Başlık çalıntı. Geçtiğimiz iki yılıma damgasını vuran bir televizyon işi, Leyla ile Mecnun'un senaristine ait. Ama bence bu girizgâhla artık o kadar da çalıntı değil; nihayetinde o da birileri etkilenip düşünceye sevk olsun diye kullandı bu cümleyi...
Neyse efendim... Hafta kapandı, hafta sonu heyecanı kafalarda. Bir 'The Dark Knight Rises' izlenecek belli ki ve uzun zamandır görülmeyen arkadaşlarla vakit geçirilecek. Düşünülecekler var çok çok... Düşünülecek şeyler ve kişiler... Ve üzerine düşünülecek filmler de var, nihayet artık sonuna yaklaşılan... Ama hepsinden önce güzel haftanın kapanışından kulağımda neler kaldı onları dökesim var... Here comes my glowin' five!
V.
Jay Jay Johanson - Escape
Acıklı gibi duruyor değil mi? Bence değil... Ya da moda tabirle tribe sokan cinsten... Bilmiyorum belki de öyle. Ama bu şarkıyla sanki yaşanmamış şeylerin pişmanlığını yaşıyor insan, -ki bilirsin sevgili okur, pişmanlıklar içinde en beteridir. Neyse ki ben hiç yaşamadım. Bir arkadaşım anlatıyor, oradan biliyorum. Devam bakalım...
IV.
Quenn - Crazy Little Thing Called Love
Queen her zaman tatlıdır ve Freddie Mercury'nin o melodi zengini sesi her zaman etkileyicidir, ama Montreal'de 1981'de alınan bu kayıt yetişemesek de o muazzam konser ortamını bir nebze hissettiriyor. En güzel kısmı da aniden kendine hakim olamadan kafayla tutulan istem dışı ritimler... Luv ya Freddie!
III.
Selah Sue - Raggamuffin
Seviyorum abi, bence güzel. Belki yine gelir ve görürüm. Ona Eyüp'ü gezdiririm. Edeplice oteline bırakırım, kahve likörü alır odasında takılırız. Sonra ben evime dönerim. Evime dönmeyi severim, onu da davet ederim ama bu ara biraz sıcak ve klimamız yok. Ama Selah gelir, play station da oynarız. Sanırım ben içten içe onu Janis'e benzetiyorum, tek sıkıntım bu...
II.
Jessie J - Price Tag
Evet biliyorum biraz garip bir liste oldu ama öğle arasından sonra good mood için oldukça etkili bir abla... Dediğim gibi, birşey hissetmiyorum. Bir Selah değil. Onunla odasında likör içmezdim. Ve evime davet etmezdim. Çünkü Jessie ev sıcak diye söylenecek bir kadın, bana kalırsa...
I.
Fleetwood Mac - The Green Manalishi
Hadi biraz oldies diyelim... Fleetwood Mac'ın 'Tusk' adlı parçasından sonra en bayıldığım ikinci şarkısı... Ve seviyorum, ellerimle enteresan gitar çalma hareketleri yapıyorum. Sonra durduk yerde sıkılıp aslında karşımda olmayan bir davula vuruyorum hiç bir parçasını atlamamacasına... En çok da zile vurulan kısımlarımda, üzerinde saçlarınızı uzatın yazan t-shirtümle kendimden geçiyorum. Bu hafta üç kez yakalandım. İnsanlar şimdilik gençliğime veriyor ve sadece gülüyorlar. İlerleyen haftalarda böyle olmayacağını düşünüyorum. Biraz korku var, ama Fleetwood Mac'e değer...
""Gördüğün rüyayı bozmaya geldim ben..." dedi." diyorum böylesi bir mesleğe hiç yakışmayacak bir kalemle söylediklerimi bir bir elinde tuttuğu not defterine yazan adama. Yabancılaşmadım, bu adamı tanıyorum. Sadece daha epik ve akılda kalıcı bir başlık yapmak niyetindeyim, o yüzden kendisinden adam diye bahsettim efendim. Evet, efendim. Kendisi benim psikoloğum. Daha doğrusu sevgili ikiz kardeşimin psikoloğu... Ama böyle şeyler olur, sonuçta biz varlık içinde bir aile değiliz ve arada Tanrı vergisi benzerlikleri kullanmaktan kaçınmak olmaz, öyle değil mi?
Kardeşim bir deli. Yani doktorların söylediği tam olarak böyle olmasa da, bir süre boş boş baktıktan sonra yumuşatmaya çalışarak yavaşça anlattıklarından bu çıkıyor ortaya. Kardeşimin bir çatlak olduğu. Zaten kendisini öldürmesinin de doktorun anlatmaya çalıştığı bu durumla ilgisi var sanırım; ama bu çok da önemli bir mesele değil. Annem bile pek takılmıyor bu duruma. Aynısından bir tane daha var diye düşünüyor belki de. Büyüklerin ne yapmaya çalıştıklarını ne kadar anlayabilirsiniz ki? Kadındaki gözle görülür tek değişiklik, benle olan ilişkisi... Çok fazla üzerime düşüyor bir süredir. Sanırım benim de gidebileceğim ihtimali, kardeşimi iplemeye pek fırsat bırakmadı kendisi üzerinde... Düşünüyorum da, kardeşim olmak istemezdim. İyi ki yumurtanın bu tarafında kalmışım.
Psikolog, "Başka?" diyor. Biliyorum, aslında benimle ilgileniyor. Sadece kendisine anlatılanlara bir anlam veremiyor çünkü benden önceki seanslarda, yine benim görünümümdeki bir adam kendisine başka başka dertlerden muzdarip olduğunu anlatıyordu. Derslerinin kötü olduğu ve babasıyla ilişkisinin asla istediği kadar güzelleşemeyeceği belki de... Ama biz babamla mükemmel anlaşırız. O yüzden farklı şeylerden bahsediyor olmalıyız. Bunun dışında örnekleri çeşitlendirecek olursak, benden önceki ben muhtemelen barda tanıştığı fakat kendisine yüz vermeyen bir çocuğu şikayet etti kendisine. Peki, ben öyle miyim? Hayır efendim. Ben kadınlardan hoşlanırım. -kız diyenden de nefret ederim sözü açılmışken-
"Başka?" sorusuna verebilecek cevabım yok. Sadece biraz ilginç bir şekilde, kardeşimin rüyalarıma girdiğini anlatmaya çalışıyorum. Ama kelimeleri doğru seçemeyecek olma kaygımdan, çok verimli bir seans geçirmiyoruz belli ki. Yine de zorluyorum kendimi konuşmak için.
"Rüyalar..." diyorum "çok garip rüyalar görüyorum bu ara. Sanki ölmüş ve yeniden doğmuş bir başka ben varmış ve ölümünün sebebini üzerime yıkmaya çalışıyormuş gibi."
"Tıpta bunun bir adı var..." demeye yelteniyor artık parayı hak ettiğini göstermeye çabalayan psikolog.
"Tıptaki adları sevmiyorum." diyorum.
"Ama sen doktor olmaya karar verdiğini söylemiştin. Latince seni çekerdi. Yanlış mı hatırlıyorum."
"Latince güzel dil. Ama ben çok sık karar değiştiririm."
Yakalanmaya niyetim yok. Malesef beni tongaya düşüremeyeceksin sevgili Tıp Lisanı Düşkünü Beyefendi, diye düşünüyorum.
"Birşey içmek ister misin?" diye soruyor, ben susuyorum. Sonra aniden cevaplıyorum.
"Belki bir bardak su alabilirim."
Hemen getireyim deyip kalkıyor ayağa. Kalkarken pantolonundan çatalı görünüyor. Midem bulanmıyor ama dediğim gibi çatalı görünen bir psikologu kimse ciddiye almaz. Kardeşimin ölüm nedeni sensin, diye düşünüyorum artık yerinde yeller esen fakat gözlerimin önüne kazınmış çatala dik dik bakarak.
Daha bir gün var ama sanki hafta bugün kapanıyormuş gibi... Öyleyse hafta boyu dönüp dolaşıp dinlediğim şarkılara da selam çakmakta bir sakınca yoktur sanırım. Toplanın millet, bu şarkılarla iş yaparken zaman nasıl geçiyor anlamıyorsunuz. They're fuckin' fantastic...
Oh ingilizcemi de patlattım, rahatladım...
En çok dinlenenler listemde V. sırada: Can Bonomo - Hep Bir Derdi Olur
Ben seviyorum bu herifi ya. Sanki tanışsak iki günde bir birbirimizi ararmışız gibi geliyor. Eğleniriz falan, sonra o stüdyoya girer -çünkü öğrendiğim kadarıyla şu an yeni albüm işlerine dalmış- ben de atlar dolmuşa Beşiktaş'a inerim. Oradan da eve yürürüm...
IV numara: Anjelika Akbar - Libertango İstanbul
Klasik müzik, yemek ve yazılara dair düşün dur işte bu şarkıyla. Arada kadınının güzel yüzüne bak. Sonra biraz uzaklara bak ki, dinlensin gözlerin, çok çalıştılar çünkü. Sonra çevir kafanı tekrar güzelliğe bak. Neden, diye sorma. Bakabiliyorken bak işte, b.kunu çıkarma...
III. şarkı: The Specials - Ghost Town
Radyo Eksen'de sabahın köründe çalması mı beni uyandırdı, yoksa zaten uyanıktım da algımın açılması mı bekleniyordu, bilmiyorum. Tek bildiğim, "Ben bu şarkıyı nereden hatırlıyorum?" diye sorduğumdu. Ve hatırladım. 'Snatch'ten... Guy Ritchie filmlerini seviyorum ve soundtracklarını defalarca dinleyip de ilkinde hatırlayamayışıma hayıflanıyorum. Sonrası mı... Dinleye dinleye bir hal olup çıkan bir kütle...
II numara: The Beatles - All My Loving
Tek diyebileceğim, tutku. Yes, indeed... Durduk yerde, bomboş bir beyinden '34. Geleneksel 'Zamansız Gidenler' Festivali' gibi bir metin çıkartan, üstelik bunu sadece on dakikada beceren -şarkıyı 4 kez arka arkaya dinleyince oluşan zaman dilimi- bir ilahlar topluluğundan söz ediyoruz burada. Respect ya hu!
Veee I. Selah Sue - This World
Yemin ederim One Love ile ilgisi yok. Lütfen vurmayın efendim. Sadece çok seviyoruz ve dinlemeden yapamıyoruz. Dinleseniz siz de seversiniz efendim. Biradan nefret ediyoruz ama Selah öyle mi efendim. Hem de daha gencecik kendisi... Bakınız efendim çok iyi kendisi... Şarkıları yani... Şükürler olsun efendim. Efendim? Hayır bira içmedim...
Rahmetli Seyfi Teoman'ın, bir Barış Bıçakçı romanı olan 'Bizim Büyük Çaresizliğimiz'i filme çekmesinin bende yarattığı heyecanı ve keyfi daha önce burada paylaşmıştım. Şimdi, tam da filmin sevgili yönetmenini kaybetmemiz üzerinden çok vakit geçmemişken yeniden filme göz attım. Kitabına duyduğum sevgiden dolayı fazla sevmiş olabilir miydim bu filmi, diye düşünerek daldım yeniden görüntülere. Ve sonra bir daha kitaba döndüm, sonra bir daha filme ve böyle sürüp gitti...
Demem o ki, gerçekten ortaya başarılı bir iş çıkmış ki bu kadar çok sevmişim. Ya da kafada bir yerlere dokundu veya sadece hikayedeki iki adamı kendime yakın buldum. Arkadaşlıkları mı artık, ne derseniz deyin...
Filmde soundtrack denebilecek kadar çok müzik kullanılmamıştı, bu da dikkatimi çeken yanlardan biriydi mesela. Ama sonrasında duyduğum ve zaten kitabın da yazarı olan Barış Bıçakçı tarafından sözleri yazılmış bir Sakin bestesi buldum. Filmden karelerle hazırlanmış bu klibimsiyi izlemekten oldukça tat aldım. Bence Café Ajax'ta ağırlamalı kendilerini...
Sean Penn filmlerinin hastası bir adam için olabilecek en iyi şey oldu bu hafta sonu. Cannes 2012'den beri beklediğim, -sinemada izleme düşüncesiyle başka hiç bir yola yeltenmediğim film gün itibariyle vizyonda... 'Olmak İstediğim Yer'den bahsediyorum. Nam-ı diğer 'This Must Be The Place'
Filmin konusuna az birşey değinip direkman fragmanı paylaşmak istiyorum. Çok çok fazla şey anlatıp da filmi görme şevkinizi kaçırmamış olurum böylece...
Cheyenne (Sean Penn), eski bir rock yıldızıdır. Artık eskisi kadar genç olmadığının farkına varmayan, 50 yaşında hala eski günlerdeki gibi davranan ve giyinen bir rock yıldızı... Dublin'de yaşayan bu rock yıldızı babasını kaybettikten sonra New York yollarına düşer ve burada babasıyla ilgili hiç bilinmemesi gereken bir gerçeği öğrenir...
- Kim bilir benden ne kadar iğreniyorsun... - İğrenmek mi? - Ya? - Sizin beni kendinizden iğrendirecek bir neden bulmanız için epey uğraşmanız gerek!
------------------------
- Ne düşünüyorsun? - Hiç... Saçma sapan şeyler işte. - Saçma mı? - Evet. - Yani Tanrı sana o dilini sadece filozofça kelimeler çıkarasın diye mi verdi? - Tanrı mı? - Evet... - ...
- Benim adım Türk. Bir İngiliz için ilginç bir isim, biliyorum. Annem ve babam bir kaza esnasında aynı uçaktalarmış. Bu şekilde tanışmışlar. Ve bana uçağın adını vermeye karar vermişler. Herkes adını bir uçak kazası sonrası almaz. Yanımdaki Tommy. İnsanlara adını bir silahtan aldığını söylüyor ama ben öyle olmadığını biliyorum. Kendisi adını 19. yüzyılda yaşamış ünlü bir baletten alıyor.
Sürekli takip ettiğim bloglardan biri, Yekta Kopan'ın Fil Uçuşu... Buz Devri'ndeki Syd'i seslendirmesiyle gönülleri fethetmiş bir adam olmasının yanı sıra NTV'deki işleri ve öykü yazarlığıyla da takip etmekten büyük keyif aldığım bir kimse kendisi. Ama tüm bu on parmağında on marifet durumlarına bakınca insan sürekli yeni bir özelliğiyle karşılaşabiliyor karşısındaki insanın. Bakınız, ben karşılaştım.
Yekta Kopan'ın sağlam bir müziksever olduğunu daha önceden öğrenmiş olsam da, gitara olan özel ilgisinin sadece bir koleksiyonerlikle sınırlı olduğunu düşünmüştüm. Ve fakat, tabi ki öyle değilmiş. Yıllardır -evet son zamanlarda da- işlerden vakit buldukça gitarını alıp bir stüdyoya gittiğini ve orada gitarı ağlattığını öğrendim...
Peki, tüm bunları neden anlatıyorum? Sebebi, aşağıda... Kendisinin, Fil Uçuşu'nda paylaştığı bir videoyu Café Ajax'a taşımak istedim. Videoyla ve videodaki adamla ilgili daha detaylı bilgi için http://filucusu.blogspot.com/Bakılacak pasaj 100 Riff'te Rock'n Roll Tarihi (4 Temmuz 2012 tarihli)...
Buyurunuz, video... Ben de sağ elimin tırnaklarını uzatmaya ve şu Fender'lerin fiyatını araştırmaya gidiyorum!
Aşağıdaki reklam, geçtiğimiz Mart ayının 'Print' reklam kategorisinde birinci olmuş. Bunu nasıl başardığını anlamak pek zor değil. Orjinal boyut için tıkla, göreceksin...
Çocukluğumda izlediğim ve ne zaman aklıma gelse göbeğimi tuta tuta güldüğüm bir film vardı. Adını 'Şaşkın' olarak çevirmişlerdi yanlış hatırlamıyorsam, orijinal adı 'Bedazzled'... Film, tipik Amerikan loser'ı bir karakter olan Elliot'un (Brendan Fraser), Şeytan'la (Elizabeth Hurley) -ki şeytanların en güzeli, Al Pacino lütfen alınma- yaptığı bir anlaşma ve Şeytan'ın sürekli Elliot'u küçük düşürmesiyle ilgiliydi. Aşağıda, filmin o zaman da en çok nefret ettiğim sahnesi var. Kötü haber, malesef videoda alt yazı yok, fakat durumun anlaşılması için kısa bir özet geçilirse...
Elliot bu sahnenin öncesinde, duygusal ve kadınlara hitap edebilen bir adam olmayı dilemişti Şeytan'dan. Bu muhteşem g.t oluşun videosu, çok fazla yabancı dil gerektirmiyor zaten. Elliot'un fazla abartılı oyunculuğu aynı anda hem kör, hem sağır hem de dilsiz bir adama bile on beş metreden ne anlatmak istediğini anlatabilir nitelikte...
Geniş kadife perdelerle, gelin tacı gibi tutturulmuş salona girdim. Sahneye takıldı gözlerim. Daha salona girmeden önce, merdivenlerdeyken kulağıma çalınan müziğe yedirilmiş kelimelerin hangi ağızlardan çıktığına tanıklık ettim. Hoşuma gitti, gülümsedim. Sahnedeki takım elbiseli dört adamın önde ve solda olanı, sahneye sabitlenmiş uzun ayaklı mikrofonla sevişir gibi söylemekteydi şarkıyı... Birbirinin her hareketini ister istemez tamamlayan bu adamların kim olduğunu merak ettim.
Söylediği şarkıya kendini kaptıran az önceki adamın nefes molasında, gitarıyla dağlıyordu yürekleri bu kez önde ve sağda olan takım elbiseli. Muazzam bir melodiydi. Hemen nişanlımı aramak istedim. Ama aramadım, kızdım ona, bu akşam benimle gelmediği için. Madem gelmemişti, o zaman bu tattan mahrum bırakılmayı da hak etmiş sayılırdı. Beynimden kötü düşünceleri kovmakta sandığınızdan daha başarılıyım ve kindar değilim. Ama yine de aramayı tekrar gözden geçirmek üzere rafa kaldırıp, garsonu yanıma çağırmak üzere aranmaya başladım. Yerimi göstersin diye...
Hiç kimse yoktu çalışanlardan. Masalardaki davetlilerin sayısı ne kadar fazlaysa, ortalıkta gezinip durması gereken çalışanların sayısı da aynı oranda azdı. Bu ne terbiyesizlik, diye bağıracak oldum, ama sonra düşündüm de bu küçük burjuva tavırları bu mekanda işleri benim için daha da içinden çıkılamaz bir hale getirebilirdi. Gözlerimle taradım etrafı... Güzel kadınlar vardı ve yakışıklı beyler... Masadaki herkes birbirine bakarak eşlik ediyordu, sahnedeki grubun yeniden başlayan şarkısına. Kulak kesildim. Şarkıyı kesinlikle biliyordum. Melodi tanıdıktı, tanıdık olmasına ama, kimdi bu herifler?
"...i give her all my love
that's all i do
and if you saw my love
you'd love her too
i love her..."
Tam olarak bu sözleri söylüyordu grup. Düz saçlarının önleri gözlerini kapatacak kadar uzamış olan, elindeki mikrofonla kendinden geçmiş şarkıcı, grubun davulcusuna bakıyordu. Davulcu böyle romantik şarkıları çalmayı sevmediğini her halinden belli edercesine gözlerini devirdi. Ve kahkaha attı. Bakın mesela, bu sinir bozucu gülüşü de tanıyordum. Ama beynim bir çöl kadar boştu şu an, ya da patlatılmış bir Capri Sun kutusu kadar düz...
Hala ayakta dikili duran bendeniz, artık merakına dayanamayıp oturan hanımlardan birine yaklaşıp sahnedekileri soracak oldum. Ama bir an irkildim. Audrey'di bu... Hepburn'lerin Audrey... İyi ama burada ne işi vardı.
- Audrey? diye sordum güvensizce.
- Buyurun sevgili dostum, diye cevapladı beni.
- Sizsiniz, değil mi?
- Elbette benim, dedi, sonra endişeyle ekledi, siz iyi misiniz?
Sesinin hülyası içinde defalarca uykuya dalıp cennete gitmeyi düşündüm. Mekanın girişindeki kadife perdeler gibi yumuşacık bir sesi vardı. Sırf onu daha çok konuşturmak için yeni bir soruyla zorladım kendisini. Hiç zorlanır gibi gelmedi cevabı.
- Ne yapıyorsunuz burada?
- Ne mi yapıyorum... dedi, gülümsedi, sizce ne yapıyorum?
- Bilmem. Ben mezuniyet balom için buradayım... Ya siz?
- Biz de eski mezunlarız tatlım, deyip ağzını o saten eldivenle örtülmüş narin ellerinin tersiyle kapatarak güldü.
Benimle dalga geçiyor olmalılar, diye düşündüm. Ayrıca '93 'te ölmemiş miydi bu güzel tanrıça?
- Grace, Katherine, Marilyn... Hepimiz bu akşam senin için geldik, diye yeniden aklımı aldı Audrey. Saydığı isimler adını hep duyduğum ancak kesinlikle aynı dönemi paylaşamadığım kişilerdi.
Tam o anda aklıma birşey geldi. Yoksa, dedim kendi kendime, bu kadınlar Los Angeles'ta sokaklarda gezip duran ünlülerin taklitleri olmasınlar. Neden olmasındı ki, öyle değil mi? Bence çok mantıklı diye düşündüm ve Audrey'in kırmızı şarabından bir yudum aldım.
- Ah Marilyn de mi burada?, diye uydurdukları dünyaya kanıyormuş gibi yaptım.
- Evet. Karşı masada, bakın şu beyin arkasında. Garsonun arkasında duruyor işte...
Bok suratlı garson, diyorum. Az önce neredeydin ki? Ama dur bir saniye, zaten birkaç dakika önce hepsinin planlanmış bir şaka olduğundan emin olmamış mıydım ben. Emin değildim gerçi ama çok mantıksızdı... Yine de Marilyn'i görürsem rahatlayabilecektim. Çünkü Marilyn'i diğerlerinden ayıran özelliği biliyordum. 'Kim Milyoner Olmak İster?' de çıkmıştı bu soru. Marilyn Monroe'nun altı ayak parmağı vardı. Marilyn'e ulaşsam yeterdi yani, tüm bu oyunları çözümlemek için. Muhtemelen dublörünün beş ayak parmağı vardı. İzin isteyip yanından ayrıldım Audrey'nin. Marilyn'e doğru gitmeye çalışıyordum ama az önce ortalıkta birini bulamadığım garsonlar, çevik polis kortejini aratmayacak bir konum algısıyla, tam da aramıza ket vuruyorlardı.
- Pardon, geçebilir miyim? diye sordum garsonlardan kısa boylu olanına. Sert çıkarsa dövebilirim diye onu seçmiştim. - Ah tabi, pardon, buyurun, diyerek çekildi önümden. Neyse ki yumruklarımı kullanmak zorunda kalmamıştım.
Sanki eski bir dostu görmüş gibi atıldım sarışın güzelliğimin üzerine.
- Marilyn! - Sevgilim, nerede kaldın?, diye selamladı beni, ve dunağıma kocaman bir öpücük kondurdu. Islak ve kırmızı rujunun tadını, dilimi yuvasından çıkarıp hafif sola kaydırarak alabildim. - Hımm, ahududulu... - Şapşal, diye güldü tatlı sesiyle. Neden bu kadar geciktin? - Trafik, diyebildim istemsizce. Hoş İstanbul trafiğini merak etse ona anlatacak hiçbir şeyim yoktu ama, dediğim gibi ağzım bazen beynime uğramadan çalışıyor. - Bu akşam çok iyiler, dedi sahnedekileri göstererek. - Aaa, ben de Audrey'e onları soracaktım. Sahi... - Audrey'nin yanından mı geliyorsun?, diye sordu az önceki tatlı sesinden eser kalmamış bir halde. Bozulmuş muydu, tamam da niye bozulsun ki, diye düşündüm. - Evet, gruptaki bir şarkı çok hoşuma gitti de... Kim olduklarını... - Sende onu dansa kaldırmaya gittin? - Ah, hayır... Tabi ki öyle değil, yanlış anladın. - Tabi, tüm yanlışlıklar da bende zaten.
Bu son cümlesiyle, zarif, tırnaklarına kırmızı oje sürülmüş ayaklarını, ayakkabısından çıkarıp bana göstermesi bir oldu. Kafamda kurduğum tüm inşaat çökmüştü. Marilyn, ya da gerçek adıyla Norma, uçları kırmızıya boyalı altı ayak parmağını ağzıma sokacaktı çığlık atarak kalkmasam.
Ani kalkışım tabidir ki, salonda bir hareketliliğe sebep olmadı. Her ne kadar bizim için toplanmış olsalar da, bu ünlü tayfası kesinlikle kendi sefasına düşkün tiplerden oluşuyordu. Zaten hep böyle olmuştur. Bizim ülkede de genellikle bu olay böyledir. Bizim ülkede de? Ama bundan sadece bir saat önce, bizim ülkede değil miydim ben zaten? Beşiktaş'taydım. Hatta taksici beni almayı reddetmiş, sonra da korsan taksi çağırıp gelmiştim baloya. Hazır balo demişken, neden başkası yoktu bizim bölümden? Bölümü de siktir et, okuldan bir Allah'ın kulu olmaz mıydı. Bu işte bir gariplik vardı.
Gariplik vardı olmasına tabi... Neresinden baksanız şu an yani an itibariyle 2012 yılında yaşamıyor olan insanlarla vakit geçiriyordum dakikalardır. Evet, hepsi ölüydü. Ya ben?
- Yavaş ol dostum, diyerek koluma bir el yapıştı. Döndüm. Freddie... - Queen, dedim refleksle.
- God save the Queen!, dedi buna cevaben.
- Bıyıklar gitmiş?, diye soru olmayan ancak soru işareti barındıran bir cümle attım bu kez ortaya.
- Sıkıldım, dedi. Sonra sahneyi göstererek ekledi. Çok iyi değiller mi bu akşam?
- Ben de onu soracaktım! Kimdi bu sahnedekiler?
Son sorumu duyamadan gitti. Keyfim kaçtı. Koskoca Freddie Mercury ile konuşmuş olabilmek bir yana, insanın bazen şu sanatçıların garip tavırlarına alışabilmesi için kendinden bazı feragâtlarda bulunması gerekiyordu. Feragât? Geçelim...
Yanımdan geçen garsonlardan biri daha az önce yanından ayrıldığım sarışınıma doğru giderken, bana bakıp gülümsediğini gördüm. Kısa değildi, o yüzden çok irdelemedim. Sadece dik dik baktım. Sonra telefonuma kaydı gözlerim, "1 Yeni Mesaj" yazıyordu. Dikkati kolay dağılan bir adam olduğum için, aynı kadife perdeleri geçerek balo salonunun dışına çıktım. Mesajı görüntüledim. Nişanlımdandı.
"Biliyorum geç dönecektin ama evde sıkıldım. Bu akşam 'Midnight in Paris' girmiş vizyona. Gidelim mi?"
Tam, ben davet ettiğim zaman Kuzey Güney izleyeceğim diyerek beni reddetmiştin ama, diyerek rencide edecektim kendisini, ama tuttum kendimi. Aşk böyle birşeydi işte. Hem filmi de görmek istiyordum, fakat önce benim bir yardıma ihtiyacım vardı. Mesajla uğraşamadım, direk numarasını tuşladım.
- Efendim?
- Bir şey soracağım tatlım.
- Sor, sevgilim.
- Arkamda çalan şarkıyı duyuyor musun?
- Evet, Beatles değil mi?
- Seni seviyorum.
Telefonu kapattım. Eminim bir şey anlamamıştır, işte bazen böyle düşüncesiz olabiliyordum. Ama ne yapalım, Athena'nın da dediği gibi, ben böyleydim.
Tekrar salona dönerken, içeriden gelen seslerin durulduğunu fark ettim. Geldiğimden beri çalıyorlar, belli ki ara verdiler, diye düşündüm. Fakat kötü kader beni göt etmek için eline geçen hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. İçerisi bomboştu. Kimse mola vermemişti ve hatta ortalık sanki yıllardır uğranmamışçasına sakil ve pislik bir durumdaydı. Birileri vardır umuduyla biraz ilerleyecek oldum, hayır kimse yoktu ve üzerinde gezindiğim ahşap zeminin altından viykleyen farelerin seslerini duyabiliyordum. Hemen çıkmam lazım, diye düşündüm ve çıktım.
Kocaman balo salonunun çıkışını bulmam kolay olmadı tabi, ama bir şekilde, parmağımı yalayıp rüzgar testi yaptıktan sonra doğru yolu bulabildim. Mekanın bahçesini yoldan soyutlayan demir kapısına vardığımda, Tom Waits'i taksi beklerken gördüm. Yanına geçip beklemeye başladım. Sırtına astığı gitarıyla road trip'e çıkmış gibi bir hali vardı. Yüzüme bakmadı pek. Klasik Tom. Ama sesini duydum.
Tom'la konuşmak bazen çok yorucu olabiliyor...
- Sigaran var mı?
- Hayır Bay Waits, kullanmıyorum.
- Ben de öyle düşünmüştüm zaten., dedi.
Bir an Tom Waits'in yüzüne kocaman bir yumruk patlatıp, sonra sarılarak dakikalarca ağlamayı düşündüm. Bu akşam yaşadıklarım fazlasıyla yıpratmıştı sinirlerimi.
- Bahse girerim bana vurmak istiyorsun, dedi yeniden.
- Hayır Bay Waits... Bir anlıktı o!, diye cevapladım kendisini.
Ondan birşey saklanmayacağını, müziğini dinlediğim ilk gün anlamıştım. Konuyu değiştirmeye yeltendim, neyse ki o daha önce davrandı.
- 33.sü çok daha eğlenceliydi, biliyor musun?
- Neyin efendim?
- Sen balodan çıkmadın mı evlat?
- Nasıl yani, gerçekten var mıydı öyle bir balo?
- Vardı tabi.
- Peki nereye kayboldu herkes?
- Dağıldılar, 'Midnight in Paris'i izlemeye gideceklermiş. John'dan öyle duydum.
- John?
- Hiç mi müzik kültürün yok evlat. O çenendeki sakalları hak etmiyorsun. John LENNON, LENNON!
- İyi ama çok mantıksız.
- Niye mantıklı olsun?
- Ne bu! Tyler Durden mı çıkacağım en sonunda? Neden yapıyorsunuz bunları bana Bay Waits?
- Ben bir şey yapmıyorum. Festival komitesi '34. Geleneksel 'Zamansız Gidenler' Festivali' için sahne almamı istedi. Ben de geldim. Yani anlayacağın, sana ne yapılıyorsa, bana da aynısı yapılıyor...
- Ama Beatles... Onların üyelerinin hepsi ölmedi daha.
- Onlar da benim gibi, ölmeyenler yani... Konuk sanatçı.
- Holy fuck!
- Küfretme, sigara içmiyorsan küfür de etme.
Keyfim kaçmıştı. Neden böyle şeyler insanın başına beklemediği anlarda gelirdi ki sanki? Ve kim inanırdı tüm bunları gerçekten yaşadığıma? Tom mesela, kalkıp ABD'ye gitsem, beni tanır mıydı? Ihlamur Kasrı'nın önünde taksi beklerken yaptığımız konuşmayı tekrarlamak istesem, benimle ilgilenir miydi?
Ihlamur Kasrı'nda gece oluyor...
Sanmıyordum. Sanatçı milleti işte. Nişanlımı aradım. Atlas Pasajı'nın önünde buluşalım, dedim. Kuzey Güney başlamış, çıkamazmış. Peki, dedim ben de. Bu arada Tom, tam bir at nazikliğinde, taksiyi bulduğu gibi, bir "Eyvallah!" bile demeden bindi, gitti. Yürümeye başladım sahile doğru. Sonra yeniden aklıma geldi. Zamansız gidenler...