[En eski ahit 13. bâb]
"Saatlerdir koşturuyordum. Arada bir
arkama bakmayı da ihmal etmiyordum tabi. Ama o anı bilmen, yaşaman gerek. Nefes
nefeseyken her şey biraz daha karanlıktır. Hani şu balıkgözü kameralar vardır,
bilirsin, kenarlardan ortaya gittikçe görüntü netleşir ancak net olan kısım o
kadar dar bir alandır ki, lanet okursun o görüntüyü gördüğüne... Bilemedin mi?
Önemli değil, siktir et... Hah, ne diyordum. İnanılmazdı. Sürekli arkamdan koşuyor mu
diye bakıyordum, arada taşa falan takılıyordum. Önüme bakmayı ihmal ettiğim için dengesiz gidiyordum.
Derken kafamı koştuğum yöne doğru çevirdiğimde, gözleri hafif çekik bir adam
gördüm. Alabros kesilmiş saçları özenle taranmıştı, sakalları yok denecek kadar
azdı, tüy tüydü hep. Gülerken ortaya çıkan kesici dişleri, özenle dizilmiş gibi
parlıyordu karşımda bir sıra. Gülüşüyle yükselen yanakları, gözünün beyazını
ince bir çizginin ardına kaçırıyordu. Elinde bir kamera duruyordu. Tuhaf. Bir
bıçak, bir balta, bir bomba, herhangi bir ateşli silah, hatta belki bir muz...
Emin ol, elinde tuttuğu bunlardan biri olsaydı, beni daha çok korkutamazdı. Ama
kamera... Adamın elinde kamera görmeyi doğrusu hiç beklemiyordum.
"Onu ilk görüşümle fiziğin eylemsizlik ilkesi'ni bir kez daha
ispatladım. Durmaya zorlanan ancak durmaya alışmamış olan bedenim, kendini stop
edene kadar birkaç geniş adım daha atmış bulundum Koreli'ye doğru. Neden sonra
durabildim... Ondan kaçıyordum, oysa o şimdi karşımdaydı. Şimdi anlıyordum.
Bunların hepsini o planlamıştı. Onu görecektim, söylediklerini duyacaktım,
kaçmam gerektiğini anlayacaktım ve kaçma girişiminde bulunmak için onun bana
verdiği tek yol hakkımı kullanacaktım. Allah'ım, nasıl bu kadar aptal
olabildim? Her şey planlı, her şey apaçık ortadaydı... Asla bir Koreli'yle
sidik yarışına giremezsin. Bir Koreli'ye günler önce yaptığın bir münasebetsiz
şaka, er ya da geç seni doğduğuna pişman olacağın bir konuma düşürür. Koreli,
"İntikam, soğuk yenen bir yemektir." lafına inanmaz. Çünkü ona göre
intikam, bir sahur yemeğidir. Gecenin ortasında uykunu yarım bıraktıracak kadar
önemli ve yeminle taçlandırılmazsa mayası asla tutmayacak bir öğün..."
Genç adam bunları söyledi ve derin bir uykuya daldı. Zaten anlatırken de
gözleri küçücük kalmıştı, uykusuzdu. Günlerdir uyuyamıyordu.
Altı gün
olmuştu ilk beceriksiz uyku denemesine takılalı. Zor bir hafta geçirmişti.
Geçtiğimiz hafta boyu Korelilere satılan şirketinde, yeni işleyişe ayak
uydurmaya çalışmış, ardından Cuma günü, iş çıkışı kız arkadaşıyla buluşmuş,
kızcağız güzel bir Cuma gecesi aktivitesi olarak genç adamdan kendisini bir
filme götürmesini istemişti. Üstelik film de hazırdı. Kim Ki-duk imzalı
Pieta...
"Pieta mı?" diye sormuştu genç adam.
"Evet" diye
yanıtlamıştı genç kadın. "Harika bir filmmiş. Haneke'nin Amour'uyla
birlikte bu yılın en iyi iki filminden biriymiş."
"Neden filmlerin adlarını
İngilizce söylüyorsun?" diye sert çıkmıştı genç adam tüm haftanın
gerginliğini sevdiceğinden çıkarmakta hiçbir beis görmeden.
"İyi de,
söylediğim filmlerin isimleri İngilizce değil ki..." diye yanıtlamıştı onu
genç kadın yumuşacık gülümsemesiyle.
Kendisi nispeten daha gerilimden uzak bir
hafta geçirmişti. Bu gecenin idare eden tarafı o olacaktı belli ki.
"Anladın ne demek istediğimi..."
"Anladım, tamam" diye
kapamaya çalışmıştı sevdiği erkeğin ağzını genç kadın. "sadece takılıyordum.
Öyleyse baştan kurayım cümlemi: Acı'ya gidelim aşkım, çünkü Acı,
Haneke'nin Aşk'ıyla birlikte bu yılın en iyi iki filminden biriymiş."
"Kime göre?"
"Tüm sinema otoriteleri çok başarılı bulmuş
filmi. Ayrıca Berlin ya da Venedik... Hangisi Altın Aslan veriyorsa, o festivali
de kazanmış sanırım. Bugün yorumları okurken gördüm."
"Avrupa
Sineması diyorsun yani..."
"Hayır canım. Koreli bu yönetmen. Mükemmel
filmleri var hatta... Birlikte daha önce izlememiş olmamız ne tuhaf! Kendisi
benim en sevdiğim yönetmenlerdendir."
"Kim demiştin?"
"Kim
Ki-duk..."
"Acı?"
"Acı."
"Neyle ilgili?"
"Çocuğu ölen bir annenin, çocuğunun ölümüne sebep olan bir adamdan aldığı
intikamı anlatıyormuş. Pieta'ya gönderme varmış. O yüzden adı Pieta'ymış
hatta..."
"Pieta?"
"Michelangelo imzalı bir heykel Pieta.
Hazreti Meryem'i, kucağında çarmıhtan yeni indirilmiş Hazreti İsa'yla tasvir
eden, anne oğulun çarmıhtan sonraki halini gösteren bir eser... Döneminde o
kadar beğenilmiş ve hatta Michelangelo eseriyle o kadar gurur duymuş ki, millet
bu eseri onun yaptığını bilsin istemiş ve ilk kez bir heykelinin üzerine
imzasını atmış."
"Pieta yani heykelin adı mı?"
"Evet."
"Ben de Acı'nın Korecesi zannetmiştim."
"Off... Çok şapşalsın
aşkım."
Genç kız gülümsemişti, sevgilisinin bu çocukça akıl
yürütmesi karşısında. Genç adam da işi şakaya vurmuş, az önce gerdiği ortamı
yumuşatmak için bilerek ortaya böyle bir hikaye attığını düşündürmek istemişti
sevdiği genç kadına. Görünüşe göre başarmıştı da...
Ama bu sevgilisini
kandırmak olurdu. Birini kandırmak ona haksızlık yapmak demekti. Ve haksızlık,
intikam gerektirirdi. Genç adama gerekli cezayı Kim Ki-duk imzalı Pieta
kesecekti. Oldboy'dan sonra ikinci kez bir Kore yapımı izleyecek olan genç
adam, filmin bitişinden itibaren altı günlük uykusuzluk nöbetine tutulacak ve
şirketindeki Korelileri, kendisine hazırlanan bir intikam oyununun sevimli
gülüşlü figüranları olarak hayal edecekti.
"Ya tüm hayat Koreli senaristlerin kaleminden çıkma, kocaman bir intikam
oyunundan ibaretse?" diye düşündü anlatıcı, genç adamın hikayesini
yazarken. Sonra o da uyuyakaldı. Rüyasında mükellef bir Seul restoranında
yılanbalığı salatası siparişi verdiğini gördü. Uykusunda konuştu. Gece ve film
bitti.
(2 Mayıs 2013 tarihinde sufflor.com'da yayınlanmış yazımdır.)
(2 Mayıs 2013 tarihinde sufflor.com'da yayınlanmış yazımdır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder