- 99 yaşındaki biri.
[Ruhi Mücerret sayfa 15]
Can çıkmadan, huy çıkmaz.
[Türk Atasözü]
Gecenin karanlığında, midemdeki hazım
sorununu gidermek için yürüyüşe çıkmaya karar veriyorum. Evden çıkınca, yakınlardaki restoranlardan gelen davetkar yemek kokularını, beni anlayacaklarını umarak, elim karnımın üzerinde, reddediyorum. Sizi
yiyebilmem için önce biraz yürümem gerek, diyorum onlara tamamen yapay bir
gülümsemeyle...
Yürümeye devam ediyorum. Yollar bomboş. Bu kenti en sevdiğim saatler. O an herkes uykuda ve ben boş sokaklarda cirit
atıyorum. Geceleri uyurken yarı ölü olur insan. Ben herkes uyurken gezmeyi
tercih ediyorum, böylece yaşadığımı hissediyorum. Ne zaman başladı bu ihtiyacım
bilmiyorum. Ama bir ihtiyaç olmaya çok uzun zaman önce başladığını biliyorum.
Akşam yemeklerini fazla kaçırdığım, üzerine de her akşam ikişer çatal ikişer
çatal didiklediğim pastalarla cila yapılan üniversiteye hazırlık gecelerinden
sonra da olabilir, tamamen kötü genetik mirasım da... Sağlık istiyorsan, fazla seçeneğin yok... Marş marş! Tüm bunlar bir yana, hastalıklar her zaman kötü şeyler değildir. Mutluluk gibi
sübjektif bir olaydır hastalık da. Annem hep "Her şerrin ardında bir
hayır, her hayrın ardında da bir şer vardır." der. "Mesele görmesini
bilmekte..." Bunun gibi daha bir sürü lafı vardır kendisinin. Sanırım, küçükken rahatlıkla dalga geçtiğim bu tip laflar, son yıllarda ani bir ayaklanmayla
harekete geçti ve bir darbeyle beynime sahip oldu. Artık ben de bazı bazı, olmadık yerlerde ailemin söyleye söyleye ezberlettiği
lafları kullanıyorum. Şu hayır-şer meselesi o kullanmaya başladığım laflardan
biri mesela...
Dediğim gibi, dışarıda,
gecenin dibindeyim... Evimin iki blok altına yeni bir motel açılmış. Burası
akşamcıların tercih ettiği bir yer. Hem fiyatları ucuz hem de mantarlı
omletleri bir harika. İnsanlığın dostu mantarlı omlettir sevgili okur, mantarlı
omlet alkollü adamı sevindirir, alkolsüz ama yine de sinirli adamı
sakinleştirir ve inanın bana eğer bir kızı seviyor fakat ona açılamıyorsanız,
ona mantarlı omlet yedirmeyi bir düşünün. Mantarlı omletin tüm açılma işini
sizin yerinize yapacağına şaşkınlıkla şahit olacaksınız. Böyle bir mucizedir
işte bu yemek. Ve buraların en güzel mantarlı omleti, dediğim gibi evimin
yakınına açılan yeni motelin restoranının mutfağında hazırlanıyor.
Moteli görünce, yürümekten vazgeçiyorum. Canım mantarlı omlet istiyor. Kırıyorum ayaklarımı motele doğru... Kapısı her daim arabalarla çevrili olan
mekanda, bu gece biraz daha sakin bir ortam var. En azından o sarı Hummer'lı
görgüsüz yok piyasada. Kapının önüne bıraktığı devasa kara aracıyla ne
tamponlar çizdi, ne kediler ezdi kim bilir... Mekana girdiğimde, dışarıdaki
tahminlerimin tuttuğunu görüyorum. Gerçekten de iki masada oturan dört adam, bar
taburesindeki bir kadın ve bir adamı saymazsak içerisi bomboş. İçeri girip,
artık gün aşırı buraya geldiğim için yakın arkadaşlar haline geldiğimiz,
bardaki kız Alex'le selamlaşıyorum. Çevresine bir emekli trio'sunun musallat olduğu
U şeklinde bir masada alıyorum soluğu. Emeklilerden birinin sırtı sırtımda.
Aramızda bir elle kavranabilecek kalınlıkta demir bir silindir var sadece.
Masalara bitiştirilmiş koltukları birbirinden ayıran bir silindir. Ama yine de
yaşlının kalbinin metronomik hareketlerini duyabiliyorum. Damarları tıkanık
olmalı, diye düşünüyorum. Yavaşlamış kalp atışları, her ani çarpışında adamı
yaşadığını unutmuş kadar şaşırtıyor. Derken aralarındaki bir
konuşmaya kulak misafiri oluyorum istemeden. İşte konuşuyorlar.
"Şu an ne
zamanı biliyor musunuz?" diye soruyor içlerinden biri.
"Ne zamanı?" diye soruyu soruyla cevaplıyor kalbi yavaş atan adam.
"Sakız çiğneme ya da birilerinin
kıçını tekmeleme zamanı..." diye yanıtlıyor onu ilk konuşan adam.
"Hımm,
hiç sakızım kalmamış..." diye yapay bir sesle ekliyor o ana kadar hiç
konuşmayan üçüncüsü.
"Öyleyse gidelim." diyor diğer ikisi bir ağızdan.
Giderken adamlardan biri Alex'e yaklaşıp hesabı ödüyor, cüzdanını arka
cebine yerleştirirken, bir metal parlıyor göz bebeklerimin içinde. Ne kadar
parlak bir silah! Alex yaşlı adama el sallarken, adam bana bakıyor. Gözlerimi çeviriyorum önüme, toz şekerle
oynamaya başlıyorum. Neden bilmiyorum, bu yaşlı heriften ölesiye korkuyorum.
"Tanrım! Beni affet! Yaşlılarla hep dalga geçtim! Hepsi şakaydı!"
Toz şekerden pudra şekeri üretme
çabalarım, masanın yanında duran bir çift ayakkabının görüş açıma girmesiyle kesiliyor. Bana vuracak zannediyorum. "Mantarlı omletini sikeyim. İki lokma mantar için sikecekler burada bizi. Amına koyayım mantarının da omletinin de!"
diye çirkinleşiyorum kendimle hesaplaşırken. "Bok vardı sanki yürümedim." Kendimle hesaplaşırken rol yapmama gerek yok, tüm çirkin yüzümü gösterebilirim.
Adam yanımda
bekliyor.
"Hey, dostum!" diyor.
Kafamı kaldırıyorum, gıdısındaki buruşuk
kısımla ancak yutkunan bir hindi kadar korkutucu görünebiliyor ama yine de ondan
korkuyorum.
"Efendim?" diyebiliyorum sonunda, ses çıkarabilmiş olmamın
bünyemde yarattığı şaşkınlıkla.
"Bunu yaz." diyor. Gözlerim ellerine
gidiyor. Biri bana bunu yaz, bunu tut, buna konuş gibi şeyler söylediği zaman
gözlerim istemsizce ellerine kayar. Neyse ki bu adam eski toprak, ahlaklı bir
adam, parmaklarında sadece bir evlilik yüzüğü var ve vücuduna yapışık
duruyorlar. Ama yine de anlayamıyorum.
"Pardon, neyi yazayım efendim?"
"Az önce duyduklarını..."
"Az önce bir şey duymadım..."
"Sakızın var mı?" diye soruyor.
"Yok."
"O zaman bizim çocukları çağırmamı istemezsin. Bu yüzden bizi yaz!"
"Tamam, ama size nasıl ulaşırım?"
"Biz sana
ulaşırız." diyor ve Alex'e tekrar bir baş selamı vererek mekanı terk ediyor.
Dışarıda gürültülü bir arabanın, apartman cephelerinin yarattığı akustikle
kükreyerek kalktığını işitiyorum. Ses uzaklaşırken Alex masaya geliyor, -dudakları kıpkırmızı bu akşam- ve mantarlı omletimi bırakıyor önüme. Yanağından bir makas alarak kalkıp gidiyorum Alex'in şaşkın bakışlarını üzerimde hissederek.
Öykü yazarken, fotoğraf karelerinden ve üçüncü sayfa haberlerinden
yararlanma yönteminden bahsedilir. Ben de diyorum ki: Çekilmiş bir
filmi, kalem kağıdı kuşanıp tekrar anlatmak gibisi yok! Sonuçta bu, henüz filmi görmemiş arkadaşına anlatmak
gibi bir şey. Sadece filmi biraz değiştirip olaya kendini de dahil edebilirsin. E anlatıcının en doğal hakkıdır bu!
Sinemalarımızda yeni bir şenlik havası
var şu aralar. ABD'de 11 Kasım 2012'de Chicago Festivali'yle galasını yapan
Stand Up Guys, nihayet 3 Mayıs itibariyle salonlarımızda... Geçmişi başarılı
filmlerle dolu üç üstat, Al Pacino, Christopher Walken ve Alan Arkin
başrollerde. Biliyorum bu filmi sevmeyecekler ya da bu ustalara bu filmi yakıştıramadığını
söyleyenler çıkacaktır. Ama ben genel olarak filmden büyük keyif aldım. Aynı anda hem naif hem gergin hem eğlenceli hem de usta oyuncularla
kurulu böyle bir bağımsız film çekmek için neler vermezdim!
95 dakikalığına her şeyi unutun
ve bu filme odaklanın. Film bitince dışarıda daha iyi bir dünya
beklemiyor bizi...
(8 Mayıs 2013 tarihinde sufflor.com'da yayınlanmış yazımdır.)
(8 Mayıs 2013 tarihinde sufflor.com'da yayınlanmış yazımdır.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder