4 Temmuz 2012 Çarşamba

34. Geleneksel 'Zamansız Gidenler' Festivali

Geniş kadife perdelerle, gelin tacı gibi tutturulmuş salona girdim. Sahneye takıldı gözlerim. Daha salona girmeden önce, merdivenlerdeyken kulağıma çalınan müziğe yedirilmiş kelimelerin hangi ağızlardan çıktığına tanıklık ettim. Hoşuma gitti, gülümsedim. Sahnedeki takım elbiseli dört adamın önde ve solda olanı, sahneye sabitlenmiş uzun ayaklı mikrofonla sevişir gibi söylemekteydi şarkıyı... Birbirinin her hareketini ister istemez tamamlayan bu adamların kim olduğunu merak ettim.

Söylediği şarkıya kendini kaptıran az önceki adamın nefes molasında, gitarıyla dağlıyordu yürekleri bu kez önde ve sağda olan takım elbiseli. Muazzam bir melodiydi. Hemen nişanlımı aramak istedim. Ama aramadım, kızdım ona, bu akşam benimle gelmediği için. Madem gelmemişti, o zaman bu tattan mahrum bırakılmayı da hak etmiş sayılırdı. Beynimden kötü düşünceleri kovmakta sandığınızdan daha başarılıyım ve kindar değilim. Ama yine de aramayı tekrar gözden geçirmek üzere rafa kaldırıp, garsonu yanıma çağırmak üzere aranmaya başladım. Yerimi göstersin diye...

Hiç kimse yoktu çalışanlardan. Masalardaki davetlilerin sayısı ne kadar fazlaysa, ortalıkta gezinip durması gereken çalışanların sayısı da aynı oranda azdı. Bu ne terbiyesizlik, diye bağıracak oldum, ama sonra düşündüm de bu küçük burjuva tavırları bu mekanda işleri benim için daha da içinden çıkılamaz bir hale getirebilirdi. Gözlerimle taradım etrafı... Güzel kadınlar vardı ve yakışıklı beyler... Masadaki herkes birbirine bakarak eşlik ediyordu, sahnedeki grubun yeniden başlayan şarkısına. Kulak kesildim. Şarkıyı kesinlikle biliyordum. Melodi tanıdıktı, tanıdık olmasına ama, kimdi bu herifler?

"...i give her all my love
that's all i do
and if you saw my love
you'd love her too
i love her..."    

Tam olarak bu sözleri söylüyordu grup. Düz saçlarının önleri gözlerini kapatacak kadar uzamış olan, elindeki mikrofonla kendinden geçmiş şarkıcı, grubun davulcusuna bakıyordu. Davulcu böyle romantik şarkıları çalmayı sevmediğini her halinden belli edercesine gözlerini devirdi. Ve kahkaha attı. Bakın mesela, bu sinir bozucu gülüşü de tanıyordum. Ama beynim bir çöl kadar boştu şu an, ya da patlatılmış bir Capri Sun kutusu kadar düz...

Hala ayakta dikili duran bendeniz, artık merakına dayanamayıp oturan hanımlardan birine yaklaşıp sahnedekileri soracak oldum. Ama bir an irkildim. Audrey'di bu... Hepburn'lerin Audrey... İyi ama burada ne işi vardı.

- Audrey? diye sordum güvensizce.
- Buyurun sevgili dostum, diye cevapladı beni.
- Sizsiniz, değil mi?
- Elbette benim, dedi, sonra endişeyle ekledi, siz iyi misiniz?

Sesinin hülyası içinde defalarca uykuya dalıp cennete gitmeyi düşündüm. Mekanın girişindeki kadife perdeler gibi yumuşacık bir sesi vardı. Sırf onu daha çok konuşturmak için yeni bir soruyla zorladım kendisini. Hiç zorlanır gibi gelmedi cevabı.

- Ne yapıyorsunuz burada?
- Ne mi yapıyorum... dedi, gülümsedi, sizce ne yapıyorum?
- Bilmem. Ben mezuniyet balom için buradayım... Ya siz?
- Biz de eski mezunlarız tatlım, deyip ağzını o saten eldivenle örtülmüş narin ellerinin tersiyle kapatarak güldü.

Benimle dalga geçiyor olmalılar, diye düşündüm. Ayrıca '93 'te ölmemiş miydi bu güzel tanrıça?

- Grace, Katherine, Marilyn... Hepimiz bu akşam senin için geldik, diye yeniden aklımı aldı Audrey. Saydığı isimler adını hep duyduğum ancak kesinlikle aynı dönemi paylaşamadığım kişilerdi.

Tam o anda aklıma birşey geldi. Yoksa, dedim kendi kendime, bu kadınlar Los Angeles'ta sokaklarda gezip duran ünlülerin taklitleri olmasınlar. Neden olmasındı ki, öyle değil mi? Bence çok mantıklı diye düşündüm ve Audrey'in kırmızı şarabından bir yudum aldım.

- Ah Marilyn de mi burada?, diye uydurdukları dünyaya kanıyormuş gibi yaptım.
- Evet. Karşı masada, bakın şu beyin arkasında. Garsonun arkasında duruyor işte...

Bok suratlı garson, diyorum. Az önce neredeydin ki? Ama dur bir saniye, zaten birkaç dakika önce hepsinin planlanmış bir şaka olduğundan emin olmamış mıydım ben. Emin değildim gerçi ama çok mantıksızdı... Yine de Marilyn'i görürsem rahatlayabilecektim. Çünkü Marilyn'i diğerlerinden ayıran özelliği biliyordum. 'Kim Milyoner Olmak İster?' de çıkmıştı bu soru. Marilyn Monroe'nun altı ayak parmağı vardı. Marilyn'e ulaşsam yeterdi yani, tüm bu oyunları çözümlemek için. Muhtemelen dublörünün beş ayak parmağı vardı.
  
İzin isteyip yanından ayrıldım Audrey'nin. Marilyn'e doğru gitmeye çalışıyordum ama az önce ortalıkta birini bulamadığım garsonlar, çevik polis kortejini aratmayacak bir konum algısıyla, tam da aramıza ket vuruyorlardı.


- Pardon, geçebilir miyim? diye sordum garsonlardan kısa boylu olanına. Sert çıkarsa dövebilirim diye onu seçmiştim.
- Ah tabi, pardon, buyurun, diyerek çekildi önümden. Neyse ki yumruklarımı kullanmak zorunda kalmamıştım. 


Sanki eski bir dostu görmüş gibi atıldım sarışın güzelliğimin üzerine.


- Marilyn!
- Sevgilim, nerede kaldın?, diye selamladı beni, ve dunağıma kocaman bir öpücük kondurdu. Islak ve kırmızı rujunun tadını, dilimi yuvasından çıkarıp hafif sola kaydırarak alabildim. 
- Hımm, ahududulu...
- Şapşal, diye güldü tatlı sesiyle. Neden bu kadar geciktin?
- Trafik, diyebildim istemsizce. Hoş İstanbul trafiğini merak etse ona anlatacak hiçbir şeyim yoktu ama, dediğim gibi ağzım bazen beynime uğramadan çalışıyor.
- Bu akşam çok iyiler, dedi sahnedekileri göstererek. 
- Aaa, ben de Audrey'e onları soracaktım. Sahi...
- Audrey'nin yanından mı geliyorsun?, diye sordu az önceki tatlı sesinden eser kalmamış bir halde. Bozulmuş muydu, tamam da niye bozulsun ki, diye düşündüm.
- Evet, gruptaki bir şarkı çok hoşuma gitti de... Kim olduklarını...
- Sende onu dansa kaldırmaya gittin?
- Ah, hayır... Tabi ki öyle değil, yanlış anladın.
- Tabi, tüm yanlışlıklar da bende zaten. 


Bu son cümlesiyle, zarif, tırnaklarına kırmızı oje sürülmüş ayaklarını, ayakkabısından çıkarıp bana göstermesi bir oldu. Kafamda kurduğum tüm inşaat çökmüştü. Marilyn, ya da gerçek adıyla Norma, uçları kırmızıya boyalı altı ayak parmağını ağzıma sokacaktı çığlık atarak kalkmasam.


Ani kalkışım tabidir ki, salonda bir hareketliliğe sebep olmadı. Her ne kadar bizim için toplanmış olsalar da, bu ünlü tayfası kesinlikle kendi sefasına düşkün tiplerden oluşuyordu. Zaten hep böyle olmuştur. Bizim ülkede de genellikle bu olay böyledir. Bizim ülkede de? Ama bundan sadece bir saat önce, bizim ülkede değil miydim ben zaten? Beşiktaş'taydım. Hatta taksici beni almayı reddetmiş, sonra da korsan taksi çağırıp gelmiştim baloya. Hazır balo demişken, neden başkası yoktu bizim bölümden? Bölümü de siktir et, okuldan bir Allah'ın kulu olmaz mıydı. Bu işte bir gariplik vardı.


Gariplik vardı olmasına tabi... Neresinden baksanız şu an yani an itibariyle 2012 yılında yaşamıyor olan insanlarla vakit geçiriyordum dakikalardır. Evet, hepsi ölüydü. Ya ben?


- Yavaş ol dostum, diyerek koluma bir el yapıştı. Döndüm. Freddie... 
- Queen, dedim refleksle.
- God save the Queen!, dedi buna cevaben.
- Bıyıklar gitmiş?, diye soru olmayan ancak soru işareti barındıran bir cümle attım bu kez ortaya.
- Sıkıldım, dedi. Sonra sahneyi göstererek ekledi. Çok iyi değiller mi bu akşam?
- Ben de onu soracaktım! Kimdi bu sahnedekiler?

Son sorumu duyamadan gitti. Keyfim kaçtı. Koskoca Freddie Mercury ile konuşmuş olabilmek bir yana, insanın bazen şu sanatçıların garip tavırlarına alışabilmesi için kendinden bazı feragâtlarda bulunması gerekiyordu. Feragât? Geçelim...

Yanımdan geçen garsonlardan biri daha az önce yanından ayrıldığım sarışınıma doğru giderken, bana bakıp gülümsediğini gördüm. Kısa değildi, o yüzden çok irdelemedim. Sadece dik dik baktım. Sonra telefonuma kaydı gözlerim, "1 Yeni Mesaj" yazıyordu. Dikkati kolay dağılan bir adam olduğum için, aynı kadife perdeleri geçerek balo salonunun dışına çıktım. Mesajı görüntüledim. Nişanlımdandı.

"Biliyorum geç dönecektin ama evde sıkıldım. Bu akşam 'Midnight in Paris' girmiş vizyona. Gidelim mi?"

Tam, ben davet ettiğim zaman Kuzey Güney izleyeceğim diyerek beni reddetmiştin ama, diyerek rencide edecektim kendisini, ama tuttum kendimi. Aşk böyle birşeydi işte. Hem filmi de görmek istiyordum, fakat önce benim bir yardıma ihtiyacım vardı. Mesajla uğraşamadım, direk numarasını tuşladım. 

- Efendim?
- Bir şey soracağım tatlım.
- Sor, sevgilim.
- Arkamda çalan şarkıyı duyuyor musun?
- Evet, Beatles değil mi?
- Seni seviyorum.



Telefonu kapattım. Eminim bir şey anlamamıştır, işte bazen böyle düşüncesiz olabiliyordum. Ama ne yapalım, Athena'nın da dediği gibi, ben böyleydim.

Tekrar salona dönerken, içeriden gelen seslerin durulduğunu fark ettim. Geldiğimden beri çalıyorlar, belli ki ara verdiler, diye düşündüm. Fakat kötü kader beni göt etmek için eline geçen hiçbir fırsatı kaçırmıyordu. İçerisi bomboştu. Kimse mola vermemişti ve hatta ortalık sanki yıllardır uğranmamışçasına sakil ve pislik bir durumdaydı. Birileri vardır umuduyla biraz ilerleyecek oldum, hayır kimse yoktu ve üzerinde gezindiğim ahşap zeminin altından viykleyen farelerin seslerini duyabiliyordum. Hemen çıkmam lazım, diye düşündüm ve çıktım.

Kocaman balo salonunun çıkışını bulmam kolay olmadı tabi, ama bir şekilde, parmağımı yalayıp rüzgar testi yaptıktan sonra doğru yolu bulabildim. Mekanın bahçesini yoldan soyutlayan demir kapısına vardığımda, Tom Waits'i taksi beklerken gördüm. Yanına geçip beklemeye başladım. Sırtına astığı gitarıyla road trip'e çıkmış gibi bir hali vardı. Yüzüme bakmadı pek. Klasik Tom. Ama sesini duydum.

Tom'la konuşmak bazen çok yorucu olabiliyor...
- Sigaran var mı?
- Hayır Bay Waits, kullanmıyorum.
- Ben de öyle düşünmüştüm zaten., dedi.

Bir an Tom Waits'in yüzüne kocaman bir yumruk patlatıp, sonra sarılarak dakikalarca ağlamayı düşündüm. Bu akşam yaşadıklarım fazlasıyla yıpratmıştı sinirlerimi.

- Bahse girerim bana vurmak istiyorsun, dedi yeniden.
- Hayır Bay Waits... Bir anlıktı o!, diye cevapladım kendisini.

Ondan birşey saklanmayacağını, müziğini dinlediğim ilk gün anlamıştım. Konuyu değiştirmeye yeltendim, neyse ki o daha önce davrandı.

- 33.sü çok daha eğlenceliydi, biliyor musun?
- Neyin efendim?
- Sen balodan çıkmadın mı evlat?
- Nasıl yani, gerçekten var mıydı öyle bir balo?
- Vardı tabi.
- Peki nereye kayboldu herkes?
- Dağıldılar, 'Midnight in Paris'i izlemeye gideceklermiş. John'dan öyle duydum.
- John?
- Hiç mi müzik kültürün yok evlat. O çenendeki sakalları hak etmiyorsun. John LENNON, LENNON!
- İyi ama çok mantıksız.
- Niye mantıklı olsun?
- Ne bu! Tyler Durden mı çıkacağım en sonunda? Neden yapıyorsunuz bunları bana Bay Waits?
- Ben bir şey yapmıyorum. Festival komitesi '34. Geleneksel 'Zamansız Gidenler' Festivali' için sahne almamı istedi. Ben de geldim. Yani anlayacağın, sana ne yapılıyorsa, bana da aynısı yapılıyor...
- Ama Beatles... Onların üyelerinin hepsi ölmedi daha.
- Onlar da benim gibi, ölmeyenler yani... Konuk sanatçı.
- Holy fuck!
- Küfretme, sigara içmiyorsan küfür de etme.

Keyfim kaçmıştı. Neden böyle şeyler insanın başına beklemediği anlarda gelirdi ki sanki? Ve kim inanırdı tüm bunları gerçekten yaşadığıma? Tom mesela, kalkıp ABD'ye gitsem, beni tanır mıydı? Ihlamur Kasrı'nın önünde taksi beklerken yaptığımız konuşmayı tekrarlamak istesem, benimle ilgilenir miydi?

Ihlamur Kasrı'nda gece oluyor...
Sanmıyordum. Sanatçı milleti işte. Nişanlımı aradım. Atlas Pasajı'nın önünde buluşalım, dedim. Kuzey Güney başlamış, çıkamazmış. Peki, dedim ben de. Bu arada Tom, tam bir at nazikliğinde, taksiyi bulduğu gibi, bir "Eyvallah!" bile demeden bindi, gitti. Yürümeye başladım sahile doğru. Sonra yeniden aklıma geldi. Zamansız gidenler...

Kaç seansına gittiler acaba?





  

4 yorum:

  1. çok keyifli, bayıldım! hayalgücüne sağlık :)

    YanıtlaSil
  2. teşekkür ederim :) okudunuz ya, daha keyifli oldu...

    YanıtlaSil
  3. kurgu güzel olmuş vehbim:)) belki gün be gün, bölüm be bölüm giden şeyler yazarsın ;))

    YanıtlaSil
  4. ah be ebruskam... bir nefesim yetse dünyaları yazacağım :) sağolasın

    YanıtlaSil