30 Kasım 2011 Çarşamba

gibiamadeğil 03

"Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor; rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum 'Kürk Mantolu Madonna'yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum."

Kürk Mantolu Madonna [Sabahattin Ali]



...

Meral:
Ben senin söylemeni istiyorum, herhalde bana ait olan bir şeyi öğrenmek hakkımdır.
Halil:
Sana ait bir durum değil bu. Resminle benim aramdaki bir durum seni ilgilendirmez. Ben senin resmine aşığım.
Meral:
İyi ama aşık olduğun resim benim resmim, işte ben de buradayıım söyleyeceklerini dinliyorum.
Halil:
İyi ama resmin sen değilsin ki. O benim dünyama ait bir şey...

Sevmek Zamanı [Metin Erksan] 1965


27 Kasım 2011 Pazar

Gökyüzünde Karpuz Kesen Kırgızlar...

Geçenlerde teknolojinin yavaş yavaş hayatıma girişine alışmaya başladığımı, artık bana o kadar da öcü gibi gelmediğine dair bir yazı yayımlamıştım. Uyarmadı demeyin...

Radyo D'de 'Muzo'yla Yastık Sohbetleri'yle başlamıştı radyo maceram. En azından görünürde ilk hatırladığım program o. Onun dışında annemin yemek hazırlarken sürekli yanı başında bulunan mutfak radyosunu da az dinlemedim. Ancak son zamanlarda içime bir sıkıntı gibi düşüyordu bu evdeki müziğin; mp3 çalarlara, fizylere ve bunun gibi teknolojik bıdıların tekeline bırakılması sorunsalı... Yani radyonun güzelliği, biraz da şarkı aralarında katlanamadığın djlerde değil midir?

İşte bir yandan bunu düşünürken, bir yandan blogda hoşuma giden sözlerin yer alacağı bir köşe açma fikri de ona paralel olarak geliyordu. Yazacaklarım belliydi, ilgi alanlarım falan da. Tek belli olmayan bu yeni kulakçığa bir ad verme kısmıydı. Yakın arkadaşım Onur Mimaroğlu'nun da kafasını şişirdim bu derdimle... Allah kimseye böyle onulmaz dertler vermesin(!)... Neyse ki dostum işin içine benim kadar saplanmamıştı; dışarıdan bakabilme erdemi o an için ondaydı.

Ben,
- Ne olabilir abi bu parça? diye sordum, sordum; o kenara kısıldı ve sonra aniden,
- 'gibiamadeğil' olsun!, dedi. Ama bitişik yazılsın. Böyle daha bir güzel olur bence.

Başta pek ısınamasam da, -pek çok yeni şey gibi- sonrasında bu yeni başlığı çok sevdim. Ama bu kez bunda da başka bir durum vardı. Ben bu 'gibiamadeğil' le ilgili bir şeyler duymuştum. Hani herkeste olur ya,  déjàvunun; sanki duyulup, akılda kalmayla aynı anlama gelen ikiz kardeşi. Belki de ' déjàconnu' de denebilir ille de Fransızcası olacaksa...

Ama nereden duymuştum?

Google'a girip sormak bir saniyemi aldı. Hatta daha bile az ki Google kendisiyle övünüp "Nasıl da 0,75888... saniyede buldum" diye hava yaptı. İşte sonunda bulmuştum. Yolculukta bir dönemeç daha...

'gibiamadeğil' bir radyo programında kullanılıyordu. Artık programın adı mı yoksa sunucusunun takma adı mı hatırlamıyorum; fakat nasıl olur da hiç dinlemediğim bir programda geçen bir yapışık kelime dizisinden bu kadar etkilenebilirdim? Garip şeyler dönüyordu...

Sonuç olarak o son dönemeci de geçip, programı internette dinleyebileceğimi müjdeleyen linke tıkladım. O link aşağıda yer alacak, birazdan ekleyeceğim. Müziklerine bir bakın derim, fazla iyi. Hatta bu gece başka bir program dinledim ki adına bayıldım. 'Gökyüzünde Karpuz Kesen Kırgızlar'... Sağlam muhabbet döndüren, belki de bizim dönemin 'Kaybedenler Kulübü' rahatlığındaki programı olacak, bilmiyorum. Benzetmek de istemiyorum aslında... Sadece dinlerken keyif alıp, uzun zamandır ilk kez bir şeye yetişmek için saatime baka baka eve dönüyorum...

http://www.sourberry.org/onair

Bu gecenin kapanış şarkısı ise Timur Selçuk'tan geldi, saat 23.00'da sona eren bu programda: 'Sen Nerdesin?'

Biraz Oğuz Atay'ın 'Korkuyu Beklerken' adlı öykü kitabının bitiş cümlesini anımsattı bana. Orada da diyordu ya, "Ben buradayım sevgili okurum, sen nerdesin?"


24 Kasım 2011 Perşembe

gibiamadeğil 02

"Tanrı en sonunda kare asını tamamladı dostum... Janis Joplin, John Lennon, Elvis Presley ve sen... Arkadaşım olduğun için teşekkürler... Seni her zaman seveceğiz."

Elton John



"Çocukken Mercury'nin şarkı sözlerine tutunmasaydım, şimdi nerede olurdum bilemem. Müziğin tüm formlarını onlardan öğrendim. Tüm yaşamım boyunca daha büyük bir öğretmenim olmadı."

Axl Rose


"Banyodaydım. Kafamın içindeki ses Freddie'ninkiydi, akorlarla oynuyordum ve bu şarkıyı yazmama neden olan bu şeyleri düşünüyordum. Birden onun: "Şeker, o bana şeker getiriyor." dediğini duydum. Ve dedim ki: "Teşekkürler Freddie...""

Tori Amos

Montrö'deki Freddie Mercury heykeli...

Freddie

'Queen'...
Efsane...
Freddie Mercury 'basıp gideli' bugün tam yirmi sene olmuş...

Keyifsiz bir durum. Neyse ki müziğine de veda edeceğimiz an kendi 'basıp gittiğimiz' an olacak!






23 Kasım 2011 Çarşamba

gibiamadeğil 01


"Bazen... Dil, gönlün hissettiklerini kelimelere dökemez. Eğer sevdiğinin yanındaysan, konuşmak zaten gürültüden başka bir şey değildir."

Leyla ile Mecnun 31. Bölüm 



"Şimdi sessiz, hareketsiz durmak istiyorum. İstiyorum ki yaşamımın, bu eşsiz saatlerindeki huzuru hiçbir söz bozamasın. İyilik, minnet, umut duygularıyla doluyum ve güvertede karanlıkta uzanıp tek sözcük etmeden mehtabı seyretmek ve Akdeniz'in hışırtısına kulak vermek öyle hoşuma gidecek ki..."

Akdeniz [Panait Istrati] Varlık Yay. sy. 18.


20 Kasım 2011 Pazar

Ev Oturması

Can Bonomo'yla ilgili birşeyler karalamanın zamanı geldi artık. Son zamanlarda en çok dinlediğim yerli şarkıcıların başında geliyor kendisi zira. Müziğinde enteresan bir tını var. Şarkılarının sözleri ağza dolanıyor, bir anda çok alakasız bir şekilde müziğin ritmine uyarak kafa bir öne bir arkaya gidip gelmeye başlıyor, ritim yavaşlayınca kafa hafif sola yatıp yukarı doğru yükseliyor, bu arada gözler kısılıyor ve sözsüz kısımlarda kocaman kocaman adımlar atarak oturulan odada dolaşma hissiyatı beliriyor...

İlk kez Okan Bayülgen'in 'Televizyon Makinesi'nde gözüme çarpmıştı bu şapkalı adam. İlk bakışta biraz tarz peşinde koşan, özenti bir burjuva bohem havası uyandırmıştı üzerimde. Sonra şarkılarını dinledim. 'Meczup' albümündeki şarkıları... Yavaş yavaş, sırasıyla. Önce 'Bana Bir Saz Verin', sonra 'Şaşkın' ve son olarak da 'Meczup'... İlk intiba ve ön yargı karışımı birtakım şeyleri düşündüm sonra, "Siktret!" dedim. Adam güzel müzik yapıyor. Paralı bir çocuk belli, nazı geçiyor ve istediği müziği yapıyor. Şu an piyasada olup da bize yedirilen, yaptıkları işten bir halt anlamayan tiplerden de daha hakim konusuna... Eee, şarkıları çok kaliteli... Otantiklik desen, bayılırız zaten... Dinleriz melûl melûl...

Meczup'un klip çekimlerinde!

Tüm bu farklı tarzı ve kaliteli tını yanında zaman zaman yaptıkları 'Ev Oturması' adlı internetten canlı yayın konserleri de bir o kadar izlenmeye değer. Nasıl bir konser o, diye düşünebilirsiniz. Aynen yazıldığı gibi; ortada Can Bonomo mikrofonsuz çıplak sesiyle, sağında ve solunda bir film afişi modelleri gibi sıralanmış gitaristler (bas - akustik - electro) ve akordeon, gülüşüp, arada twitter'dan gelen sorulara da yanıt vererek şarkılarını söylüyorlar. En bilinen şarkılarını da defalarca okumakta bir sakınca görmüyorlar. Çok neşeli ekip, insanın orada olası geliyor. Şarkısını piyasaya sürüp, canlı performanstan çekinen pek çok şarkıcının aksine sağlam iş çıkartıyor Can Bonomo.

Yukarıda bahsettiğim şarkıları en meşhur olanları. Ama benim içlerinden sıyırmayı başardığım bir güzel parça daha var bu albümde. Şarkının adı: Süper... Sözleri de süper... Aşağıdaki üç dize, bu şarkının bir sürü güzel sözünden sadece birkaçı:

Dünya bir başka değil mi aşıkken,
Sevdin mi sen,
Sevmek güzel...




Geç Gelmek!

Adalet Bakanı Sadullah Ergin, adalet sistemindeki temel sorunun, yargılamaların zamanında bitmemesi olduğunu söylemiş. Unutmayı istedikçe daha bir göz önünde duran rüyalar gibi. Bakın geçen haftanın sonlarında gelmiş bu sözler, nasıl bir haftanın sonunda söylenmiş benim için...

Başrollerinde Ferhan Şensoy, Rasim Öztekin; yardımcı rollerde ise Zeki Alasya, Bülent Kayabaş gibi ustaların yer aldığı Mert Baykal'ın yönettiği 2005 yapımı filmi hatırlarsınız. İşte geçtiğimiz hafta boyunca dönem dönem aklım başka yerlere kaysa da, genellikle o filmi düşündüm.

Devletin elinde somut bir delil bulunmaksızın tutukladığı, haksız yere 6 yıl 3 ay boyunca hapis kalmaya zorladığı üç adama, en sonunda nasıl 'Pardon!' dediğini anlatır bu film. İşin acı tarafı bu olaylar kurmacadan ibaret değildir. Bu sadece bir senaryo değildir, karakterler ve anlatılanlar gerçektir.

Sonrasında geçen hafta iki film izledim. Biri biraz eski, diğeri daha son dönem filmleri. İkisi de Hollywood filmleri. Ama öyle vurdulu kırdılı, bir alt metne dayanmayan saçma Hollywood filmleri değil bana kalırsa. Karakterleri fazla karikatürize etmeden, elinden geldiğince samimi olarak anlatmaya dayalı.



Filmlerin ilki, 'The Life of David Gale'. Üstat Kevin Spacey'in geri planda kalmış filmlerinden biri bana kalırsa. Tabi bunun sebebi yine kendisinin efsaneleştirdiği başka büyük projeler. Fakat bunun geri planda kalması bir türlü içime sinmedi. O yüzden başladım seyretmeye, seyrettikçe daha da bir etkilenmeye. İki saatin sonunda sanatsal bir şölenden kalkmıştım ama beynimin kenarında bir yerde, bir taraf huzursuz olmuştu. Savaşta kafatası platinle kaplanmış gazi dedeler gibi, kafamda bir ağırlıkla dolaşmaya başladım o günden beri. Bir sorunun yerleştiği beynim ağır gelmeye başlamıştı. Soru basitti. Sadece kendim çözümleyemiyordum. O zaman da yazmam gerektiğine, gerekirse soruyu kendimden başkalarına da yöneltmem gerektiğine inanmaya başladım.

"Bunlar gerçekte olabilir mi?" Soru buydu. Aşağı yukarı pek çok filmin ortak sorularından biridir. Ama ne yazık ki ben diğer pek çokları gibi bunu filmi inandırıcı bulma ümidiyle değil, aksine "N'olur gerçek olmasın!" diyen bir tavırla soruyordum kendime. Şimdi soruyu biliyorsun, sen de cevaplarsan dinlerim...



İkinci film biraz daha aksiyon kokan ama kendi içinde yine sağlam bir sorunsalı barındıran bir yapımdı. 'Law Abiding Citizen'. 2008 yapımı, aksiyon diye geçiyor. Başrollerde nam-ı değer 'Ray' Jamie Foxx ve 'This is Sparta' Gerard Butler...

Dedim ya arka arkaya izledim bu filmleri. Ve şunu da eklemeliyim ki ben filmleri izlemeden önce, acaba bunun konusu neydi diye bakmıyorum pek. Kötü bir huy belki ama, ilk olarak süresine ve o süreye dayanabilip dayanamayacağıma göre seçiyorum filmleri. Yarım kalmış bir filmin lanetinden korkuyorum çünkü. Sonuç olarak, bu haftaya özel seçkilerim değildi bunlar... Tamamen tesadüf ve film izlerken bile yakamı darlayan vicdanın öyküsü.

İşin geyik tarafı bir yana size filmlerle ilgili, konularıyla ilgili bilgi vermemeye gayret ettim. Tek söyleyebileceğim, bunların, adalet sistemini çok sağlam yumruklarla çatırdatan filmler olduğu. Dolayısıyla adalet sistemiyle övünen ülkelerdeki meselelerin problemlerini ortaya koyan bu yapımlara bakıp, doğruluğunu sorgulayınca; durum ister istemez yaşadığımız ülkeyi de sorgulamaya geldi. Ve gördüğünü beğenmedi. Engelleyemezsin dostum, serbest çağrışım... Ülke de sorgulanır mıydı? Pek tabi... İşte o sorguların ortasında da bir kaç tanıdık, gelip oturuverdi hayali sorgu odasına bir sandalye çekip. Dedi ki, hala yaşıyorum beni bırakın; ama adalet ölmek üzere...

Geçen hafta içi Galatasaray Üniversitesi öğrencisi Cihan Kırmızıgül'ün duruşması vardı. Bir yıl olmasına az kaldı. Tutuklu yargılanıyor, içeride yani. Garip, anlaşılmaz bir poşi davasından. Şunun da doğrusunu bilmiyorum, poşu mu, puşi mi, poşi mi... Her neyse işte... Cihan'ın tek kabahati, boyna bağlanan, fakat adı şal olmayan ve örgütsel anlamlar da içerebilen bir aksesuarı tercih etmiş olması... Tanıklar kararsız. İfadeler bir "Buydu" diyor, bir "değildi", bir "hatırlamıyorum... O kadar geçmiş üzerinden nasıl hatırlayayım."

O kadar geçmiş üzerinden, nasıl hatırlayayım?...
O kadar geçmiş üzerinden, nasıl çıkacağıma dair umut duymaya devam edeyim?...

O sorunun cevabı Cihan'ın vereceği muhtemel üstteki cevaptır, belli ki. Sen dışarıdasın, belki ailenle belki arkadaşlarınla. Yürümeye başladın mı yirmi adım sonra geri dönmek zorunda değilsin, önündeki duvarı görüp. Adımların büyükse on beş... Geç gelen adaletle ilgili pek revaçta bir söylev var şu aralar. Onu hatırla.

14 Kasım 2011 Pazartesi

Şşşşt!

- Gerçekten de çok uzak!
- Şehrin en az öğrenci nüfusuna sahip mekanına fuar yapmamayı bir türlü öğrenemediler!
- Abi dört saat sürdü. Dört saat. Hem de bu sadece gidiş kısmı!
- Önümüzdeki yıl Bursa'dakine gideceğim, vallahi daha yakın!

gibi laflar duymaya başlamış olmalıyız bu aralar. 'Yurdumdan Kitap Fuarı Manzaraları' denebilir bu kelimeler için...

Ama önemi yoktur böyle olumsuz cümlelerin. Maksimum, anlatılacak hikayeler olarak kalır insanın hayatında bu 'en uzağa gitme' hikayeleri. Bir şekilde o kitap kokusu çeker insanı. Orada, önceden göze kestirilen yayınevlerinin stantlarında lütfedip birkaç kitap hediye etsinler diye beklenir(!), belki hiç alınmayacak kitapların önünde dakikalar eritilir, çok istenen kitaba yaklaşıp fiyat etiketini okurken görevliyle göz göze gelinir... İşte bunlar özlendiği için, kalkıp o kadar yol her seferinde tepilir. Bir de sevilen yazarlardan birileri orada olmak için o günü seçtiyse, tadından yenmez. Saat 18.00 olur, mekanın boşalası gelmez.


Tüyap Kitap Fuarı 2011 yılı etkinlikleri bu yıl 12-20 Kasım tarihleri arasında yapılıyor. Yani halihazırda devam ediyor. Daha da gitmem, demiştim. Yine. Ve gitmeye karar verdim. Yine.


Ben de bu düşünceler kafama musallat olmuş bir halde yine gidiyorum. Aşağı yukarı 20 kitaptan oluşan listeme bir göz atıyorum. "Hepsini aynı anda alacak kadar paran yok senin" diyor, ama uzatmıyor. Sessizce anlaşıyoruz. Niyetimi anlamış olmalı. Siz de anladınız. Hepimiz kitap fuarlarına giden insanlarız. Birbirimize göz kırparız, anlaşırız. Ama yerin kulağı var. Dillendirmeden.


7 Kasım 2011 Pazartesi

"Nerede?"

(Manisa'dan)

Sosyal medyayı seviyorum. Biraz fazla iddialı bir laf oldu, farkındayım ama artık gerçek bu. Kitapların kokusunu içine çekerek okumaya, daktilo sesine, mürekkep lekesine, yıllanmış kitaptaki yaprak bitinin çıtırtısına, izlediğimiz filmde zaman kaybı olmasın diye ara verilmeyeceğini emreden fazla manuel sinema görevlisine ve bunun gibi eski usûl pek çok şeye hâlâ tapıyorum orası ayrı; fakat artık benim açımdan teknolojiye mesafeli durma devri kapandı. Nereden mi ateşlendim böyle; anlatayım...

Aslında hepsi facebookta çok kıymetli vaktimi öldürürken gördüğüm bir linkle başladı. Arkadaşlarımın birinin artık bir twitter hesabının da olduğunu müjdeliyordu bu link. Meraklandım, ilk tweetine; çocuğunun ilk kelimesini bekleyen bir ebeveyn edasıyla şahit olayım istedim. Saçma bir tweet'ti. Üzerinde durulmaya değmeyecek bir cikleme.

Sonra hazır girmişken takip ettiğim kişilerin, kurumların nelerle uğraştığına bir göz atayım dedim. Konular genellikle dönüp dolaşıp ya çok politik noktalarda seyrediyor; ya da fazla apolitik... İkisine de dokunmak gelmedi içimden, devam ettim takılmaya. Sonra bir link gördüm. NTV kanalında hazırlanan, "Çalışma Odam" adlı bir programın linki. Bu bölümünün konuğu; daha doğrusu bizi çalışma odasına kabul eden, Yekta Kopan'dı. Yaşayan aydınlar arasında belki de en saygı duyduğum kişi.



Programda yazdığı öykü kitaplarından, gitar setine; muazzam kitaplığından, seslendirmesini yaptığı animasyon karakterlerinin oyuncaklarına; antika denebilecek film afişlerinden, yazı ve hatta okuma masasına kadar tüm çalışma mahremi gözler önündeydi. Hepsiyle ilgili hikayeler de cabası. Bunun için hazırlanmış bir animasyonda 'çalışma odası'nda gezinip, ilgini çeken noktaya tıklamanla bir video röportaj beliriyordu ekranda. Kopan da cümleleriyle, o eşsiz sunumuyla başlıyordu anlatmaya.

İşte orada bir güzellik oldu ve animasyonda Kopan'ın çalışma masasının üzerine gelmemle www.altkitap.com adlı bir sitenin varlığından bahsetmeye başladı Yekta Kopan. İnternet üzerinden ücretsiz e-kitapların paylaşıldığı bu siteyi, kaç kişi nasıl kurduklarını ve aileye her geçen gün eklenen okur/yazar sayısını içeriyordu Kopan'ın sözleri. İlgiyle dinledim anlattıklarını. Sonra video bitince, merak edip girdim altkitap'a. Oradan bir kitap indirdim hemen üye olduktan sonra. 'Kentler Kitabı'. 10 farklı yazardan 10 farklı öykü. Şehirlerle ilgili öyküler. Kiminin teması Adana, kimisi New Jersey'den bahsediyor; kimi İstanbul'u anlatırken, kimi çocukluğunun Saraybosna'sında alıyor soluğu. Daha doğrusu bu yerlerde birlikte alıyoruz soluğu, öylesine akıcı...

İşte bu kitaptaki Adana şehri temalı öyküde -Seni Uzaktan Sevmek, Aşkların En Güzeli- beni derinden etkileyen bir anlatım vardı. Büyüdüğü, yetiştiği coğrafyaya, ailesinden birinin cenaze töreni nedeniyle gelen bir kadının öyküsüydü bu. Anılarla dolu bir evde, anneannesinin evinde geçirdiği zamanları özleyen; fakat "Yine olsa yine giderdim!" de diyebilen bir karakterin ağzından dinlediğimiz bir öykü.

O öyküde yer alan kısımda, Adana'daki bu eski evde karaktere ait olan bir odanın bahsi geçiyor. Ve bu odadaki kitaplarının. Burayı her ziyaretinin sonunda, dönüşte birer ikişer taşıya taşıya kuruttuğu kütüphanesine vurgu yapılıyor. İşte beni kitabın en etkileyen noktası... Taşınma ve ayrılamama hâli.

Ailesinden ayrı yaşayan biri olarak hala nereye ait olduğumu tam anlamıyla bilemediğim bir dönemdeyim. Fazla karmaşaya mahal yok, çünkü bu bir aidiyet sorgusu değil; iş o kadar manevi sularda yüzmüyor. Ben işin 'nerede, ne kadar olabiliyorum?' boyutuna takılıyorum. Takılıyordum yani, bir süredir. Sonra öyküdeki bu karınca misali diğer eve taşınma meselesine denk geldim. Bir andan içinde oluverdim karakterin. Gerçekten de "Ama, bu benim göz nurum!", "Dur, bu da göz mezem!", "E, ben bunu okurum ki!"... diyerek az mı kitap, cd vs. taşımıştım yanımda?

Benim karakterden tek farklı tarafım vardı. Önemli bir farktı tabi bu. Ben, iki yerden birinde aynı anda olamamayı kabul edemiyordum. Bu yüzden taşıyıp durduklarımın sadece yerlerini değiştirebiliyordum. İlle de, iki evden birinde 'odam diyeceğim bir yer olmalı' sorunsalı... En azından kafam huzurlu kalıyordu bu yolla.

İşte şimdi önemli ve uzun tatil aralarında geldiğim evimdeyim. Büyüdüğüm, yetiştirildiğim evim... Ve orada odama girip kitaplığımı görüyorum hemen. Yarısı okumadığım, kalan yarısıysa defalarca okuduğum kitaplarla örülü. Oradan Kafka'nın 'Dönüşüm'ünü alıyorum elime, bilmem kaçıncı kez. Sonra ona bakarken aslında geride bir şeyler kaldığı sürece, o mekanı tamamen terk edemediğimi fark ediyorum. Keyfim yerine geliyor.

İşte sosyal medya ağlarında başlayan bir macera nerede, nasıl vuruyor beni!.. Şimdi sevmemek mümkün gibi gözüküyor mu, bu yeni nesil iletişim sistemlerini?

     

3 Kasım 2011 Perşembe

Havadis: Tatil Okumaları

Barış Bıçakçı sevdiğim bir yazardır. Daha önceleri burada 'Bizim Büyük Çaresizliğimiz' ile ilgili yazmışlığım da var hatta. Ankara'yı, belki orada yaşayana daha çok sevdirecek kitapların yazarı Bıçakçı. Sade, ama detaycı. Karakterlerinin tozunu almıyor; şöyle eli değmişken iç dış bir temizliyor. Bunu yaparken de okunabilir kılmayı başarabiliyor. Gözleri içinden çıkılamaz cümlelere sürüklemiyor, çok net, ne anlatacaksa onun peşinde. Doğrudan.

Fakat işin diğer tarafında 'kalıcılık' meselesi kafamı kurcalıyor. Gerçekten önemli mi bu kalıcılık, bilmiyorum. Ama öyle ya, şu an dönüp dolaşıp okuduğumuz yazarlar, o klasikler en aşağı yüz yıldır hayatımızda değiller mi? Bu 'kalıcılık' olayı, az da olsa önemli demek değil mi?

Barış Bıçakçı'yla ilgili en büyük korkum; sadece yirmili ve otuzlu yaşlarındayken, kişisel iniş ve çıkışlarından etkilenen bir kitleye hitap edecek olarak kalması... Daha doğrusu 'ya böyle kalırsa' korkusu... Çünkü o zaman bu usta dili kaybederiz ve o da bizim için alelade günümüz çerez yazarlarına dönüverir. Bunu Bıçakçı için istemiyorum, hem de hiç; kendi dönemimden okuduğum bir kaç sağlam yazardan biri... Henüz genç ve dili kuvvetli. Dolayısıyla bir ufak irkiltme darbesiyle, okurunun kalbine yerleşip oradan çıkmamayı becerebilir.



Şimdi neden böyle hızla girdim bu konuya? Çünkü Barış Bıçakçı, tam da Kurban Tatili'ne gelen döneme yeni kitabını yetiştirmiş. Adı 'Sinek Isırıklarının Müellifi'. Yine İletişim Yayınları'ndan çıkma. 166 sayfa. İletişim Yayınları'nın internet sitesinde kitabın ilk bir kaç sayfası var. Kitap normalde bugün çıkıyor, fakat sabırsızlananlar için küçük bir kopya işte...

Tam da kendisinden beklenen bir cümleyle başlıyor roman:

"Çoğu zaman herşey önceden bellidir; mucize, evin bugün yarın ölecek ihtiyar kedisidir..."

Okuma bayramınız kutlu olsun!

1 Kasım 2011 Salı

Selam, Kardeşlik!

'Van için Rock' etkinliği temelde sıkıntılı bir dönemin getirisi olsa da, içerdiği bazı mesajlar bakımından unutulmazlarım arasına girdi. Özellikle de depremden sonra çıkan saçma sapan insanlık dışı mesajlardan sonra, '80 sonrası ‘duyarsız’ kuşağın da fikirlerinin olduğunu "Dank!" diye serdi gözler önüne. Bu fikirler harika fikirlerdi. Beraberce, Van’ın soğuğuna yaklaşamasa da kendi çapında soğuk altında, 12 saat boyunca omuz omuza hayata geçirilmeye çalışılan fikirlerdi bunlar…



Ne dediler oradakiler?

"Biz varız. Van’daki kardeşim seni seviyoruz. 14 bin kişisi seyirci olmak üzere 15 bin kişi, 30 Ekim 2011'i senle dopdolu geçirdik. Bunun için de müziğin evrenselliğine, dini, dili, ırkı olmayışını baz aldık. Kimimiz sadece zıplayıp hoplayarak, senin için söylenen şarkılara haykırarak oradaydık; kimimiz de her notada basışında sana selam çakıyorduk. Senin aracılığınla da olsa ısındık… Öyle ısındık ki ateşimiz sana geldi. Bu demekti ki; boşuna doğmadık. En amaçsız olanımızın bile içinde bir umut vardı. Kardeşliğin olduğuna, insanlığın olduğuna dair. Bizi tanısan sen de seversin. Tanışacağız... Önce şu felaketi atlatalım, sonra farklı zamanlarda farklı yerlerde de kafa patlatacağız bir şeyler üzerine. Ama 'biz' ısınırken artık 'hepimiz' ısınıyoruz. En azından bu samimi duygularla oradaydık."

Tepedekilerin ne söyledikleri bizi ilgilendirmez, çünkü biz varız ve ileride birbirimize karşı ufak hatalarımız da olsa buna “Siktret!” diyebileceğiz. Hoşgörülüyüz. Yurt dışına çıkıp dönerken hakkında düşünüp, "Ona da götürmezsem boğazımdan geçmez!" dediğimiz, çikolata aldığımız yurt içindeki dostlarız biz.

Bundan sonrası için, karşılaşmak için yaşayabilmek lazım. Zaman zaman saçma sapan üçüncü kişilerce kurcalansa da yaşam hakkımız, atlattıkça “Hadi devam!” diyebileceğiz.

Güne Dair Öncü Notlar!

"VAN, 'One' diye yazılmaz… Deprem Vergileri Yol Olmaz…"

Koca günden aklımda kalan pek çok şey olsa da, sanırım iki olayı ömrümün sonuna kadar unutamayacağım.  

Birincisi Metin Uca’nın sözleriydi... Yolunan deprem vergilerinin ve daha nicelerinin bir halta yaramayacağı gerçeğini, "Deprem doğuda da olsa deprem!" diyen sözde tanınmış kişilerin istemeden de olsa iyilik yaptığını harika ortaya koydu Uca. Ve akabinde, bu ülkede yapılacak bir şey varsa hep beraber, vicdan sahibi insanlar olarak yapabileceğimizi...

İkincisi olaysa, Duman grubunun sahnede sergilediği iki şarkılık performansın giriş şarkısı... 

‘İyi de Bana Ne?’ 

Sözlerini bilenler, bir kere olsun dinleyenler orada nasıl bir selam olduğunu gördüler. Cuk oturmamış mı? Mükemmel bir ironi değil mi? Buz gibi havada sıcacık bir salep içmiş gibi oldum bu performans sergilenirken. Diyorum ya, bir araya getirene değil; daha sık gelmeye bakmalı…