türlü susmuyordu. Eve geleceğim zaman kapıyı yarı aralık bırak.

Deneyeceğim. dedim onu susturmak için. Denediğimi görmüyor musun?

Yine bağırmaya başladı mendebur. Bize biraz aşk ver, biraz aşk ver!

Biz asla yeterince aşka sahip olamadık, asla yeterince aşka sahip olamadık. diye yanıtladım onu Allah seni kahretsin tonlamasıyla...

Bize biraz aşk ver, biraz aşk ver! diye bağırdı bu kez bardak. Şaşırdım.

Biz asla yeterince aşka sahip olamadık, asla yeterince aşka sahip olamadık. diye fırlatıp attım bardağı.

Dikkatsizce attığım bardak, karşımdakinin kafasına geldi. Olduğu yerde yan tarafına devrildi. Telaşla yanına gittim. Şakağından kan süzülüyordu. Kafasını tutup kendime çevirdim. Öpmek için. Ama o konuşmaya başladı. Daha doğrusu konuşmasını bitirdi:

"Bir şarkı olsaydım, sözlerim hep kırmızı olurdu."

Sonra öldü.

Sonra şarkı çalmaya başladı.




21 Mayıs 2014 Çarşamba

İlk Günahın Meyvesi: İnsan - Hepimiz Elephant Man'iz

Çok üzülüyorum. Vallahi de billahi de çok üzülüyorum.

Böyle biraz Alpay Erdem tarzı bir giriş oldu ama şu dakikalarda gerçek hislerim bunlar. Çünkü dün akşam David Lynch'in efsane filmi Elephant Man'i izledim.


Daha doğrusu izleyemedim. Bitmedi yani. Bir şeyler filmin bitmesini engelledi. Son yarım saatte, sanki göğsüme bir fil oturdu, dayanamadım kapattım filmi. Üzülüyorum demiştim başta, evet üzülüyorum çünkü bu filmi izlemeyi bu zamana bırakmamalıydım. 1980 yapımı olan ve bir kere izleyenin bir daha aklından çıkmadığını söylediği bu film, tam da şu sıralar, tam da bu dönem izlenecek bir film değilmiş, onu anladım. Filmin hakkını veremedim. Bir türlü sevemedim. Konu beni fazlasıyla sıktı. Problem orijinallik takıntımdan kaynaklanmıyordu. Öyle bir takıntım olduğunu düşünmüyorum. Hatta baya baya klasik takılmayı severim. Ve hayır, mesele filmin çok uzun bir zaman önce çekilmiş olması da değildi. Tam aksine, aynı filmin günümüzde, halen vizyonda olmasıydı. Sinemalarda değilse de sokakta, barlarda, televizyon ekranlarında, köşe yazılarında...

Eğer küçül de cebime gir demezseniz, yaşımın fazla olmadığını düşündüğümü itiraf etmeliyim. Zaman zaman yaşlı tepkileri versem de biyolojik yaşım ısrarla genç olduğumu düşündürüyor bana. Sonra durmuyorum düşünmek konusunda... Düşünmeye başlamışken bir de oy kullanabildiğim dönemleri düşüneyim istiyorum. Kenarından köşesinden ülkemdeki yerimin önemli olduğunu hissettiğim nadir anları. Baktığım zaman sadece bir partinin iktidarda olduğunu görebiliyorum bu süreç içerisinde. Başlarda dev reformlar yapacaklarını, Türkiye'nin siyaset anlayışını değiştireceklerini söyleyen kişilerin önceden şikayet ettiklerini şimdi kendilerinin yaptığına tanık oluyorum. Anlayışsızlık ve kutuplaşma hissi beni huzursuz ediyor. Dahası bu anlayışsız ortama benim de katkıda bulunduğumu biliyorum. Sonuçta burada yaşıyorum. Bana yabancı gelenle bazen alay ederken buluyorum kendimi, bazen de garip bir empati duygusuyla yaklaşıyorum ona. Onu dışlamamaya çalışıyorum. Bu konularda kendimi Karamazov Kardeşler'de de söylendiği gibi, insanlığı sevip insanlardan nefret eden bir insan haline getirmemeye çalışıyorum. Sonra kendimden uzaklaşıyorum, şöyle bir etrafa bakınıyorum. Etrafta gördüklerim, benim yaptıklarımın yanında inanılmaz büyük geliyor gözüme. İçim içime sığmıyor bu gibi durumlarda. Huzursuzluğum inişli çıkışlı eğrilerle güncelleniyor. Alıp başını gidiyor kafam.


Arada beklemediğim insanlardan güzel şeyler işitirken de görüyorum kendimi. Umutlanıyorum. Sonra saçma sapan bir şeyler oluyor. Anında ama... Zaten saçma şeyler olmak için belirli zaman dilimlerini beklemezler. Genelde olanlar saçmadır, arada istediğin şeyler de olur ve sen hep istediğin şeyler oluyormuş gibi bir ruh haline bürünürsün. Mutlu olursun en kaba açıklamayla. Ama rutine bağlamış saçma şeyler tekrar olmaya başladığında, hemen alıştığın mutluluk basıp gider. Şaşırırsın. Neyse, edebiyat yapıyorum bakma sen bana... Hayat o kadar kötü ve saçma olsa hepimiz bileklerimizi dikine keserdik öyle değil mi?

Elephant Man konusuna dönecek olursak... Günümüzde hepimizin ucundan kıyısından birer Elephant Man olduğumuzu düşünüyorum. Anadan doğma ya da sonradan olma bir takım farklılıklarımız yüzünden Başbakan'dan azar yiyebiliyor, ailemizle tartışabiliyor, en yakınlarımızın canını sıkabiliyoruz. Ya da daha fenası, bizimle ilgisi olmayan insanların fırsatçılığıyla ya da alaylarıyla ya da sinirle üzerimize toplanmış dik dik bakışlarıyla uğraşmak zorunda kalabiliyoruz. Kutuplaşıyoruz. Üstelik bu kutupta öyle pofidik pofidik dolaşan bembeyaz ayılar yok. Elinde palayla gezinen tipler var. Bir kuble de polislerin kontrolünü sağladığı gollük pas gibi uzanmış adama tekme atan müşavirler var. Pek sevimli değil yani.


Bu ortamda yaşamasaydım ya da yıllar önce izleseydim Elephant Man'i çok daha farklı hisler barındırabilirdim elbet. Hemen değil belki ama belki sular durulunca bir şans daha vereceğim bu filme. Yönetmenin ve filmin tiryakilerinin "Çok da fifi..." dediğini duyar gibiyim. Demeyin öyle. N'olur!


Görüntüleri, müzikleri derseniz, onlar bu kez umurumda değil. David Lynch çekiyor zaten. Anthony Hopkins oynuyor. İngiltere'de geçiyor. Ne kadar kötü olabilir ki?

Eğer bir film her şeyden önce izleyiciye ne hissettirdiğiyse, bu pek sevdiğimin ülkesi yüzünden iyi şeyler hissettirmedi bana Elephant Man. Ama hissetmekse önemli olan, yani iyi hissetmek değil de, hissedebilmek, o zaman belki de sırf bana bu kadar uzun cümleler kurdurduğu için bile çok sevmiş olabilirim bu filmi...

20 Mayıs 2014 Salı

Rüyalar + Gerçekler = Yaban Çilekleri

"Son bir aydır garip rüyalar görüyorum. Sanki uyanıkken kendime söylemek istemediğim şeyleri söyler gibi..."

Rüyalar bilinçaltının yansımasıdır. Bu bize öğretileli, bizim de bu durumu gerek deneyimlerimiz gerekse daha iyi bir açıklama bulamadığımız için kabul edişimiz üzerinden epey zaman geçti. Yeni farkına vardığımız bir şey değil yani bu çıkarım.

Ingmar Bergman'ın şimdiye dek sadece başyapıtı olarak anılan Persona adlı filmini izlemiştim. Pek güzeldi. Sonra sanki zirvede bırakmak ister gibi başka filmlerini izlemeye yeltenmedim. Bergman'ın büyük yönetmenlere ilham veren bir sinemacı olduğunu zaten biliyordum. Peki neydi beni Bergman filmlerini izlemekten alıkoyan? Bilmiyordum. Hala bilmiyorum. Sadece bir fikir yürütebiliyorum. Muhtemelen üzerine konuşmak, daha doğrusu önce derinlemesine düşünüp sonra da düşündüklerimi aktarmak istediğim kişilere ihtiyacım vardı bu süreçte. Yani bir insan fikirlerini paylaşmadıktan sonra neye yarardı ki o fikirleri oluşturmak?

Belki de günümüz modern -like, share, RT lütfen- dünyasının üzerime akıttığı bir zehir bu. Yani bunu okuyarak saçma bir tezim olduğunu düşünebilir, her düşüncenin ille de paylaşılması gerekmediği konusunda beni ikna etmeye çalışabilirsiniz. Bunun için size kızamam. Ne yazık ki, ben bir şeyi anlatamamaktan çok korkarım.

Bazen düşünceler gelir, beynimi kemirir. Onları anlatmak isterim. Bazen de sırf bir şeyi anlatabilmek için düşünmek isterim. Kendi içinde, garip bir kısır döngü var yani. Zaten şu anlatamama/dinleyememe saçmalığı, hayatım boyunca beni en çok korkutan şeylerin başında gelmiştir.

Matrix'teki Neo'nun ilk kez sorgulanmak üzere götürüldüğü odayı hatırlayanlarınız vardır. Ajanlar ondan kendilerine yardım etmesini ister. Kahramanımız bunu reddeder tabi. Ama Neo'dan istediği cevabı alamayan ajanların kötü bir sürprizi vardır. Kahramanımızın ağzı karnının içine bir virüs yerleştirilirken bağırıp çağırmasın diye boydan boya kapatılır. Dudakları uzar, ağız boşluğunu kapatır. İçinde virüs, ses çıkaramaz halde kalır Neo. İşte bu sahneyi izledikten sonra bir süre sürekli ağzımın kapatıldığı rüyalar görüp durmuştum. Nereden nereye...

Neo'nun sıkıntılı dakikaları böyle başlamıştı.
Ingmar Bergman diyordum, evet, aslında pek epik bir izleme anısı olmasa da, gecenin geç saatinde hem kaliteli hem de kısa denebilecek bir film izlemek üzere bilgisayarımı açtığımda karşılaştım kendisiyle...


Smultronstället denilen, İngilizce'ye Wild Strawberries, Türkçe'ye de Yaban Çilekleri ismiyle çevrilen filmi gördüm. Persona'yı hatırladım bir an. Sonra da Persona'dan aldığım orgazmik keyfi. Bu filmi izlemezsem olmazdı artık.

Masa başına oturmuş yaşlı bir adamın not aldığı sahneyle açıldı film. Dış ses adamın yazdıklarını mı okuyordu, yoksa bize birazdan nelerle karşılaşacağımızı mı anlatmaya çalışıyordu, anlayamadan şu kelimeleri duymaya başladık:

"İnsanlarla olan ilişkimiz, temelde en yakınlarımızın karakter ve davranışlarını tartışıp değerlendirmekten ibarettir. Bu durum benim sosyal hayat denen şeyle arama gönüllü mesafe koymama yol açtı."

Evet! Belki oraya yazmıştı, belki direktman konuya giriş cümlesi olarak bunları anlatmıştı. Ama bu sözler ana karakterimiz Dr. Isak Borg'un hayatının, yalnızlığının, sevilmemesinin ve ne zıttır ki çok sevilmesinin özetiydi.

Yazı masasından kalkıp biraz kestirdi 78 yaşındaki Doktor. Rüyasında, sokakları bomboş bir köyde, bir saat direğinin yanında gördü kendini. Bulunduğu yeri, zamanı anlayabilmek için önce etrafına, sonra tepesinde duran saate baktı. Saatin akrep ve yelkovanı yoktu. Binalar tanıdığı binalar değildi. Tamamen yersiz ve zamansız kalmıştı. Bu sahnede bir ara uzaktan gördük Doktor'u. Çevresinde neler döndüğünü anlamayan bu yaşlı adam, kamera uzaklaştıkça koca koca binaların önünde küçücük kalmış bir cisim gibi görünür oldu. Bir sağa bir sola gitti. Saatin altına geri geldiğinde, direğe yaslanmış, arkası dönük bir adam dikkatini çekti. Omzundan tutup kendisine çevirdiğinde, adamın yüzü olmayan biri olduğunu gördü. Sonra adam aniden yere düştü, kanamaya başladı. Tam o anda, arkasında cenaze taşıyan bir at arabası girdi sokağa. Arabanın tekerlekleri saat direğinin demirine takıldı. Özgürlüğe koşmaya çalışan atlar ısrarla ileri gitmeye çalıştıkça takılan teker direği zorladı, zorladı, sonunda ayrıldı tekerler gövdeden. Tekerin kopmasıyla yamulan at arabasından kayıverdi tabut. Doktor'un ayaklarının dibinde durdu. Yükünü ve bir de tekerini bırakan atlar, geldikleri gibi hızla koşmaya devam ettiler sokağın diğer tarafına doğru. Ayaklarının önünde duran, biraz da aralanmış tabuta baktı Doktor. Ölünün eli dışarıdaydı. Aksi gibi hareket etmeye başlamıştı. Doktor'u yakasından tuttu el. Tabut tamamen açıldığında cenazenin kendisine ait olduğunu gördü Doktor. Sonra uyandı kan ter içinde.

Film aslında bu rüyadan sonra başladı. Hemen evdeki işlerini yapan kadına gidip yola çıkacağını söyledi Doktor. O gün kilise tarafından Yaşam Boyu Onur Nişanı gibi bir şeyle ödüllendirilecekti. Aslında her şey önceden ayarlanmıştı ama o gördüğü rüya, tüm planlarının değişmesine neden olmuştu. Yardımcısı da her zaman planlarına sadık ama aksiliği dillere destan olmuş bu adamı vazgeçiremedi, yolculuğunda kendisine katılmak istediğini söyleyen gelinini de yanına alarak arabasına bindi ve yola çıktı Doktor.


Şimdi bu kadar girizgâh yeter aslında. Filmi henüz izlememiş olanları da düşünerek başka birinin yarattığı filmi daha fazla kendim yaratmışım gibi davranmamalıyım.

Burada yolculuktan ve yolculuğu besleyen metaforlardan bahsetmek istiyorum biraz.

Filmin geneline bir yolculuk konusu hakimdir. İlk olarak arabayla çıkılan ve maddi dünyaya ait olan yolculuğu görürüz örneğin. Bunun dışında rüyalar aracılığıyla çıkılan ruhani bir yolculuk da vardır. Maddi dünyanın yolculuk sembolü, geçilen yollar, yoldaki sohbetler ve yoldaki insanlardır. En çok da geniş çekimlerde daha bir belli olan cenaze aracını andıran Doktor'un arabası. Ruhani yolculuğu ise Doktor'un ilk molayı verdiği, gençliğinin geçtiği evde gördüğü yaban çilekleri sembolize eder. Tüm bu dünyevi ve ruhani yolculuğunun ise bir tek ortak noktası vardır. Aslında geçmiş de gelecek de yoktur. Zaman yoktur. Bu hisler, yaşananlar belirli bir zaman dilimine sıkıştırılamayacak kadar insanidir. Bunu bugün Doktor yaşarken, belki de 250 yıl sonra başka biri yaşayacaktır. Bu zamansızlık da Doktor'un gördüğü akrepsiz ve yelkovansız saatle anlatılır. Rüyasında yer alan bu saat, filmin ilerleyen kısımlarında 96 yaşındaki annesinin elinde, baba yadigarı saat olarak da belirecektir.


Maddi yolculuk sırasında arabaya inip binenler Doktor'a kendini ve hayatını sorgulatan konuklardır. Herkes kendi hayatının başrolünde değil midir zaten ve her konuk, arkadaş, anne, baba, gelin başrolün değişimine etki eden yan karakterler...

Yan karakterler demişken film boyunca Doktor'un yanından ayırmadığı gelinine de bir bakalım. Sonra şimdilik bitsin gitsin bu güzel film.

Doktorun oğlu, sonlara kadar bir fotoğraf kadrajı dışında hiç görmediğimiz kişi, Doktor'un adeta kopyasıdır. Kuralları olan, hayatı düzen adı altında toparlanmış etliye sütlüye karışmayan bir tip. Herkesin dünyada bir vazifesi olduğunu kabul eden, bir yandan da ertesi gün intihar etmek isterse, buna engel olmasın diye bir çocuk istemeyen biri. İşte bu adamın genç ve güzel karısı, sinir olduğu eşini bırakıp biraz hava almak için geldiği Doktor'un evinde, eşinin kopyası bir adamı görünce onunla birlikte geldiği yere geri dönmek ister. Parası olsa trenle dönecektir. Yoksa bu yaşlı, antipatik (!) adamla yolculuk yapma fikri çok da istediği bir şey değildir. Ama Doktor'un yol boyunca yaptığı konuşmalar, ziyaretler ve iç hesaplaşmaları genç kadının da fikrini değiştirir.

Ingmar Bergman başrol oyuncularıyla...
Siyah beyaz filmler içerisinde şimdiye kadar izlediğim en iyi görüntülere sahip olması, kadrajları, kontrastı ve iç içe geçen sahnelerdeki yerleşim planlarıyla da tekniğe meraklı kişilerin açıp açıp izlemesi gereken bir film.

13 Mayıs 2014 Salı

Moriarty

Hayır bu Moriarty, süpersonik dedektifimiz Sherlock'un azılı düşmanı Jim Moriarty değil...
Bu Moriarty bambaşka bir grup.
Jimmy diye de çok güzel bir şarkıları var.
Günlerdir dinlemelere doyamıyorum.
Buyurunuz, dinleyiniz dinletiniz.