"Son bir aydır garip rüyalar görüyorum. Sanki uyanıkken kendime söylemek istemediğim şeyleri söyler gibi..."
Rüyalar bilinçaltının yansımasıdır. Bu bize öğretileli, bizim de bu durumu gerek deneyimlerimiz gerekse daha iyi bir açıklama bulamadığımız için kabul edişimiz üzerinden epey zaman geçti. Yeni farkına vardığımız bir şey değil yani bu çıkarım.
Ingmar Bergman'ın şimdiye dek sadece başyapıtı olarak anılan
Persona adlı filmini izlemiştim. Pek güzeldi. Sonra sanki zirvede bırakmak ister gibi başka filmlerini izlemeye yeltenmedim. Bergman'ın büyük yönetmenlere ilham veren bir sinemacı olduğunu zaten biliyordum. Peki neydi beni Bergman filmlerini izlemekten alıkoyan? Bilmiyordum. Hala bilmiyorum. Sadece bir fikir yürütebiliyorum. Muhtemelen üzerine konuşmak, daha doğrusu önce derinlemesine düşünüp sonra da düşündüklerimi aktarmak istediğim kişilere ihtiyacım vardı bu süreçte. Yani bir insan fikirlerini paylaşmadıktan sonra neye yarardı ki o fikirleri oluşturmak?
Belki de günümüz modern
-like, share, RT lütfen- dünyasının üzerime akıttığı bir zehir bu. Yani bunu okuyarak saçma bir tezim olduğunu düşünebilir, her düşüncenin ille de paylaşılması gerekmediği konusunda beni ikna etmeye çalışabilirsiniz. Bunun için size kızamam. Ne yazık ki, ben bir şeyi anlatamamaktan çok korkarım.
Bazen düşünceler gelir, beynimi kemirir. Onları anlatmak isterim. Bazen de sırf bir şeyi anlatabilmek için düşünmek isterim. Kendi içinde, garip bir kısır döngü var yani. Zaten şu anlatamama/dinleyememe saçmalığı, hayatım boyunca beni en çok korkutan şeylerin başında gelmiştir.
Matrix'teki Neo'nun ilk kez sorgulanmak üzere götürüldüğü odayı hatırlayanlarınız vardır. Ajanlar ondan kendilerine yardım etmesini ister. Kahramanımız bunu reddeder tabi. Ama Neo'dan istediği cevabı alamayan ajanların kötü bir sürprizi vardır. Kahramanımızın ağzı karnının içine bir virüs yerleştirilirken bağırıp çağırmasın diye boydan boya kapatılır. Dudakları uzar, ağız boşluğunu kapatır. İçinde virüs, ses çıkaramaz halde kalır Neo. İşte bu sahneyi izledikten sonra bir süre sürekli ağzımın kapatıldığı rüyalar görüp durmuştum. Nereden nereye...
|
Neo'nun sıkıntılı dakikaları böyle başlamıştı. |
Ingmar Bergman diyordum, evet, aslında pek epik bir izleme anısı olmasa da, gecenin geç saatinde hem kaliteli hem de kısa denebilecek bir film izlemek üzere bilgisayarımı açtığımda karşılaştım kendisiyle...
Smultronstället denilen, İngilizce'ye
Wild Strawberries, Türkçe'ye de
Yaban Çilekleri ismiyle çevrilen filmi gördüm. Persona'yı hatırladım bir an. Sonra da Persona'dan aldığım orgazmik keyfi. Bu filmi izlemezsem olmazdı artık.
Masa başına oturmuş yaşlı bir adamın not aldığı sahneyle açıldı film. Dış ses adamın yazdıklarını mı okuyordu, yoksa bize birazdan nelerle karşılaşacağımızı mı anlatmaya çalışıyordu, anlayamadan şu kelimeleri duymaya başladık:
"İnsanlarla olan ilişkimiz, temelde en yakınlarımızın karakter ve davranışlarını tartışıp değerlendirmekten ibarettir. Bu durum benim sosyal hayat denen şeyle arama gönüllü mesafe koymama yol açtı."
Evet! Belki oraya yazmıştı, belki direktman konuya giriş cümlesi olarak bunları anlatmıştı. Ama bu sözler ana karakterimiz Dr. Isak Borg'un hayatının, yalnızlığının, sevilmemesinin ve ne zıttır ki çok sevilmesinin özetiydi.
Yazı masasından kalkıp biraz kestirdi 78 yaşındaki Doktor. Rüyasında, sokakları bomboş bir köyde, bir saat direğinin yanında gördü kendini. Bulunduğu yeri, zamanı anlayabilmek için önce etrafına, sonra tepesinde duran saate baktı. Saatin akrep ve yelkovanı yoktu. Binalar tanıdığı binalar değildi. Tamamen yersiz ve zamansız kalmıştı. Bu sahnede bir ara uzaktan gördük Doktor'u. Çevresinde neler döndüğünü anlamayan bu yaşlı adam, kamera uzaklaştıkça koca koca binaların önünde küçücük kalmış bir cisim gibi görünür oldu. Bir sağa bir sola gitti. Saatin altına geri geldiğinde, direğe yaslanmış, arkası dönük bir adam dikkatini çekti. Omzundan tutup kendisine çevirdiğinde, adamın yüzü olmayan biri olduğunu gördü. Sonra adam aniden yere düştü, kanamaya başladı. Tam o anda, arkasında cenaze taşıyan bir at arabası girdi sokağa. Arabanın tekerlekleri saat direğinin demirine takıldı. Özgürlüğe koşmaya çalışan atlar ısrarla ileri gitmeye çalıştıkça takılan teker direği zorladı, zorladı, sonunda ayrıldı tekerler gövdeden. Tekerin kopmasıyla yamulan at arabasından kayıverdi tabut. Doktor'un ayaklarının dibinde durdu. Yükünü ve bir de tekerini bırakan atlar, geldikleri gibi hızla koşmaya devam ettiler sokağın diğer tarafına doğru. Ayaklarının önünde duran, biraz da aralanmış tabuta baktı Doktor. Ölünün eli dışarıdaydı. Aksi gibi hareket etmeye başlamıştı. Doktor'u yakasından tuttu el. Tabut tamamen açıldığında cenazenin kendisine ait olduğunu gördü Doktor. Sonra uyandı kan ter içinde.
Film aslında bu rüyadan sonra başladı. Hemen evdeki işlerini yapan kadına gidip yola çıkacağını söyledi Doktor. O gün kilise tarafından Yaşam Boyu Onur Nişanı gibi bir şeyle ödüllendirilecekti. Aslında her şey önceden ayarlanmıştı ama o gördüğü rüya, tüm planlarının değişmesine neden olmuştu. Yardımcısı da her zaman planlarına sadık ama aksiliği dillere destan olmuş bu adamı vazgeçiremedi, yolculuğunda kendisine katılmak istediğini söyleyen gelinini de yanına alarak arabasına bindi ve yola çıktı Doktor.
Şimdi bu kadar girizgâh yeter aslında. Filmi henüz izlememiş olanları da düşünerek başka birinin yarattığı filmi daha fazla kendim yaratmışım gibi davranmamalıyım.
Burada yolculuktan ve yolculuğu besleyen metaforlardan bahsetmek istiyorum biraz.
Filmin geneline bir yolculuk konusu hakimdir. İlk olarak arabayla çıkılan ve maddi dünyaya ait olan yolculuğu görürüz örneğin. Bunun dışında rüyalar aracılığıyla çıkılan ruhani bir yolculuk da vardır. Maddi dünyanın yolculuk sembolü, geçilen yollar, yoldaki sohbetler ve yoldaki insanlardır. En çok da geniş çekimlerde daha bir belli olan cenaze aracını andıran Doktor'un arabası. Ruhani yolculuğu ise Doktor'un ilk molayı verdiği, gençliğinin geçtiği evde gördüğü yaban çilekleri sembolize eder. Tüm bu dünyevi ve ruhani yolculuğunun ise bir tek ortak noktası vardır. Aslında geçmiş de gelecek de yoktur. Zaman yoktur. Bu hisler, yaşananlar belirli bir zaman dilimine sıkıştırılamayacak kadar insanidir. Bunu bugün Doktor yaşarken, belki de 250 yıl sonra başka biri yaşayacaktır. Bu zamansızlık da Doktor'un gördüğü akrepsiz ve yelkovansız saatle anlatılır. Rüyasında yer alan bu saat, filmin ilerleyen kısımlarında 96 yaşındaki annesinin elinde, baba yadigarı saat olarak da belirecektir.
Maddi yolculuk sırasında arabaya inip binenler Doktor'a kendini ve hayatını sorgulatan konuklardır. Herkes kendi hayatının başrolünde değil midir zaten ve her konuk, arkadaş, anne, baba, gelin başrolün değişimine etki eden yan karakterler...
Yan karakterler demişken film boyunca Doktor'un yanından ayırmadığı gelinine de bir bakalım. Sonra şimdilik bitsin gitsin bu güzel film.
Doktorun oğlu, sonlara kadar bir fotoğraf kadrajı dışında hiç görmediğimiz kişi, Doktor'un adeta kopyasıdır. Kuralları olan, hayatı düzen adı altında toparlanmış etliye sütlüye karışmayan bir tip. Herkesin dünyada bir vazifesi olduğunu kabul eden, bir yandan da ertesi gün intihar etmek isterse, buna engel olmasın diye bir çocuk istemeyen biri. İşte bu adamın genç ve güzel karısı, sinir olduğu eşini bırakıp biraz hava almak için geldiği Doktor'un evinde, eşinin kopyası bir adamı görünce onunla birlikte geldiği yere geri dönmek ister. Parası olsa trenle dönecektir. Yoksa bu yaşlı, antipatik (!) adamla yolculuk yapma fikri çok da istediği bir şey değildir. Ama Doktor'un yol boyunca yaptığı konuşmalar, ziyaretler ve iç hesaplaşmaları genç kadının da fikrini değiştirir.
|
Ingmar Bergman başrol oyuncularıyla... |
Siyah beyaz filmler içerisinde şimdiye kadar izlediğim en iyi görüntülere sahip olması, kadrajları, kontrastı ve iç içe geçen sahnelerdeki yerleşim planlarıyla da tekniğe meraklı kişilerin açıp açıp izlemesi gereken bir film.