Bir yoldu parıldayan, gümüşten,
Gittik...
Bahs açmadık dönüşten.
[Yahya Kemal Beyatlı, Gece]
"Viyana her daim serin. Yazın ortasında, Temmuz'un 12'sinde olmamıza
rağmen burada hava epey soğuk. Yol kuzeye bakıyor. Önümüzde belli ki daha serin
geceler var. Şu an burası böyleyse, acaba Güney Yarımküre'de işler ne alemde? İnanır mısınız, hiç
merak etmiyorum. Lapa lapa kar yağıyordur, ne olacak! Oysa uyarmıştı
meteoroloji sevgili Güney Yarımkürelileri aylar öncesinden. "Bu yıl hava biraz soğuk yapacak,
mevsim normallerinin birkaç derece altında olacak sıcaklıklar." Ama biz Kuzey
Yarımküredeyiz. Hatta daha da kuzeye gidiyoruz. Havanın sıcaklığına güvendik,
altımızda şort üstümüzde tişört, baldırımız çıplak, yollardayız. Tüm
kıtayı kılcal damarlar misali çevrelemiş demiryollarının metali,
yorgun geceyi soğutuyor ve biz hiç oralı değiliz. 30 günümüz ve tek bir
amacımız var: 30 günde eğlenebildiğin kadar eğlenmek!
"30 günde çok güzel eğlenebilir insan. Unutulmaz anılar biriktirebilir, daha sonra her aklına düştüğünde gözlerini nemlendirecek sohbet ortamlarında bulunabilir, zaman zaman kafası kıyak gezebilir, sinemayı da kesinlikle atlamaz tabi, kesinlikle sinema salonlarına kapağı atabilir, filmlerin çekildiği mekanların bizzat havasını soluyabilir, sinema müzelerinde gezinebilir ve hatta müze görevlisi fıstığı dudaklarının kenarından öpebilir. Neden olmasın? Bunun için yapılması gereken biraz hava almak, insanlarla
tanışmak, fırsat buldukça sinema konuşmak...
"Filmler asla sadece izlenmek için yapılmazlar, bilirsiniz. Kimi zaman film okuyup, kimi zaman da filmlere mekân olmuş yerleri ziyaret ederek günlerce sinema üzerine konuşabilirsiniz. Bu yüzden
ben ve sadık yoldaşım, şimdi yollardayız. Görecek o kadar çok yer var ki, böyle bir gezi asla planlanmadan yapılamaz.
Hava soğuk... Ama sinema var. Sinema bizi
ısıtır mı? Kesinlikle. Olabilir."
Kalemini küçük not defterinin kenarına
iliştirdi ve yakın zamanda bir daha asla bakmayacağını bildiği yazılarını sırt
çantasına yerleştirdi genç adam. Karşısında, yol arkadaşı uyuyordu, belli belirsiz
bir horultu yayılıyordu burnundan her nefes alıp verişinde. "Ne kadar
çabuk yoruldu!" diye düşündü genç adam, "daha yola çıkalı iki gün
oldu."
Karşısındaki adamdan umudu kesti ve gözlerini
dinlendirmeye başladı. Sağ eli, sırt çantasının üst bölümünde kalan tutamaça
ilişmişti. Kapı aniden açılır da içeriye biri girerse -bir kompartıman
görevlisi, bir evsiz, kendileri gibi yola çıkmış genç turistler olabilirdi
bunlar- eşyalarının başına bir şey gelmesini istemiyordu. Biraz durdu gözleri
kapalı bir şekilde. Yok. Uykusu yok. Henüz yeterince yorulmamış. Tekrar açtı
gözlerini. Başını cama dayadı. Gün yavaştan ağarıyordu pencerenin dışında.
Belli belirsiz karanlık silüetler oluşuyordu ufuklarda. Tekrar
not defterini çıkardı genç adam. Filmler ve şehirler listesini açtı. O ana dek
onlarca kez okumasına rağmen, tekrar okumaya başladı güzergâhlarını... Görmek
istediği yerleri...
Viyana yazmıştı ilk sıraya. Karşısına da Before Sunrise... Başlığın altında kendi kaleminden çıkan küçük bir not vardı:
Aşkı bir
tren seyahatinde bulan ve tüm gece, gün ağarana dek o kadınla laflayıp, bir yıl
sonra görüşmek üzere toparlanıp giden o adam ben olabilir miyim?
Berlin vardı sırada. Karşısında da Good Bye Lenin...
8 ay komada kalan annesi, en
ufak bir şokta diğer tarafa geçiş yapmasın diye, ona sanal bir Doğu Almanya
dekoru hazırlayan, zar zor bulduğu Doğu Alman yapımı turşuları dolaba dolduran,
kendi başına sanal Ana Haber Bültenleri oluşturan adam ben olabilir miyim?
İkinci Alman kenti. Hamburg... Kebab Connection...
Ben hangisiyim? Alman sevgilisiyle
kentin vazgeçilmezi haline gelen muazzam dürüm ustası, reklamcı İbo mu, yoksa
İbo'nun kendinden kaçık babası Mehmet mi?
Brugge'e gelmişti sıra, karşısında da pek tabi ki In
Bruges... "Belki de aralarında en sevdiğim." diye not düşmüştü filmin kenarına. Başka bir not daha:
"Ölmeyi ya da hapse düşmeyi istedim. Bunlar başıma gelseydi
Brugge'de olmazdım. Sonra, ya cehennem Brugge gibi bir yerse diye düşündüm.
Ölme isteğimden vazgeçtim." diyor Ray. Acaba Ray haklı mı?
Amsterdam... Ocean's Twelve... Bu listede bir Hollywood filmi olacaksa, o filmin yönetmeni de Steven Soderbergh'ten başkası olamazdı zaten. Yanlış anlaşılmasın, diğerlerinin -son yıllarda Woody Allen dışında- Kıta Avrupası'yla pek alakaları yok. Bir not da vurada vardı:
Danny Ocean'ın suçlular
topluluğuna kabul edilebilir miyim? Edilirsem benden ne yapmamı isterler?
İnsanlara zarar verebilir miyim? Ya istediklerini yapamazsam... İstedikleri, kötüleri kazıklamaksa öyle bir yaparım ki... I'm in!
Paris'e gelmişti sıra. Karşısında uzuuun bir liste vardı. Yorum yoktu. The
Dreamers... La Haine... Les Amants du Pont-Neuf... Inception... Au Bout De
Souffle... Before Sunset... Belle De Jour... Intouchables... Paris, Je
T'Aime... Holy Motors... Midnight in Paris... Angel-A... Les Quatre Cents
Coups... La Reine Margot... Last Tango in Paris... La Môme... Moulin Rouge...
Sabrina...
İspanya'ya inmişti bile liste. Barcelona vardı sırada. Vicky
Cristina Barcelona... Yorum pek bir manidar:
Ne düşündüğümü biliyorsunuz. Birbirimizi kandırmayalım.
Akdeniz'deyiz, kanımız kaynıyor ve Amerikalı misafirler çok güzel... Üstelik
deli eski eşim hala bir afet...
Roma... Burada da liste filmlerle değil, yönetmenlerle tamamlanmış. Bu çocuk bu yönetmenlerin hepsini tanıyor olamaz. Michelangelo Antonioni, Federico Fellini, Franc Capra, Pier Paolo
Pasolini, Bernardo Bertolucci ve Ferzan Özpetek... Ne mi yazmış?
Sanat aşkım İtalya'dan
ötürü... Şimdi arka planda Sezen Aksu çalarken, İspanyol Merdivenleri'ne çökmüş
hızlı hızlı ne konuşuyoruz Ferzan'la?" diye bir not düşülmüş listenin altına.
İstanbul...
Dönüş. Taksim. İstiklal Caddesi akşamın bu saatlerinde belki 1 milyon kişiyi ağırlıyor. Aralarından ancak yer bularak inebiliyorum Galatasaray'a doğru. Aslında hedefim oraya kadar inmemi gerektirmiyor. Cadde üzerindeki Sin-Em Han'ı bulacağım, orayı geçer geçmez ilk sağa gireceğim, biraz ilerleyeceğim ve karşımda Emek Sineması. Oraya girip, o an vizyonda ne varsa, onu izleyeceğim. Evet, düşüncelerle iniyorum Galatasaray'a doğru.
Başı her zaman kalabalık kestaneciler, elindeki yanarlı dönerli aleti metrelerce havaya atıp yakalamaya çalışan bir adam, dilinin altına koyduğu mekanizmayla ağzından mütemadiyen "Godfather" melodisi çıkaran adam. Hepsine soruyorum. Sin-Em Han'ı duymamışlar. "Emek Sineması" diyorum. Kiminin yüzünde buruk bir gülümseme, kimi onu da duymamış. Kestanecilerden biri insan çıkıyor da açıklıyor insanların bu abuk sabuk tepkilerinin nedenini.
"Emek sineması artık yok! Sin-Em Han dediğin yer de, aha şu karşında görmüş olduğun Demirören AVM'dir artık."
Kafama yanar dönerli aleti yukarı atan adamın oyuncağı düşüyor. Baş dönmem ondan mı, yoksa onca yoldan sonra geldiğim kendi memleketimde bir bok kalmamış olduğunu görmem mi, bilmiyorum. Çişim gelmiş, çıkarıp Allah ne verdiyse, Demirören AVM'nin vitrinine işiyorum.
Gerçekten işemiş olabilir mi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder