31 Aralık 2012 Pazartesi

Tahar Etme Ne Olur...

"Gözleri Yıldızlardaydı...
Bundan tam 15 yıl önce, 24 Aralık 1997 günü Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi'nin tuvaletinde asılmış halde bulundu Ali Serkan Eroğlu.
19 yaşındaydı.
Gazetecilik bölümü 2. sınıf öğrencisiydi.
Masa tenisi ve krosla ilgileniyordu.
Fantastik öyküler ve şiirler yazıyordu.
Tiyatroyu seviyordu, Galile'yi canlandırmıştı bir temsilde.
Arkadaş canlısı, yazıp çizen, okuyup araştıran pırıl pırıl bir genç.
Yaşama sımsıkı bağlıydı.
Muhalif ve solcu kişiliğiyle tanınıyordu.
Faili meçhul cinayetlerin en yoğun yaşandığı 1992, 1993, 1994 yıllarının o uğursuz, kasvetli ikliminden kurtulamamışken ülke...
İşte tam da o vakitler, koparıldı bu dünyadan Ali Serkan Eroğlu.
..."

Ahmet ÇINAR - Haber Ekspres [25.12.2012]
http://www.haberekspres.com.tr/gozleri-yildizlardaydi-makale,1675.html


-----

Galatasaray Üniversitesi / 26-27 Aralık
-----

"Onlar ki hiçbir iş yerinde hiçbir işe yaramazlar ve hiçbir idealleri yoktur, geceleri leş kokulu barlarda pinekler, içki, sigara -kimisinde eroin, esrar- rezil hayatlar yaşarlar; ve yine onlar ki hemcinsine ilgi duyma eğilimi yüksektir. Anne babalarla ara bozuktur; anne, baba, dede, nineden biri elden ayaktan düşse asla bakmazlar; ve yine onların evlerinde büyük huzursuzluklar vardır, anne ve babalarının yatakları ayrı, paraları ayrı, dünyaları ayrıdır."
Serdar ARSEVEN - Yeni Akit [29.12.2012]
http://www.habervaktim.com/yazar/56741/yazi.html#.UN7S7dkJt7O.twitter

-----

Saldır Galaaatasaray!


23 Aralık 2012 Pazar

Bir Aralık Gecesi

Ambulans sirenlerinin acı acı çınladığı bir zaman diliminde, saat 20.00 sularında 34 TAN 336 plakalı taksi Atatürk Kültür Merkezi'nin önündeki cebe yanaştı. Yaklaşık on saniyelik bir duraksamadan sonra arkadan ölümcül bir belediye otobüsü kornası ile taciz edilen taksi, müşterisini orada bırakarak Gezi Parkı'na doğru hareketlendi. Taksiden inen adam soğukla saçmalayan nefes alışverişini tekrar eski formuna sokmak için biraz durdu, çevresinden gelip geçen insanları incelemeye başladı.

Bir simitçi duruyordu karşısında, tezgahındaki son simidi de satmadan oradan ayrılmayacaktı besbelli. Gözleri simitçinin tezgahına asılıyken, tezgahla gözleri arasına giren deri ceketli bir genç kıza takıldı bu kez bakışları. Bordo deri ceketi ve punk görünümlü saçlarıyla kışın herkesi tektipleştiren soğuğuna rağmen, yine de kendini farklı -belki de olduğu gibi- göstermeyi başarıyordu. Adam bayılırdı böylesi karakterlere, çünkü kendisi öyle biri olamamıştı. Bunlar hep ailedendi, ailesine karşı çıkanlar vardır, bir de çıkapayıp post-ergenlik sendromuna yakalananlar. Adam bunlardandı ve dönem dönem yaptığı ergen çıkışlar ciddiye alınmıyordu artık. O da ailesinden intikamını, onlara benzemeyen tipleri beğenerek alıyordu. Elinden onları beğenmekten fazlası gelmiyordu ne de olsa. Gözlerini bordo deri ceketli kızdan aldıktan sonra nefesini hala istediği seviyeye çekememiş olduğunu hatırlayıp kendi kendinin keyfini kaçırdı. Ve yürümeye başladı. Anıta doğru, oradan da kitapçılardan birine girerdi, buluşacağı kişi gelene kadar biraz kitap incelemek hem ısıtırdı hem de kaçan keyfini yerine getirirdi.

Cuma gecesinin Meydan'dan Tünel'e doğru akıp giden insan seline kendini bıraktı ve müsait bir yerde selden ayrıldı. Bu müsait yer Mephisto'nun önüydü. Kitapçıya girdi, kitap inceleyen insanların arkalarına sırtı gelecek şekilde aralarından geçti, biri ayağına bastı, canı çok yandı ama belli etmedi ve ilgisini çeken raflardan birinin önünde durdu. Kitapları incelemeye başladı sanki aradığı bir kitap varmış ve aslında tüm gününü bu bulunmaz kitaba ayırmış gibi bir sıkkınlıkla. Önce Emrah Serbes'in kitaplarını gördü. Yeni çıkan bir kitap vardı: Hikayem Paramparça. Onu alıp evirip çevirdi elinde. Arka kapağında, kitabın içinden alıntılanmış yazıyı okudu ve bir kez daha takdir etti kitabın yazarını. Zaten diğer kitaplarını da çok sevmişti yazarın. Bir iki adım ilerde Oğuz Atay'ın kitaplarını gördü. Hepsini okumuştu ama eli yine istemsiz bir şekilde, kendiliğinden Oğuz'lara gitti. Tutunamayanlar'a dokundu önce, sonra yanındaki Tehlikeli Oyunlar'ı çekip aldı raftan. Bu gece gidecekleri tiyatro oyunu geldi aklına. Seyyar Sahne'nin hazırladığı Tehlikeli Oyunlar'ı izleyeceklerdi beklediği arkadaşıyla. Oyun 21.00'deydi ve biraz hazırlık gerektiriyordu tüm tiyatro oyunları ve tüm Oğuz Atay eserleri gibi...

Rastgele bir sayfa açtı Tehlikeli Oyunlar'dan... Şans eseri, kitaba ismini veren parçayı bulduğunu gördü ve okumaya başladı. Okurken kendini Hikmet Benol karakteri olarak düşledi ve böylece daha hızlı bir şekilde girdi okuduklarının içine... 

"Haklısınız albayım." Oturdu. "Fakat, Allah kahretsin, insan anlatmak istiyor albayım; böyle budalaca bir özleme kapılıyor. Bir yandan da hiç konuşmak istemiyor. Tıpkı oyunlardaki gibi çelişik duyguların altında eziliyor. Fakat benim de sevmeğe hakkım yok mu albayım? Yok. Peki albayım. Ben de susarım o zaman. Gecekondumda oturur, anlaşılmayı beklerim. Fakat albayım, adresimi bilmeden beni nasıl bulup anlayacaklar? Sorarım size: "Nasıl?" Kim bilecek benim insanlardan kaçtığımı? Ben ölmek istiyorum sayın albayım, ölmek. Bir yandan da göz ucuyla ölümümün nasıl karşılanacağını seyretmek istiyorum. Tehlikeli oyunlar oynamak istiyor insan; bir yandan da kılına zarar gelsin istemiyor. Küçük oyunlar oynamak istemiyorum albayım.

Tam okuması bittiğinde gaipten Come As You Are melodisi gelmeye başladı kulağına. Yanındakilere baktı, onların bakışlarından bu küçük müzik dinletisinin kendisinden geldiğini fark etti. Cep telefonu melodisini yeni değiştirmişti. Hemen telefonuna gitti eli ve ekranda arkadaşının yanıp sönen adını görünce sesine gürültülü bir ayar yaparak telefonu açtı. 

- Efendim?
- Alo. N'apıyorsun?
- İyi, geldim ben...
- Bana ne canım bundan? (Gülüşmeler)
- Nerdesin? Geldin mi?
- Ya bir şey diyeceğim ama, kızma tamam mı?
- Az önce ayağıma basan sen miydin?
- Ben gelemiyorum. Ev arkadaşımın kedisi öldü. Yeni kedi almaya gidecekmişiz.
- Allah rahmet eylesin.
- Götü sakız çiğnesin. Sevmezdim zaten.
- Doğru söyle kedinin ölümüyle senin bir ilgin var mı?
- Hayır, maalesef, kendi kendinin sonu oldu.
- Hayvancağıza çikolata falan mı verdin yoksa?
- Çikolata köpekler için zararlı...
- Peki madem...
- Peki... Kızmadın değil mi?
- Hayır.
- Ne yapacaksın?
- Bilmiyorum, belki başkasını ararım.
- Hemen başka plan mı yapıyorsun?
- Evet.

Telefonunu kapattı ve hala elinde duran Tehlikeli Oyunlar'ı rafına geri yerleştirdi. Kitabı üstün körü yerleştirdiği için, o arkasını dönüp gittiğinde kitap dengesizliğe ve yer çekimine daha fazla dayanamayıp, üçüncü raftan kendini yere bıraktı. Arkasındaki kitapçı çalışanı "Kitabın amına koydun..." diye söylendi belli belirsiz. Onu sadece bir arkadaşını beklemek için kitapçıda vakit harcayan bir üniversiteli genç duydu, hafifçe tebessüm etti.

Adam tekrar kalabalığa çıktığında, dışarıda vakit geçirmek için havanın iyiden iyiye soğumuş olduğunu gördü. Az önce kendisini Mephisto'ya taşıyan insan seline karşı tekrar atıldı yola. İnsanları yararak, zaman zaman da geldiği yere doğru birkaç metre sürüklenerek Meydan'a tekrar ulaşabildi. Bir taksiye bindi. Bindiği, kendisini AKM'nin önüne kadar getiren taksiydi, taksiciyle göz göze geldiler. İkisi de bir şey demedi ama ikisi de adamın ekildiğiyle ilgili şeyler düşünüyordu. Taksici, sigara içsem sorun olur mu, gibilerinden elindeki sigarayı gösterdi, adam da bir sigara yakarak oyunu olumlu yönde kullandığını gösterdi.

Adam taksiden inip evine girdi. Bilgisayarını açtı ve Can Dündar imzalı Sarı Zeybek adlı belgeseli açtı. Can Dündar'ın sesi, soğuktan sıcağa girmiş bünyesini mayıştırdı ve yavaş yavaş uykunun tatlı kollarında, ekildiği gecenin yorgunluğunu unuttu. Kendisini bir daha gören olmadı. Arada bir hala adamın evinden Can Dündar'ın o kadife gibi sesi duyulur:

"Bir ara sağındaki tuvalet masasının üzerindeki saate baktı. Herhalde iyi göremediği için bana sordu:
- Saat kaç?
- Yedi efendim, diye cevap verdim.
- Biraz rahatladınız mı, diye sordum.
- Evet, dedi. Arkamdan Neşet Ömer İrdelp yanaşıp dilini çıkarmasını rica etti. Dilini ancak yarısına kadar çıkarabildi. İrdelp,
- Lütfen biraz daha uzatınız, diye seslendi. Boşuna...
Artık söylenenleri anlamıyordu. Dilini uzatacağına tamamen içeri çekti. Başını biraz sağa çevirerek Dr. İrdelp'e dikkatle baktı ve,
- Aleykümmüsselam, dedi. Son sözü bu oldu."

21 Aralık 2012 Cuma

Başlığı Yazının İçinde Saklı Sinema Beklentileri

Bu yazı "To Read List 2013"ü yazdıktan sonra plan yapmanın -gerçekleşecek planlar elbette- ne kadar keyifli ve motive edici bir iş olduğunu keşfeden birinin yazdıklarıdır!

2013'e planlar yaparken heyecan unsuru bazı filmlere de değinmek gerek... Küçük ve muhtemelen ilerde beni hayıflandıracak bir "az-araştırma"yla izlemek için sabırsızlandığım bazı filmleri seçtim. Bu listeye "To Watch List 2013" demeyelim, klişeden kaçalım.

Ne diyelim mesela? "Bunları Görmeyen 2014'ü Görmesin!" mi diyelim? Ama olmaz, fazla vicdansız bir laf sanki...

Buldum, "Agorafobi Anında İlk Yapılacaklar 2013"... Ohannesburger! Vicdandan bahsetmişken, tüm agorafobi mağdurlarının yeni yılını kutlarım.

1
Great Gatsby
Yönetmen: Baz Luhrmann
Oyuncular: Leonardo Di Caprio, Carey Mulligan, Joel Edgerton

2
Django Unchained
Yönetmen: Quentin Tarantino
Oyuncular: Jamie Foxx, Christoph Waltz, Leonardo Di Caprio, 
Kerry Washington, Samuel L. Jackson  

3
Seven Psychopaths 
Yönetmen: Martin McDonagh
Oyuncular: Colin Farrell, Woody Harrelson, 
Sam Rockwell, Christopher Walken   

4
Passion
Yönetmen: Brian De Palma
Oyuncular: Rachel McAdams, Noomi Rapace  

5
Anna Karenina
Yönetmen: Joe Wright
Oyuncular: Keira Knightley, Jude Law, 
Aaron Taylor-Johnson  

6
Les Miserables
Yönetmen: Tom Hooper
Oyuncular: Hugh Jackman, Russell Crowe, Anne Hathaway, Amanda Seyfried, 
Helena Bonham Carter, Sacha Baron Cohen    

7
Lincoln
Yönetmen: Steven Spielberg
Oyuncular: Daniel Day-Lewis, Sally Field  


8
Stand Up Guys
Yönetmen: Fisher Stevens
Oyuncular: Al Pacino, Alan Arkin, 
Christopher Walken 

9
The Lone Ranger
Yönetmen: Gore Verbinski
Oyuncular: Johhny Depp, Armie Hammer  

10
Malavita
Yönetmen: Luc Besson
Oyuncular: Robert De Niro, Michelle Pfeiffer, 
Tommy Lee Jones   

Ben şimdilik yeterince heyecanlıyım. Bir de şu var ki, bunlar sadece Hollywood'un bizim için hazırladıkları; yani yemeğin baharatı Avrupa Sineması da herhalde en az yukarıdaki liste kadar lezzetli filmler koyacak tabağımıza...

19 Aralık 2012 Çarşamba

"To Read List 2013"

Geçenlerde The Guardian gazetesinin paylaştığı "En Çok Yarım Bırakılan Kitaplar" konseptli bir yazı gördüm, başlığını tam hatırlamıyorum, ama bu ayardaydı. Sonra düşündüm, benim bitiremediğim kitaplar ne olacaktı? Bitirememek demişken, henüz başlamadığım, hatta satın almadığım fakat okumak için sabırsızlandığım kitap sayısı da en az bitiremediklerim kadar var...

Öyleyse bir yapılacaklar listesi hazırladım kendime...
Bir nevi "To Do List"...
ya da "To Read List"...

Listem pek bir kabarık; ama liste ne kadar kabarıksa bu listeyi hazırlamak da o kadar keyifli benim için... Bu listedekilerin birer birer eriyeceğini görmek ise... Paha biçilemez...

1
Saatleri Ayarlama Enstitüsü [Ahmet Hamdi Tanpınar]

2
Ulysses [James Joyce]

3
Niteliksiz Adam [Robert Musil]

4
Yedinci Gün [İhsan Oktay Anar]

5
Parfümün Dansı [Tom Robbins]

6
Görünmez Kentler [Italo Calvino]

7
Gülün Adı [Umberto Eco]

8
Günlerin Köpüğü [Boris Vian]

9
İçimizdeki Şeytan [Sabahattin Ali]

10
Tol [Murat Uyurkulak]

11
Boncuk Oyunu [Hermann Hesse]

12
Huzur [Ahmet Hamdi Tanpınar]

13
Karanlıkta Kahkaha [Vladimir Nabokov]

14
Yeraltından Notlar [Fyodor Dostoyevski]

15
Kayıp Zamanın İzinde [Marcel Proust]

16
Körleşme [Elias Canetti]

17
Yüzyıllık Yalnızlık [Gabriel Garcia Marquez]

18
Körlük [Jose Saramago]

19
Zorba [Nikos Kazancakis]

20
Oblomov [İvan Aleksandroviç Gonçarov]

Idefix verilerine göre tam 11.099 sayfa!
Kitap dolu bir 2013 dilerim...
Hadi bakalım, koş şimdi...

18 Aralık 2012 Salı

The Master

Oscar'a daha vakit var ama bu yıl 85.'si düzenlenecek ödül organizasyonu için sağlam adaylardan biri geçtiğimiz haftalarda kısa süreyle de olsa bir göründü sinemalarımızda: The Master. Şimdiye kadar hakkında okuduğum her yazıda beni biraz daha meraklandıran bu filmi tuvalet kokan bir sinema salonunda gözlerimi bile kırpmadan izledim. Direkt film hakkında olmasa da filmin geneliyle ilgili birkaç kelam etmek gerek diye düşündüm...


1
Paul Thomas Anderson pek çok sinema yazarının söylediği gibi sinir bozucu bir yönetmen. Filmlerinde her detayı yakalamaya çalışırken biraz yoruluyor insan. Biraz futbol maçı gibi de denebilir. Ama İtalya Ligi'nden bir futbol maçı. Çünkü filmler sakin işliyor. Arada hızlanıyor, sonra tekrar birileri rölantiye alıyor. Ama aradaki ataklardan çok, sakin giden anlarda yoruluyor insan...


2
Anderson genç bir yönetmen. Yani şimdiye kadar yaptıkları, belki de yapacaklarının garantisi. Bu, Mr.Anderson'un önümüzdeki filmleri için güzel bir eleştiri olsa da, henüz 1970 doğumlu olması ve yine, henüz fazla film yapmamış olması filmlerini seven seyirci için keyif kaçırıcı oluyor. Dönüp dolaşıp aynı filmlere bakarken buluyor insan kendini.


3
Bkz. Magnolia. Bkz. There Will Be Blood. ve nihayet Bkz. The Master.


4
Joaquin Phoenix kayıp günlerinin ardından yine piyasalarda... Derler ya, bazı oyuncular bekler. İsa'yı bekler gibi, "Zil çalsın da okuldan çıkayım, babam beni maça götürsün..." diyen bir çocuk gibi bekler. Beklediği yönetmeni de bulduğu zaman, Oscar'ı kapar. Diğer filmleri henüz görme fırsatı bulamadım, ama adayım çok net bir şekilde Joaquin Phoenix'tir...

Çok çene çaldım. Filmi henüz izleyememişler için, tadımlık niyetine fragmanı... İyi seyirler efendim...




13 Aralık 2012 Perşembe

13 Aralık 1977

Bakın ne buldum...
Oğuz Atay'ın yıllığı...
Bizi bırakıp gidişinin üzerinde bugün tam 35 yıl geçmiş olan Üstat'ın yapacakları, yazacakları, hissettirecekleri o zamandan belliymiş meğer...


9 Aralık 2012 Pazar

Alex'in Dönüşü 3/3

Bugün ikramiyemi alalı üç hafta oluyor. Para salonda, üçlü divanın üzerinde duruyor. Bu kadar paranın üçlü divanda sadece bir götlük alanı kaplamasına aklım ermiyor. Ve ben bu parayla ne yapacağımı biliyorum. Üç gün önce bu parayı ne yapacağım konusunda kesin haberi aldım.

Havaalanına gitmek üzere yola çıkıyorum. Alex'i karşılayacağım. 5 milyon Euro karşılığında kendisini üç aylığına kiraladım. Üç ay için 50.000 lira da Samet'e ayırdım. Sözleşmeler üç gün önce tamamlandı ve muhtemelen üç ayın sonunda üç hafta öncekinden daha parasız bir şekilde ölmüş olacağım.

Havaalanına girdiğimde Alex'i birkaç Fenerbahçeli'ye imza dağıtırken buluyorum, şu İstanbul trafiğinden nefret etmemek elde değil. Alex'e yaklaşıp "Hello!" diyorum. Konuşmuyor. Selamlaşacak kadar bile İngilizce bilememesine şaşırıyorum. Neyse ki tam o anda Samet geliyor. Onunla selamlaşıyoruz ve Alex'in bavullarını da alıp otoparka doğru ilerliyoruz.

Alex, Samet üzerinden bana ne yapacağımızı soruyor.
"Bilmiyorum." diyorum. "Aç mısın?"
"Biraz..." diyor.
"Tamam." diyorum. "Balık sever misin?"
"Severim." diyor.
"Sen, Samet?" diye soruyorum.
"Severim." diyor.
"O zaman sizi harika bir yere götüreceğim."

Arabaya atlıyoruz. Direksiyonda ben, yanımda Samet ve ikimizin arasında, arka koltukta Alex, ön koltukların arkalıklarına iki elini koyarak hızlı hızlı bir şeyler anlatmaya başlıyor. Arada çerçevesiz gözlüklerini siliyor ve anlatmaya devam ediyor. Arabayı sahil yolundan Eminönü'ne doğru sürüyorum.

Norveç uskumrusu ve turşu suyu...
Güzel bir üç ay bizi bekliyor...


8 Aralık 2012 Cumartesi

Alex'in Dönüşü 2/3


Hastaneden çıkınca hemen eve gitmeyeyim, diyorum. Hastane zaten Taksim'de, İstiklal Caddesi'ne giriyorum. Tünele kadar yürüyüp, Galata'dan Karaköy'e iniyorum. Orada küçük çaplı bir balık ekmek ziyafeti... Yemeği yerken yersiz istekler peydahlanıyor çalışmayasıca zihnimde. Keşke bir işim olsaydı, diyorum. Böyle anlarda işi bırakıyorum diyebilmek isterdim. Hayat bunu bile çok gördü bana diyorum sanki böylesini ben istememişim gibi. Sanki "Yok abi, bütün gün bir masanın başında oturamam ben!" diyen ben değilmişim gibi. Hastalığın beni bu kadar çabuk değiştirdiğine inanamıyorum.

Balık ekmeğimi yedikten sonra bir tekel bayine girip sigara alıyorum. İki gün önce bırakmıştım ama şimdi kim takar Yalova Kaymakamı'nı... Sigaramdan derin bir nefes çektikten sonra Galata Köprüsü üzerinden Eminönü'ne doğru ilerliyorum. Aklıma Cemal Süreya'nın dizeleri geliyor.

"Ki Karaköy köprüsüne yağmur yağarken
 Bıraksalar gökyüzü kendini ikiye bölecekti
 Çünkü iki kişiydik"

Ben iki kişi değilim, yalnız başıma yürüyorum Eminönü'ne doğru. Bir arkadaşı görüyorum köprüde balık tutanların arasında, beni görmesin diye hemen cep telefonumu çıkarıyorum cebimden. Sanki telefonumla ilgileniyormuşum da görmemişim gibi. Umrunda oluyor mu, bilmiyorum. Dediğim gibi ben gözlerim telefonda manzaranın da seyrinden mahrum bir şekilde geçiyorum köprüden.

Karşı tarafa geçince telefonumu koymak için elimi cebime attığımda bir kâğıt parçası değiyor elime. Çıkarıp bakıyorum, 10 lira verilmiş çeyrek Milli Piyango biletimi görüyorum. Ayaklarım kendiliğinden Nimet Abla'ya doğru dönüyor.

Nimet Abla'nın önü pek bir tenha... Ne de olsa normal insanlar için mesai saati... Bileti uzatırken gözüme kazanan numaralar çarpıyor. Nimet Abla'nın gişesinde gençten bir oğlan duruyor. Nimet Abi.

Kocaman numaraların yanında büyük ikramiyenin çeyrek bilete çıktığı yazıyor. Gözlerimi Nimet Abla'nın gişesindeki genç adama çevirince adamın gözlerinde heyecanla karşılaşıyorum. Bana dönerek "Bir daha kontrol ediyorum." diyor. Birkaç saniye sonra kendini tutamayıp bağırıyor.

"Büyük ikramiye! Büyük ikramiye!"

Anlayamıyorum, bir an yerimde kalakalıyorum.

"Nasıl yani!"
"Büyük ikramiye!"
"Ne kadar?
"12 Trilyon!"
"12 Trilyon?"
"12 Milyon!"
"Hee!"

7 Aralık 2012 Cuma

Alex'in Dönüşü 1/3

Beyaz tonların ağırlıkta olduğu mobilyalarla döşenmiş bir salonda oturuyorum. Karşımda lisedeyken hoşlandığım ancak bir türlü bunu kendisine söyleyeme fırsatı bulamadığım bir kadın var. Eskiden olsa kendisinden "Bir kız var..." diye bahsederdim. Şimdi görüyorum ki benim hiç tanımadığım biriyle evlenmiş, iki tane çocuğu varmış -biri kız biri erkek, çift yumurta ikizleri- ve dört yıldır da burada çalışıyormuş. Kendisi bir doktor. Kocası da bir doktormuş. Onu doğu hizmeti sırasında tanımış ve adamın ailesinde ikiz olduğunu öğrenince hemen onunla evlenmeye karar vermiş. Zaten çocukluğundan beri hep ikiz çocukları olsun istermiş. İkiz fakat doktor olmayan çocuklar... Çünkü ona göre Türkiye'deki her şey gibi bu meslek de bitmiş.

Bu bilgilerin hepsini test sonuçlarımı getirecek hemşireyi beklerken öğreniyorum. Yıllar sonra karşılaştığı ve lisedeyken ilgisinden haberdar olduğu adama muhtemelen kötü bir haber verecek olmanın saçmalığıyla hayatında ne olduysa paylaşıyor benimle. Arada sormayı da unutmuyor tabi.

"Sende ne var ne yok?"

Gerçekten ilgili olmadığını biliyorum. Yine de sorusunu cevapsız bırakmanın saygısızlık olacağını düşünerek konuşmaya başlıyorum.

"Bende pek anlatılacak bir şey yok aslında. Okul bittikten sonra dört yıl Paris'teydim. Sinema Eğitimi aldım orada... Sonra buraya döndüm ve bir film yaptım."

"Güvercinin Uykusu değil mi?" diye araya giriyor bilmiş bir şekilde.
"Rüyası... Güvercinin Rüyası..." diye düzeltiyorum.
"Çok güzel filmdi. Eşimle izlediğimiz ilk filmdi."
"Öyle mi, sevindim..." diyorum kolumdaki saate bakarken.
"Hemşire Hanım da nerede kaldı?" diye söyleniyor saatime baktığımı görünce.

Eli telefona gidiyor. Sırasıyla önce 1'e basıyor, sonra 9'a, en son yine 1'e. Biraz bekliyor. Sonra karşı taraf cevap vermiş olacak, arkadaşım telefona konuşmaya başlıyor.

"Sedef Hanım sonuçları bekliyoruz." diyor "Yirmi dakika önce çıkmış olacaktı..." derken kapı iki kez tıklatılıp cevap beklemeden açılıyor. "Bir saniye, geldi galiba..." diyerek kapatıyor telefonu doktorum. İçeriye genç bir hemşire giriyor. Yakasındaki kartta Fidan TOSUN yazıyor. Yakasındaki iki kelimeyi ve çağrıştırdığı görüntülerin zıtlığını düşünüyorum. Fidan Hemşire elindeki dosyayı doktorumun masasına bırakıp çıkıyor. Arada bana da gülümsüyor, dişlerine ruj bulaşmış.

Doktor zarfı elinde çevirip duruyor, nedense bir türlü açmaya yeltenmiyor. Bir ellerine bir yüzüne bakıyorum. Sonunda zarfın kenarını yırtıyor, sonuç kâğıdının başı görünüyor. Arada zoraki bir gülümseme yerleşiyor yüzüne. Konuşmak zorunda hissediyor ama zarfı açana kadar sabrediyor. Kâğıdı okumasını gözlerinden takip ediyorum. Kaşları hafif çatılıyor, gözleri kısılıyor, ben "Ne oluyor amına koyayım ya!" diye geçiriyorum içimden. Sonra konuşmaya başlıyor.

"Ne düşünüyorsun?" diyor.
"Bu mu yani, başka diyecek bir şey bulamadın mı?" diye sormak istiyorum. Ama düşüncelerim sesin duyulması için gereken alt sınırı aşamıyor. Sessiz kalmayı tercih ediyorum. Bakışlarımı elindekilere sabitlenmiş görünce dikkati kendine çekmek için bir kez daha sormayı deniyor.

"Nasıl hissediyorsun?"
"Büyük..."

Gülmüyor, çünkü espriyi anlamıyor. Ama kabahat onda değil, bu espri beş yıl önce bile bir klişeydi.

"Büyük bir sorunumuz var." diyor hem kelimemi çalıp hem de sonuçlarımı sahiplenerek.

Tepkimi ölçercesine bana bakıyor gözlüklerinin üzerinden. O an, artık onu eskisi kadar seksi bulmadığımı fark ediyorum, masum güzelliği yok artık ama yine de belki bir geceliğine onunla yatardım, diye düşünüyorum. Kendi kurduğum hayalleri kendim yıkıyorum sonra... Bir de soru cümlesi eşlik ediyor bu yıkıma.

"Nasıl bir sorun?"
"Kendini nasıl bu hale getirdin?"
"Ne demek bu?"
"Okuldayken spor dedikleri zaman aklımıza sen gelirdin. Dünyanın en sağlıklı insanı olacağını düşündürürdün herkese..."
"Manyak mısınız siz, niye böyle şeyler düşünüyorsunuz?"
"Manyak değiliz..." diyor jargonumdan bozulmuş bir halde. "Sadece oyun oynamak için ilginç icatlar çıkarmıştık belki. Ben o zamanlar doktor olacağımı bilirdim, o yüzden bizim kızlarla "En çok kim yaşar?" adlı bir oyun bulmuştuk. Küçük kantinin önündeki çardakta oturur, önümüzden geçenlerin ne kadar yaşayacağını tahmin ederdik."

Bunları ciddi mi söylüyor? Anlayamıyorum. Sadece karnımdan burnuma doğru bir basınç hissediyorum. Basıncın adı, kahkaha. Eskiden hoşlandığım doktorumun yüzüne patlıyorum. Kocaman bir kahkaha atıyorum yüzüne doğru.

"Size boşuna inek demiyorlardı desene..."
"Bize ne diyorlardı?"
"Boş ver!"

Konu dağılıyor. Konunun dağılıp gittiğini tek düşünen ben değilim, çünkü doktorum elindeki kâğıdı çevirip duruyor ne diyeceğini bilmez bir halde. Konuşmak yine bana düşüyor.

"Ölüyor muyum?"

Gülüyor.

"Nasıl soru o ya?"
"Ölüyor muyum, dedim!"
"Evet."
"Siktir git."

O kadar içten küfrediyorum ki, doktorumun aklına herhangi bir organ gelmiyor. Bunun bir duygu patlaması olduğunun farkında. Ağlamaya başlıyorum. Sümüklerimi çeke çeke ağlıyorum. Arada öksürmeye başlıyorum ağzımı kapatma gereği duymadan. Biliyorum ki ben buradan çıkınca oda olduğu gibi dezenfekte edilecek, o yüzden rahat rahat öksürüyorum. Arada da küfrediyorum, dünyaya, eski karıma, kütüphaneme girmesini istemediğim için ben yokken en sevdiğim kitaba sümüğünü süren oğluma, "Kamera hazır mı?" diye her sorduğumda beş saniye diyen görüntü yönetmenime ve sürekli arabamın tekerine işeyen sokak köpeklerine. Artık hiçbiri için rol yapmaya gerek yok. Ben ölüyorum, bana ne dünyadan. İlla ki benden bir fayda bekliyorlarsa, onlara en büyük hediyemi bırakacağım, çürümek için sabırsızlanan bedenimi...

Doktorum beni nasıl yatıştıracağını bilemiyor. Bir ara soluklanıyorum.

"Ne kadar zamanım var?"
"İki ay..."
"Azmış."
"Dinlenmen gerek!"
"Dinlenirsem üç ay mı yaşarım?"

3 Aralık 2012 Pazartesi

Poe'ya Veda: Kuzgun

Edgar Allen Poe adı size 19. yy. İngiltere'sini, güneş ışıklarını yoğun bulut kümeleriyle önlemeye çalışan karanlık bir günü, öğleden sonra yanmaya başlayan titrek sokak lambalarını, Arnavut kaldırımlarının üzerinde bir metronom gibi tıpırdayan at arabası gürültüsünü, gece karanlığına doluşan sisi, Thames Nehri'nin pusu üzerinde kendini suyun akışına bırakmış motoru çalışmayan tekneleri ve gecenin ortasında duyulan can acıtıcı bir çığlığı anımsatıyorsa, tam size göre bir film var: 'The Raven'


Adını Poe'nun Kuzgun adlı şiirinden alan filmde, Poe'ya dair tek şey bu şiir değil elbette. Morgue Sokağı Cinayeti'nden Annabel Lee'ye kadar bu büyük üstadın pek çok eserinden mükemmel karışımıyla hazırlanmış kocaman bir sunum var filmde. Ardına karanlık Londra atmosferi alan filmde başrolde ünlü yazar Poe'yu canlandıran John Cusack var ve resmen kafamdaki Poe görüntüsünün ekrandaki bire bir tezahürü...

Film piyasaya çıkalı çok olmadı fakat hatırladığım kadarıyla sinemalarımızda oynamadı. Eğer oynadıysa da çok kısa süreyle kendilerini konuk etmiş olmalıyız çünkü hiçbir şekilde gözüme çarpmadı. Tamamen şans eseri imdb'de gezinirken bu filmi keşfettim ve sonra da DVD'sinin karşıma çıkmasıyla bunu bir işaret olarak görüp filmi izledim. Çok da memnun kaldım.

Eğer Guy Ritchie'nin Sherlock Holmes filmlerinden etkilendiyseniz ve o atmosferi başka bir yönetmenin yorumuyla edebiyat ve cinayet hikayelerinin farklı bir tarzla gösterilmesi konusuyla ilgilenirseniz bu filmi görün. Bir belgesel gibi değil ama gerçeklik duygusunu çok iyi geçiren bir polisiye film olarak The Raven 2012'den kurtulurken en sevdiğim işlerden biri oldu.


Ha bu arada lafı kapatırken, John Cusack filmlerinden inanılmaz tat aldığımı bir kez daha fark ettim. High Fidelity'den sonra The Raven belki de bu yüzden böylesine etkiledi beni. Yine de ilk tercihim High Fidelity. Ne de olsa 75 yaşına gelmiş bir ergenim ben.

Eyv.

19 Kasım 2012 Pazartesi

gibiamadeğil 21: Zosima Baba'dan Can Acıtıcı Bir Tespit

"...
Bu tavırlarınız bana bir doktor arkadaşımı hatırlattı. Derdi ki bu arkadaşım: "İnsanları seviyorum ama kendi kendime şaşıyorum da, insanlığa olan sevgim arttığı ölçüde kişilere olan sevgim azalıyor. İnsanlığa hizmet yolunda büyük işler başarmayı düşlüyorum sık sık, gerçekten de insanların mutluluğu uğruna çarmıha gerilmeye bile giderim belki, ama öte yandan bir insanla aynı odada iki gün yalnız kalmaya dayanamam, bunu deneyimlerimden biliyorum. Bana yakın olunca kişiliği onurumu eziyor, özgürlüğümü kısıtlıyor. Bir gün içinde dünyanın en iyi insanından bile nefret edebilirim; yemeği yavaş yavaş yemesi bir kimseden nefret etmeme yeter. Başka birinden nezlesi var, ikide bir sümkürüyor diye nefret edebilirim... Yanıma yaklaştıkları anda düşman kesiliyorum insanlara. Gelgelelim, kişilerden nefret ettiğim ölçüde insanlığa olan sevgim artıyor."
..."

Fyodor Dostoyevski [Karamazov Kardeşler - Üstat Zosima'nın İvan Karamazov'a hitaben bir anısı...]


Kasım 1880'de ilk baskısı yapılan Karamazov Kardeşler'in üzerine söylenecek çok şey var. Öte yandan bu romanı ilk kez Kasım 2012'de okuyabilme olanağı bulan bir okur olarak, felaket bir tatmin duygusuyla geziyorum son birkaç haftadır...

Kapkaranlık Karamazov Ailesi'nin sırlarına vakıf olmamızın üzerinden, bu ay tamı tamına 122 sene geçmiş. Ölümsüzlük aramayan bir insan olan Dostoyevski için talihsiz bir olay bu belli ki... Hayatta hiçbir şey ebediyen kalmasa da, sadece en unutulmaz eserler sonsuzluğu görebilecek bana kalırsa... Bilim insanları ve sanatkârlar onlardan etkilenecek, yeni ürünler vererek bizi yine keyfin, zevkin doruğuna çıkaracak ve içimizde bulunduğuna inandığımız ama doğru cümlelerle anlatamadığımız şeyleri bize bir aydınlanma anı bahşederek açıklayacak. Biz de içimizdeki o 'şey'in tam olarak ne olduğunu anlamaya bir adım daha yaklaşacağız.

Kitapta son 100 sayfa... Bitsin, döneceğim...

10 Kasım 2012 Cumartesi

Canım sıkılıyor bugün senden bahsedenler konuşmalarının altına acıklı bir fon müziği koydukları için... Kendine acımadan, acı melodiler duymadan seni düşünemez mi insan?

9 Kasım 2012 Cuma

"Ben yazan bir adamım."

Ankara Üniversitesi'nde Kamu Yönetimi okurken, uzun yıllar süren eğitimimin ortasında, "Evladım, senin kaçıncı yılın bu okulda?" diye soran bir öğrenci işleri yetkilisi sayesinde farkına vardım öğrenci olduğumun. Çünkü karşımdakine cevabı vermeden önce düşündüm, sorusunun karşılığı beşti. "Peki, kaçıncı sınıfsın?" diye tekrar sorduğunda bu kez "İki!" diye cevapladım onu, gelecek açıklamanın az çok ayırdına vararak... Cevabı duyunca şöyle buyurdu yetkili, "Tamam da, okuldan mezun olman artık mümkün değil."

Okuldan çıktım. Ankara Üniversitesi'nin İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi'nin karşısında, kıraathaneler vardır. Ve kırtasiyeler... Ve notların satıldığı yerler... Kırtasiyeye girdim, oradan altı ortalı bir defter aldım, bir tane de kalem, oradan hemen yanındaki kıraathaneye geçtim, oturdum ve "Asansör dördüncü katta durdu." diye bir cümle kurup Kinyas ve Kayra'yı yazmaya başladım. Ve iki ay boyunca her sabah okul saatinde evden çıkıp, dönüş saatime kadar o kıraathaneye gittim. Bol bol çay tüketip iki ay sonunda da bitirdim kitabı. En azından benim için. İki ay sonunda edebiyatla ilgili, yayın evleriyle ilgili bilgisi olmayan herhangi biri olarak, tam bir cahil cesaretiyle bir kitapçıya girdim ve farklı yayın evleri tarafından basılmış kitapların künyelerini açıp, yayın evlerinin adreslerini aldım. Sonra da yazdıklarımı çoğaltıp, yedi kez İstanbul'a gidip gelerek tek tek her bir yayın evine elden teslim ettim. Sonra okula gitmeye devam ettim. Bu arada, aldığım telefonların da haddi hesabı olmadı. "Kusura bakmayın, biz bunu basmayacağız!" ya da "Ne saçma bir şey bu, kesinlikle basamayız!" diyen telefonlardı bunlar. 

Sonra bir mucize oldu, bu mucize telefon yoluyla geldi bana. Arayan Nevzat Çelik'ti. O sıralar OM Yayınevi'nin editörüydü ve OM Yayınevi o sıralar Amerikan Sapığı'nı basmıştı. Harika kitaptır, okumayanlar mutlaka okumalıdır. Nevzat Çelik bana "Gel seninle bir konuşalım..." dedi. Gittim, yayınlanacağını öğrendim. Tabi üzerinde biraz çalışılması gerektiğini ancak dilinin ve hikayesinin güzel olduğunu, bu yüzden de basmak istediklerinin haberini aldım. Ankara'ya dönünce ilk işim tekrar okula dönüp diplomamı istemek oldu. Ve işte böylece okulu bıraktım. Sonra da oturup yazmaya devam ettim.



Şimdi kitaplarımda bulduğunuz aksaklıklarla ilgili sorularınızı alarak sohbetimize başlayalım istiyorum. Çünkü üniversitede söyleşi yapmanın mânâsı, dinamik beyinlerle konuşmak demek benim için... Bu yüzden önce sorunlardan bahsedelim...

Az'ın pazarlama kampanyasıyla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Ben sana genel olarak kitap pazarlaması hakkında ne düşündüğümü söyleyeyim. Bana sorarsan Bakanlar Kurulu, Kanun Hükmünde Kararname çıkararak veya bir yasayla şu maddeyi yasalaştırmalı: "İletişimin bütün araçlarında sanat eserleri hariç hiçbirşeyin reklamı yapılamaz." Çünkü bana sorarsan internette, televizyonlarda, bilbordlarda, nerede olursa olsun görmemiz gereken reklamların bir sanat ürünüyle ilgili olması gerekiyor. Ben buralarda hangi bankanın daha çok kredi verdiğini, hangi bulaşık makinesinin daha iyi olduğunu görmek istemiyorum. Ben bu akşam İstanbul'da nerede, hangi oyun var, onu bilmek istiyorum. Ben bugün hangi kitap piyasaya çıkmış onu öğrenmek istiyorum. Yani soruna cevap olarak diyebilirim ki, ben tanıtımı normal buluyorum. Ve artırıyorum, yasalaşması lazım, diyorum. Böyle bir yasa çıkmasa bile, bunun en az iki yıl süreyle denenmesini istiyorum. Olacak şey değil biliyorum, ama olursa bir şey kaybedeceğimizi de düşünmüyorum, çünkü diğerlerine ulaşmam için bu gerekli. Her eserin bir kitlesi vardır ancak kitlenin dışına çıkabilmek için bu şekilde bombardıman gibi, dört koldan eserle ilgili konuşmak gerekir. 


Peki, reklam konusunda ABD'den bir örnek verecek olursak. Çok sağlam bir okur kitlesine sahip bir yazar Oprah'ın televizyon programına konuk oluyor ve Oprah kitabı kameraya göstererek, "Bu kitabı okuyun, ben arkasındayım." diyor. Programın sonunda Oprah'ın izleyicileri kitaba akın ediyorlar. Fakat o da ne? Kitabı okuyanların hepsi ev kadınları... Sonunda kitabın yazarı çıkıp bir açıklama yapıyor ve programa çıktığına pişman olduğunu söylüyor. Gerekçesi de kitabı esas arzu ettiği kişilerin okumadığı... Dolayısıyla anlaşılamadığı... Siz de Az'ın reklam kampanyasıyla hedef kitlenin dışına çıkmış olabileceğinizi hiç düşündünüz mü?

Şunu söylemek gerekir. Özellikle ana akım uğraşlarda, bir yazarın, bir yönetmenin hitap ettiği kitleyi seçebilmesi kısa vadede mümkün değil. Yani onları gelip sizin kitabınızı aldıkları için engelleyemezsiniz ya da onlara "Bu kitabı sizin için yazmadım." diyemezsiniz. Ama yine de bu sınırlandırabileceğin bir şeydir. Şu an yine o yazardan gidersek, belki de o talk show'a ilk başta katılmamalıydı. Çünkü o programı izleyen kitleyi biliyordu. Ve bu kitap Oprah tarafından afişe edilirse, bu kitabı kimlerin merakla gidip alacağını da tahlil edebilirdi.

Şimdi tekrar Az'a dönecek olursak... İtiraf ediyorum, ilk kez bu kitabı okuyan ve başka yazdığım kitap olup olmadığını soran çok insanla tanıştım. İlk okudukları kitabım bu. Az'ı biliyorlar. Öncekiler hakkında bir fikirleri yok. Çünkü sadece bu kitap ulaşmış onlara. Ama şu kişi okuduğu için ben mutsuzum demek çok zor. Çünkü bu işi müzisyenlik gibi görürsen ve bir sahneye çıktığını düşünürsen, karşındaki kalabalığın içindekileri seçmeye çalışmak çok beyhude bir uğraş olur. Çünkü orada seni o gece onuncu kez dinlemeye gelen ve söylediğin şarkının tüm sözlerini ezbere bilen de oradadır, yaptığın melodilerden nefret edip bir daha asla seni dinlemeyecek olan da... Ve hatta seni ilk defa dinleyen, müziğine aşık olup ertesi gün ilk iş müzik mağazasına giden, mağazayı sahibiyle açan ve senin albümünü almak isteyen kişi de orada olacak... Ve o güne kadar müzik hakkında en ufak bir fikri olmayan kişiler...

Katılırsın, katılmayabilirsin... Burada karşılıklı olarak ilham alışverişi, kimden nasıl ilham alabileceğini kestirebilmek önemlidir. Belki hayatı boyunca ev hanımı olmuş biri, belki çok faklı kitaplar okumuş biri bu reklamda gördüğü kitapla birden kendini hiç aslında aynı dilde konuşmadığı bir adamla aynı dili konuşurken bulabilir. O yüzden Az'da bu tarz bir olumsuzluk yaşadığımı söyleyemeyeceğim.

Şiir yazıyor musunuz?
(Gülüyor) Hayır... Şiir hiç yazmadım...

... Çünkü çok merak ederdim sizin yazacağınız bir şiir nasıl olurdu?

... Ben de merak ediyorum nasıl bir şey çıkardı. (Gülüyor) Şiirle hiç uğraşmadım, çünkü genel olarak yazmakla bir ilişkim yoktu önceden. Ben yazmayı yaza yaza sevdim. Yazmanın ne olduğunu yaza yaza öğrenmeye çalışıyorum hala ve yazmayı bir düşünce şekli olarak kabul ediyorum. Bana sorarsan yazmak düşünmenin en doğru biçimi, çünkü konuşurken ya da düşünürken aynı şeyleri tekrarlama ihtimalin çok fazladır. Herhangi bir şey ilave etmeden aynı minvalde dönmen çok olasıdır. Diğer taraftan yazmada bir inşaat söz konusudur. Bir paragraf, bir tane daha ve bir tane daha... Ve aynı cümleyi tekrar tekrar yazamayacağına göre, mutlaka düşüncelerini hizalayacaksın. Dolayısıyla yazıya böyle bakınca, sırf hayattaki anlamadığın şeyleri bile çözmek istersen -kendinden başlayarak- yazarak çözmeye yaklaşabilirsin. Ya da daha çok soru sormaya başlarsın hayatla ilgili. Ben yazmaya böyle bakıyorum.

Şiir yazayım diye hiç masaya oturmadım. Bir takım kişiler vardır ki onların şiirden başka şey yazması mümkün değildir, çünkü bunu olağanüstü güzel yaparlar. Küçük İskender örneğin... Ya da birkaç kimse daha... Şiir düşünüyorlar, hayatı şiir gibi algılıyorlar ve şiirler çıkıyor onlardan. O yüzden de en iyi şiirleri yazıyorlar. Ben hikayeleri düz yazıyla anlatabiliyorum. O yüzden elim hep düz yazıyla kurulmuş öykülere, romanlara gidiyor. Şiirleri sadece okuyabiliyorum, ama o tarz bir yazı benim içimdeki değil belli ki.

Çok hayranı olduğum şairler vardır, ama düz yazı dışında ne yazdın derseniz, arada karaladığım şarkı sözlerinden bahsedebilirim. Ama onlar da o kadar kötülerdi ki şimdi evde kimsenin göremeyeceği bir yerde, üzerinde onlarca kitap, CD, mizah dergisi, öyle saklanıyorlar.

Peki, 'Kinyas ve Kayra' basıldıktan sonra, "Artık ben bir yazarım!" diyebildiniz mi?

Önce şuna bakılmalı... Yayınlanması amacıyla yazıyorsanız, çok fazla öngöremiyorsunuz ne çıkacağını... Şöyle diyeyim, Hollandalı bir yazar var, adı bir asteroide de verildi hatta, kendisine neden yazdığını sorduklarında şu şekilde cevap veriyor: "Çünkü ne yazacağımı merak ediyorum, bakalım bu kez neler çıkacak, diyorum."

Gerçekten de bu öyle bir süreç ki, sadece yazarken yazıyorsunuz, onun haricinde bambaşka bir hayat yaşıyorsunuz. O yazma anında doğru cümleyi bulduğunuz an yaklaşık olarak saniyenin yarısı kadar bir tatmin oluyor ve diyorsunuz ki "Ben bir yazarım!"; yarım saniye sonra da bir sonraki cümleyi yazmak zorunda olduğunuz için bu kez onun telaşı başlıyor. Sonuçta bakacak olursanız şu an hiçbir kitabımın yüzünü görmek istemiyorum. Hatalarla dolular çünkü. Ben yazarım, diye dolaşamayacağım kadar gözüme batan hatalarla... Ben de ne yapıyorum, onlarla kafayı yememek için yeni bir hikaye anlatmaya başlıyorum. Artık yeni hikayeyi düşünmeye başlayayım da o hataları düşünmeye fırsatım kalmasın diyorum...

Çünkü hikaye anlatmanın sonsuz ihtimali var ve doğru ihtimali bulmak benim açımdan çok zor. Hatasız iş yapmak da bana sorarsan mümkün değil. O hatasız kitap yazmak rüyası öyle bir rüya ki onun uğruna ömrünü çürütebilirsin. Doksan dokuz cümleyi hatalı ama yüzüncüyü hatasız yazabilmenin verdiği tatmin hepsinden farklı gelir. O yüzden ben yazan bir adamım ve fakat hala bir yazar mıyım, orası bende de pek net değil!


Peki ya "süreklilik"... İnsan sürekli iyi bir şey yapamaz mı?

Bana kalırsa yapamaz ve elinden geliyorsa yapmamalıdır da zaten. Çünkü sanatın hangi disiplinine bakarsanız bakın, harika eserler çıkarmış biri de zaman zaman en alçakta yer alan eserler vermişlerdir. Çünkü burada ortaya çıkan fabrika çıkışı bir ürün yok... Ortaya çıkan, kişinin yaşamına göre değişiklikler gösterecektir, bence doğal olan da budur. Bir kalite kontrol düzeneği ve bir formülü olmadığı için, kişi kendine "Ben baştan başladım ve sona doğru sürekli yükselerek gideceğim..." diyemez.

Yazar için bakacak olursak tekrar dediğim gibi ben yazmayı yazarak öğreniyorum. Ve kitaplarla. Çünkü bir insanı insana anlatmaya çalışıyorum. Bu mümkün ve diğer her şey hazır, etkilemek için bekliyor. Tabi hayat bir yandan o kadar can sıkıcı ki, etkilenmeye hazır bekleyen algılar, gün geçtikçe kapanıyor. Sonra bir takım insanlardan bir takım yaşlarda şunları duyuyorsun... "Ben artık roman okumuyorum!"

E, etkilenme eşiği o kadar daralmış ki, tamamen kapatmış kendini...

Peki tekrar kitaplarınıza dönecek olursak... Yazarların yaşadıklarından etkilendikleri söylenir, Kinyas ve Kayra'da örneğin... Bu durum sizin için de böyle mi gelişti? Çünkü kitapta Hakan Günday adında bir karakter de var...

Aslında Hakan Günday isminin kitapta olmasının iki sebebi var. Birincisi, yazdıklarımın bir metne döküldüğünü gördükten sonra aslında her şeyi orada görebileceğimizi düşündüm. Ve bunu kendime kanıtlamak için oraya bir Hakan Günday koydum. Orada nasıl duracak onu görebilmek için... Çünkü bu şuna benziyordu, önce kendini kırıp kendinle uğraşacaksın ki, sonra dünyaya çekiç sallayabilesin. Ama kendine vurabilmek o kadar kolay bir iş değil. Öyleyse olaya dahil olup, dışarıdan başka biriymiş gibi bakmayı seçtim, oraya Hakan Günday'ı koyunca, o bir karakter oldu ve ben ona vurabilmeye başladım.

Sonra zaman içinde şöyle düşünmeye başladım. Birbirimizi değerlendirirken sahip olduğumuz ön yargılarımız var. Yazarken görüyorum ki, birbirimizi boyla, kiloyla o kadar çok şeyle değerlendriyoruz ki, birilerini gerçekten görmeye fırsat kalmıyor. Ön yargı bir kez konuşmaya başladı mı, artık karşıdakini tahlil kabiliyeti sıfırlanıyor. Ben de diyorum ki; "Bir yer olsun kardeşim. Kimse kimseyi yargılayamasın." Ve başlıyorum yazmaya... Gerçekten de öyle... Orası bir hayaller ortamı çünkü. Orada kimse kimseyi yargılayamaz çünkü orada tek bir bilgi yoktur.

İkinci olarak da kitaba adımı yazmamın nedeni senin ilk aklına gelen şey... Sen şaşır, istedim. "A bu kitabın içine kendini koymuş." diyebil istedim, ki bu baktığın zaman sanatın tüm özünü yansıtan bir şey. Hayal ve gerçek bir arada. Aslında orada olmaması gerektiğini bildiğin adam orada. Fakat orada ne yapıyor? İşte o noktada bunu da düşünmek gerekiyor. Çünkü bu kadar özgürlükten bahsedilen bir ortamda, oraya kanlı canlı görebildiğin birini koyduğun zaman, karşındaki ilgiyle bunun olabileceğini görecek. Ve diyecek ki anlatılanlar gerçekten de olabilir.

Orada özgürlük üzerine, hayatın herhangi bir dalı üzerine kimi fütursuzca kimi ayakları yere basan onlarca konudan bahsediliyor. Ve bu konular gerçek. O zaman bir anlığına bunun gerçekliğinden emin olamama halini hazmedemezsin. Ve orada canlı bir karakterin de var olduğunu görürsen, belki bunlar gerçekten yaşanmış zannedersin. Böyle işte... (Gülüyor)

Beni pek çok kişi Az'la tanıdı, dediniz az önce... Sizce kişi bir yazarı, ilk yazdıklarından başlayarak sırasıyla mı okumalı, yoksa "Herhangi bir sırayla okumasına gerek yoktur" mu diyorsunuz?

Bu konuyla ilgili şu şöyledir, bu böyledir diyemem elbette ama düşüncelerimi söyleyeyim; eğer kitaplarla aran iyiyse, şöyle bir yolculuğa başlayabiliyorsun. Mesela Oğuz Atay'ın Tutunamayanlar'ını okudun. Orada Robert Musil'in adını gördün ve gidip Robert Musil'in Niteliksiz Adam'ını okudun. Oradan Schiller'e geçtin. Ve bu böyle gitti, gidiyor... Bu buluşma bana sorarsan en doğru buluşma. Böylesi bir buluşmada onu keşfetmenin keyfini çok daha iyi yaşıyorsun. O bilgiye ulaşmanın hazzı... Zaten iki türlü bilgi vardır. Ayağına gelen bilgiler, bir de senin ayağına gittiğin bilgiler... Ayağına gelenler zaten pek iştahını kabartmaz, genelde sana bir şeyler satmaya çalışıyordur. Ama senin ayağına gittiğin zaten en değerlisidir.

Bu seksek meselesinde aynı şey diğer sanatlarda da geçerlidir. Mesela Tom Waits in şarkısı Bukowski'den bahseder, sen de gider Bukowski okursun. Böyle atlaya zıplaya gitmek bence en keyiflisidir. Ama "Bir yolculuğu bir yazardan baştan sona gideceğim." demek bence biraz riskli bir uğraştır. O da bir yolculuktur, fakat sen o yolculuktan keyif alarak başlamışken arada verilen bir mola senin için çok can sıkıcı bir mola olabilir. Çünkü her işin arada durakladığı mola yerleri vardır. Sonra tekrar harekete geçmek için arada vites düşürebilir ve tam sen hızdan keyif almaya başlamışken olay senin için tersine dönmeye başlayabilir. Sonra döner sorarsın yazara: "Ulan bula bula burayı mı beğendin durmak için?" diye... Bu yüzden yolculuğa bir yazarla başlayıp onunla sonu getirmek, benim pek tercih ettiğim, çok yapabileceğim bir şey değil...

Kitabınız Az'ı sesli kitap olarak okudunuz...

Evet, çok zorlu bir süreçti benim için çünkü çok küçük bir kabinde okudum. (Gülüyor) Kafamda kocaman bir kulaklık, sesim yankılanıyor, kabin çok sıcak derken bunu da atlattık. Bir yandan da çok ilginç bir deneyim çünkü kitabı okuyorsun, dışarıdan ekolu bir ses geliyor. Normal sesinle okuyamıyorsun, sesinde bir efekt var... Ve orada mesela şundan da emin oldum ki, düz yazı sesli okunmak için tasarlanmış bir şey değil. Bir şiiri bu şekilde okuyabilirsin, hatta bana kalırsa şiirler yüksek sesle okunmalıdır; ancak böyle bir şey kesinlikle düz yazı için uygun değil...

Diğer taraftan bu iş layıkıyla yapılırsa, kitap okuyamayan kişilerin de eserinizi duyacak olmaları da tabi çok etkileyici bir şey...

Korsan kitapla ilgili düşünceleriniz peki...

Şimdi öncelikle o kitabı yazan kişinin yeni kitaplar yazabilmesi, yaşayabilmesi için para kazanması gerekiyor ki biz onun bir sonraki işini görebilelim. Dolayısıyla bunun mutlaka sağlanması lazım. Bunun dışında sanatın herhangi bir alanına bedel ödemeden ulaşmak, normal hayatta bir bakkaldan ekmek çalmaktan daha az yargılanan bir durum. Bunun dışında o kişi bu kitaba ulaşmak istiyor, semtinde bir kütüphane yok. Erkan Oğur'un albümünü almak istiyor fakat bu albümü tedarik edebileceği bir mekân da yok... Öyleyse su yolunu çatlata çatlata da olsa buluyor.

Dolayısıyla tamamen mevcut aksaklıklardan kaynaklanan bir durum. Kalıcı mıdır, yoluna girecektir. Ama o kütüphaneler de orada açılmadığı sürece bu değişmez. Ve bu pek çok kişinin de işine gelmiyor, en azından şu an için... Çünkü o kişiler biliyor ki kitaba ulaşmak isteyene kütüphaneden bedava kitap almak temel bir haktır. Ondan bunun için para istenemez.

Konuşmanızın başında okuldan ayrılınca bir kahvehaneye geçip orada yazmaya başladığınızı söylediniz. Orada okey oynayan biri de olabilirdiniz. Neden yazmayı tercih ettiniz?

Benim için bir romanın gücü hep vardı. Ve hepsi Céline'le başladı. Gecenin Sonuna Yolculuk, evde kütüphanede duruyordu. 14 yaşımdayken bir yaz vakti sıkıntıdan kendimi sağa sola atarken, kütüphaneden kitap alıayım da okuyayım, dedim, çektim bu geldi. Neden bilmiyorum. Muhtemelen adı hoşuma gitti çünkü hiçbir farkı yoktu diğer kitaplardan... Okumaya başladım ama yazılanları anladığım pek söylenemez. Tamamını anlayamadım. Sadece birden onun anlattığı ortamı gördüm, sokakta tek başına olmanın anlamını düşündüm ve anlattığı adamın adımlarını hayal ettim. Ve sonra kapattım kitabı.

Tekrar açtığımda 15 yaşındaydım. O zaman da daha başka şeyler anladım. Her seferinde yeni bir noktaya takılıyordum ve başından kalktığımda pek kendimde olmuyordum. Aslında baktığınız zaman bu hastalıklı bir ilişkiydi çünkü ben başka kitap okumuyordum o dönem. Şu an kitap okuma açığımı kapatıyorum mesela...

Hatta Kinyas ve Kayra'ya Gecenin Sonuna Yolculuk'tan cümleler kesip koydum. Hani Céline'in varisleri falan varsa dava açsınlar da tanışalım, diyerek. O kadar eminim yani kitabın Fransızca'ya basılacağından... (Gülüyor)

O yüzden herhalde sadece yazıyla rahatlayabilirim diyerek geçtim o caddeyi. Yani okuldan çıkarken belki de içten içe hazırdı aslında kafamda yapacaklarım.

Kitaplarınız için Yeraltı Edebiyatı yakıştırması yapılıyor. Sizce siz bir Yeraltı Edebiyatı yazarı mısınız?

Bunu sadece kitap satıcılarının, birbirine benzer türlerde yazan kişileri aynı klasörde toplama çabası olarak görüyorum. Bence hatalı bir durum çünkü tamamen aynı  şeyleri, aynı üslupla, aynı cümlelerle yazmadığın takdirde bir kitabın belli bir klasöre mensup olması düşünülemez. Bu biraz da yazarlara yapılan bir saygısızlıktır. İsteyerek ya da istemeyerek ortada bir saygısızlık vardır. Bana sorarsanız her yazarın kendi edebiyatı vardır; Yahya Kemal Edebiyatı vardır ya da Oğuz Atay Edebiyatı vardır... Kalkıp Oğuz Atay'a yeraltı edebiyatı diyemezsiniz.

İkinci tarafından bakınca akademik bir açıdan bakalım. Orada da akımlar vardır ama akımlar içinde "Yeraltı" diye bir şey yok. Ana akım sektörü var, bir de ana akım yapmayanların bulunduğu kitaplar var. İşte onu da bir sektörün altında toplamak, bir pazarlama mantığıdır. Ayrıca işin bir de şöyle bir ilginç yanı vardır ki, 100 sene sonra işler öyle bir değişir ki, bugün "Yeraltı Edebiyatı" dediğin bir romanı 100 sene sonra "Kişisel Gelişim" kitaplarının arasında bulabilirsin. Onun için herhangi bir üst başlık olmadan kitapları kendi hallerinde alıp okumak gerekir. Belki o zaman hiçbir ön yargısı olmadan kitaba dalabilir.

Kitaplarınızın akışı biraz birbirinin devamını andırıyor. Böyle bir şey var mı yoksa bu kendi kuruntumuz mu?

"Eğer kişi temelleri kendisinden önce atılmış olan maddi manevi tüm kurum ve kuruluşları reddeder ve bu reddedişi açıklayarak buna uygun davranırsa ne olur?" İlk kitabın sorusu buydu.

İkinci kitabın sorusu, "Böyle biri aşık olursa ne olur?"du.

Ve üçüncü kitapta soru şuydu: "Böyle biri bu düşüncesinin hükmünde davranmaya cesaret edemezse ne olur?"

Dolayısıyla ilk üç kitap birbirine bu açılarından bağlıdır. Ama sonrakilerde birbirine bağlı olma diye bir şey yoktur. En azından kasıtlı olarak böyle bir şey yoktu. Ama yıllar sonra anlıyorum ki, aslında hepsinin farklı dönemime tanıklık ettikleri için en temelde birbirleriyle sağlam bir bağlantıları var.


Ziyan, "Şu an donarak ölmekte olan Mehmetçik'lerimize kucak dolusu sevgiler..." gibi bir kapanış cümlesiyle son buluyor. Bu cümleyi yazarken düşünceleriniz neydi?

Kitabın başlarında, yanılmıyorsam 14. ya da 15. sayfasında bir bölüm vardır. Bu arada şimdiden özür dilerim, birazdan küfredeceğim çünkü orada öyle yazıyor. Diyor ki o bölümde: "Biz, erler, donarız bilmemne yaparız...Çok mutsuzuz... Ve özellikle televizyonda herhangi bir programda "...Ve şimdi buradan askerlik yapmakta olan Mehmetçik'lerimize kucak dolusu sevgiler..." diyen her insan evladının anasını sikmek için esas duruşta bekleriz."

Kitaptaki son cümlenin gelişi bu bahsettiğim bölümden gelir. Bu o sözde alakadar tavırla dalga geçmek için oraya konmuştur, çünkü bu lafı söyleyen adam aslında alay eder. Yani bu bir laf mıdır? Böyle bir laf olabilir mi? Oradaki asker onun umrunda değildir, öyleyse burada geriye tek bir seçenek kalıyor: Alay ediyorlar onlarla. O yüzden ben de sonuna böyle bir şey koymaya karar verdim.

Belki bir hatam şu olabilir. Bu cümleyi kitabın bu kadar başlarında kurduktan sonra, araya o kadar şey koyarak bu konuyu soğutmasaydım, cümle yanlış anlaşılmayacaktı. Çünkü şu an nasıl anlaşıldığını anlayabiliyorum. Sanki tüm kitap boyunca Zorunlu Askerlik Yasası'na karşı geliyormuşum da, kitabın sonunda herkesin ağzına bir parmak bal çalmaya çalışıyormuşum gibi anlaşılıyor. Evet, sanırım dediğim gibi tek hata, samimi görünen ancak samimiyetle uzaktan yakından alakası olmayan bu alay cümlesinin aslında ne kadar sinir bozucu olduğunu birkaç yerde daha vurgulamamam olmuştur.

Teşekkür ederiz Hakan Bey...

Ben teşekkür ederim. Yine görüşmek üzere...  

---------

Bu notlar, Galatasaray Üniversitesi Sosyal Farkındalık Kulübü'nün 7 Mayıs 2012 tarihinde yapmış olduğu Hakan Günday Söyleşisi'nin deşifresidir. Üzerinden altı ay geçmiş olsa da, geç kalmış bu notları paylaşmak mutluluk verici... Emeği geçenlere binlerce teşekkür!





4 Kasım 2012 Pazar

Hikayem Paramparça

Afili Filintalar ve polisiye fenomeni Behzat Ç.'lerin kalemi kuvvetli yazarı Emrah Serbes, şu sıralar yeni kitabının okurlarıyla buluşmasını bekliyor. Sadece o mu bekliyor, tabiki hayır... Biz, okurları da heyecanla, kısa öykülerden oluştuğu açıklanan Hikayem Paramparça'yı bekliyoruz.

Aşağıda kitabın ön ve arka kapaklarının görselleri yer alıyor. Çok estetik bir görüntü olmasa da içinde barındırdıklarını merak ettirecek kadar ilginç bir tasarım olmuş. Bu kitabı alırken bilhassa dikkat gerektiren nokta arkadaki yazılar bana kalırsa... Eğer ilk kez bir eserini gördüğünüz bir yazarın kitabını arkasındaki yazıları okuyarak seçiyorsanız, bu kitap sizin için çıtayı epey yükseltecek...


Görüntünün küçük kalabileceğini düşünerek, arka kapakta kitaptan alıntılanan kısmı ben de burada paylaşmak istiyorum:

"Annemin öldüğünü anlatma, onun etkisi altında olduğum için kendisini sevdiğimi düşünmesin."

"Tamam Galip."

"Karanlıkta uyuyamadığım için gece lambasını açık bıraktığımı anlatma, beni ottan boktan korkan biri zannetmesin."

"Tamam Galip."

"İlk defa aşık olduğumu anlatma, beni bu konularda tecrübesiz biri zannetmesin."

"Tamam Galip."

"Geçen sene el frenini çekmeyi unutup Kartal'ı boklu dereye yuvarladığımızı anlatma. Malının kıymetini bilmeyen biri olduğumu düşünmesin."

"Tamam Galip."

"Babamın orospu çocuğu olduğunu anlatma. Onu bizzat ben anlatmak istiyorum."

"Tamam Galip."

2 Kasım 2012 Cuma

"Hepimiz Yanlış Bir Bilinçle Yaşıyoruz"

Kasım ayını bir sinema üstadının bundan on gün kadar önce Fransız Liberation gazetesinde Olivier Séguret ve Didier Péron'a verdiği ropörtajla açmanın mutluluğu içerisindeyim. Sevgili ağabeyim Soner Sezer'e metnin titiz çevirisi ve metne Sinedebiyatro adlı blogunda yer vererek arşivlerimize kattığı müthiş ayrıcalık için teşekkürler olsun...

Cannes'da iki Altın Palmiye kazanan Avusturyalı yönetmen Michael Haneke, kendisini "Amour"a götüren uzun kişisel ve entelektüel yolculuğunu anlatıyor.

Art arda iki Altın Palmiye kazanan, oyunculardan Trintignant'ın her yerde "En büyük yönetmen ile çalıştım." diye anlattığı Michael Haneke hakkında Stock Yayınevi'nden çıkan "Haneke par Haneke" röportaj kitabı, katedilen uzun bir yolculuğun ve yönetmenin şimdiye kadar elde ettiği başarıların bir dökümünü sunuyor. Michael Haneke bu uzun yolculuk sonrasında artık tatlı bir yorgunluk hissediyor olmalı. Öte yandan sinema camiasında kuşkulu bir üne sahip olan bu adam, Beyaz Bant filminden bu yana daha sakin, kararlı, eğlenceli ve eleştirilere gülüp geçiyor.


Amour filminin otobiyografik bir deneyimden doğduğunu biliyoruz. Bu filmde sizin yaşantınızdan ne olduğunu biraz açıklayabilir misiniz?

Hayran olduğum yaşlı bir kadının yanında büyüdüm, beni yetiştiren de odur. 80 yaşında kansere yakalandı ve bu dayanılmaz bir durumdu, çünkü sevdiğiniz bir insanın acı çektiğini görüyorsunuz ve daha kötüsü elinizden hiçbir şey gelmiyor. Hayatımda daha önce hiç o kadar büyük bir acı çekmemiştim. Bunun gibi anlarda her şeye büyük bir öfke duymaya başlıyor insan. Sonunda iyileşti ama 93 yaşında intihar etmek istedi. Onu baygın bir halde buldum. Hemen yardım çağırdım ve hastanede kendisine geldiğinde, bana "Bunu neden yaptın?" diye sordu. Bana kızmıştı. 2 yıl sonra, ben bir festivaldeyken, tekrar intiharı denedi ve o zaman vefat etti. Tahmin edebileceğiniz gibi o an bunu bir senaryoya dönüştürme gibi bir arzum yoktu, ne var ki bir gün, aradan yıllar geçtikten sonra, bir fikir geldi, tam bir fikir değil de daha çok ifade etmek istediğim bir duygu denebilir...

Sanki bir filminizde kendinizi bu kadar açık yüreklilikle ilk kez ortaya koyuyormuşsunuz gibi geliyor. Ne dersiniz?

Filmlerim, her zaman beni sinirlendiren, hatta öfkeden çıldırtan şeylerden doğar. Ancak, daha doğru ifade etmek gerekirse, şimdiye kadar yazıp yönettiğim bütün filmler, tam anlamıyla anlamadığım bir şeylerden yola çıktı. Örneğin, Beyaz Bant, sarışın çocuklardan oluşan bir koro üzerine bir film yapma arzusundan doğdu. Bu fikre nereden kapıldığımı bilmiyordum. Zamanla, fikirler ve olaylar kafamda birikmeye başladı, hikaye zenginleşti ve yavaş yavaş Stendhal'in aşk üzerine bir denemesinde de söylediği gibi, bir anlamda kristalleşme fenomeni dediğimiz şey ortaya çıktı ve her bir parça, bütündeki yerini bularak anlam kazanmaya başladı.

Bu senaryoda sizi en çok zorlayan şey neydi?

Benim için, böyle bir senaryo karşısında iki büyük tehlike söz konusuydu: Duygusallık ve acıma. Bu denli ciddi bir meseleyi eğer yanlış bir tarafa çekerseniz, bu denli önemli ve evrensel bir konuda çuvallarsınız.

Buradaki sınır çizgisi çok ince, çünkü ne de olsa duygu ve hislerin önemli yer edindiği bir mevzu...

Ancak duygusallık, tamamen farklı bir şey, duygusallık aslında sahip olmadığınız bir hassasiyetin varmış gibi yapılması demek. Kitsch gibi, yani yanlış bir çıkarım. Sonuçta her şey ölçülü olmaya bağlı. Duygusal olmanız bazı şeylere karşı hassas olduğunuz anlamına gelmiyor, bu ikisini birbirine karıştırmamak gerek!

Bu her şeyin söylendiği yahut açıkça gösterilmek istendiği bir film mi?

Umarım öyle değildir, her şeyin söylendiği bir film ölüdür. Olabilecek en güçlü şekilde sorular sormalıyız, ancak yanıtlar vermeye çalışmak yersiz, çünkü öncelikle böyle cevaplar yok. Kendi aralarında, politikacılar ve bilim insanları bu türden cevaplara sahip olabilirler tabi ki, ancak sanatta soru ne olursa olsun cevabı bildiğini iddia etmek abesle iştigaldir. Bir durumun birbiriyle çelişen karmaşık doğasına en uygun şekilde yaklaşmaya çalışmalıyız ve bunun ötesinde de yoruma alan açmalıyız, böylece film ekranda izlenip tüketilen bir şey olmaktan çıkar ve aklımızda, kalbimizde ve hatta içimizde serüvenine devam eder.



Ancak her şeye rağmen, uyguladığınız metodu değiştirmişe benziyorsunuz, ilk filmlerinizde olduğu gibi resmi bir aygıtın aracılığına başvurmadan yola devam ediyorsunuz bu kez...

Zamanında şüphe yok ki Bresson'dan çok fazla etkilenmiştim oysa ki bugün daha ziyade Çehov'dan yanayım. Bu bir çelişki değil, esasen birçok ortak yanları var...

Bresson, Çehov... Gençken hayranı olduğunuz sanatçılara hâlâ sadık mısınız?

Hem evet hem de hayır. Gençken bütün klasikleri okumaya heveslenirsiniz, daha sonra anlayışınız yahut hassasiyetiniz gelişir. Geçtiğimiz yıl, Savaş ve Barış'ın yeni bir çevirisi yayınlandı. Romanı 25 yaşımdayken okumuştum, ancak o dönemde Dostoyevski hayranıydım ve Tolstoy benim için daha doğacıl ve didaktik, ağır bir romancıydı. Kitabı aldım ve bütün görüşmelerimi iptal edip neredeyse nefes almadan okudum. Değişen bendim, kitapsa aynı kalmıştı.

Genç bir adam olduğum günleri hatırlıyorum. 16 yaşımdayken Julien Duvivier'in Marianne De Ma Jeunesse filmini görmüş ve bir yatılı okulda geçen, şatonun birinde bir karşılaşmayla doğan aşk hikayesinin anlatıldığı bu romantik filme tam anlamıyla hayran olmuştum. Film hakkında her şeyi okudum, en ince ayrıntısına kadar... Yirmi yıl sonra, geçenlerde televizyonda karşıma çıktı ve nasıl olup da vaktiyle bu filmi o kadar çok sevdiğime akıl sır erdiremedim.

Film dediğimiz bir sanat formu değil mi, imajların ortalığı istila ettiği bu çağda, yüz yaşını dolduran sinema miladını tamamlıyor yahut can çekişiyor olabilir mi?

Bu bir yorum. Eğer bugün Viyana Üniversitesi'nde ders veriyorsam, kendi sosyal çevremde, arkadaşlarım, aynı yaştan ve aynı zevkleri paylaşan diğer insanlarla birlikte paslanmaktan korktuğum içindir. Dünyanın geri kalanı ile ilişkimin sona ermesinden çekiniyorum ve benim açımdan genç insanlarla aynı ortamda olmak, eğer evimde olsam anlayamayacağım değişimleri anlama fırsatını yakalayabilmemi sağlıyor.

Filmdeki apartman dairesi, tam bir kültür halesiyle çevrilmiş, sanki kendisini saran dış dünyadan kurtarılmış bir vaha gibi resmediliyor...

Hastalık söz konusu olduğunda durum budur çünkü hangi sosyal sınıfta yer aldığınızdan bağımsız olarak, dünyanız apartmanınızın dört duvarına sığınır. Bu arada şunu söylemem gerekir ki, bir apartman dairesi daha ziyade bir ayrıcalıktır, zira orada, dört duvar arasında geçen yaşlılık sürgününüzü sürdürmek için gerekli her şeye sahipsinizdir. Arkadaşlarımdan birisi, ki kendisi doktordur, yıllarca hasta annesinin evde bakımını sağlayabilmek için eve gelen üç hemşireye ödeme yapmak sorunda kaldığını anlattı. Bu, ona ayda 5000 Euro'ya mal oluyormuş. Tüm bunları karşılayabilmek için durumunuzun olması gerekir!

Bu filmi hastane koridorlarında yahut huzur evinde çekmeyi istemedim. Öncesinde hastanelerde çeşitli araştırmalar yaptım ancak, inanın ki yüreğim buna el vermedi. Doktorlar ve hemşireler tüm bu acılara nasıl dayanabiliyorlar, bilmiyorum.

Sıklıkla kötü bakıcılarla ilgili hikayeler duyuyoruz, hele ki yaşlılığın ileri aşamalarında güçten düşme gibi durumlarda...

 Evet, hatta eski üniversite profesörlerine bile sanki embesilmiş gibi davranıldığı oluyor. Bu o kadar aşağılayıcı bir tutum ki... Bu denli çetin bir evren benim konum değildi. Tekrar ediyorum, belirgin bir nokta ile yüzşlemek istedim: Sevdiğin birisini acı çekerken görmek nasıl bir duygudur? Oldukça mütevazi ancak her halükarda yeterli bir çıkış noktası. Biçim ve içerik arasında bir uyum yakalamaya ve filmde klasik (zaman, aksiyon ve mekan anlamında) bir bütünlük kurmaya çalıştım. Bu da konunun hassasiyetine olabildiğince yakınlaşmakla birlikte, samimi ve klasik bir bakış açısının yaratacağı forma ulaşmanın bir yolu idi.

Filmlerinizin birçoğunda çıkış noktası olarak bir kızgınlığın varlığından bahsettiniz. Bu aynı zamanda bir katarsis anlamına da gelmiyor mu?

Öyle sanıyorum ki, bugün artık bir katasis halinden bahsedemeyiz. Günümüzde artık trajedi diye bir şey yok, hepimiz yanlış bir bilinçle yaşıyoruz ve başımıza gelen her şey, salt üzgün hikayelerden ibaret...

Peki ya kurtuluş?

Ben Tanrı değilim. Evet, aşk diye bir şey var, ancak bayağılıktan başka bir şey değil, bunu söyleyen ben değilim ve doğrusu aşk da bazı durumlarda bize çok yardımcı olamıyor. Bir yaşam öyküsünde tesadüfün o kadar büyük bir yeri var ki, düşünüyorum da hayat yolculuğunda bir ilerleme varsa, bu daha önce hayal bile etmediğimiz kaderin bir armağanı. Ben tesadüfen bir yönetmen oldum örneğin, aslına bakarsanız bir yazar yahut ne bileyim aktör olabilirdim, hatta belki de bir çoban. (gülmekten kırılıyor). Bu tarz düşüncelere 14 yaşında sahip oldum, aynen bazılarının o yaşlarda bir lokomotifi kullanmayı hayal etmesi gibi...

Haneke par Haneke adlı kitapta, Amour'un çekimleri sırasında yaşadığınız gerilimden yola çıkarak dijital HD kamera seçimi konusunda eleştirilerinizi dile getiriyorsunuz...

Arri'nin Alexa adındaki şu yeni dijital kamerası ile film çekmeyi istemiyordum. (David Fincher ve birçok ünlü sinemacının da görüntü yönetmenliğini yapan) Darius Khondji bu kamerayı reklamlar için kullanmıştı, teknik konusunda emindi ve ben de "Tamam" dedim. Ve sonuç bir felaket oldu. Bütün çekim süresince aklım yerinden çıktı ve sinirden deliye döndüm. Aceleyle yapılan üç çekimin ardından, bu kamerayı bir daha setimde görmek istemediğimi belirttim, çünkü bu şekilde çalışmam artık mümkün değildi. Eğer bu saçmalığı görmeye devam edersem, her şeye güvenim sarsılacaktı, ben daha ziyade aktörler üzerine odaklanmalıydım. Bu filmle birlikte hayatımın en uzun post-production sürecini geçirdim, tam bir yıl. Bu durum Darius ile olan ilişkimi de kötü etkiledi.

Siyah beyaz çekilmesi sebebiyle oldukça zorlayıcı olan Beyaz Bant'ın ardından, yeni bir teknik deneye kalkışmak istemiyordum. Bu yüzden teknik olarak her şeyin yerinde olmasını istedim ama sonuç tam tersi oldu. Arri post-production masraflarının bir kısmını karşıladı, çünkü onlar da bunun kameranın yol açtığı bir sorun olduğunun farkındaydılar. Şimdi, artık bu sorunlar geçti ama yine de bu gibi deneylerde kobay olmak istemezdim.

Haneke, başrol oyuncularıyla Amour'un setinde... 

Jean-Louis Trintignant'ın sağlık durumundan endişelendiğiniz oldu mu?

Evet, tabi, ama tuhaf bir şekilde, Trintignant için her şeyi kolaylaştırmak adına bir fizyoterapist ile birlikte çalıştık, derken bir gün çekim sırasında kolunu kırdı. Talihsiz bir durumdu. Ancak o yaştaki aktörlerle çalışmak her zaman için zor olmuştur, bir gün içinde 10 saatlik bir çalışmayı düşünemezsiniz bile. Trintignant ve Emmanuelle Riva ile her şey mükemmel şekilde ilerledi. Hiçbir zaman aramızda en küçük bir tartışma bile geçmedi.

Filmin çekildiği apartman dairesi Viyana'da anne babanızın yaşadığı evin bir kopyası gibi. Neden?

Çünkü mekanı tanımanın getirdiği avantajların her zaman bana yeni olasılıklar açtığını düşünüyorum. Örneğin, mutfak ile oda arasındaki uzaklık, belirli bir noktadan diğerine gitmek için kat edilmesi gereken mesafe, odaların genişliği sebebiyle hareketlerin kısıtlanması gibi detaylar oldukça önemlidir.

Filmlerinizde hiçbir şeyi şansa bırakmıyorsunuz, mesela Amour'daki kütüphanenin tematik ve alfabetik olarak sıralanmasını istemişsiniz...

Evet setteki insanlar neredeyse benden nefret etmeye başladı. Daha önce Caché filmimdeki Auteuil karakteri bir kültür sanat gazetecisiydi ve dairesine 4000 kitap getirttik, tabi hepsini dizmesi gerekti. Bu hissedilebilir bir şey. Bir odaya girdiğinizde kütüphanenin doğru dizilmediğini hemen anlayabilirsiniz. Her kitabın bir hikayesi, orada olmasının bir sebebi vardır ve eğer yoksa, o zaman en azından alfabetik sıraya göre dizilmesi gerekir. Eğer makul bir etki yaratmak istiyorsanuz, her detaya, her bir aksesuara hatta bunların yanında akustik diğer ögelere, mesela parkenin gıcırtısına bile ayrı ayrı dikkat etmeniz gerekir. Atmosfer dediğimiz şey detaylardan meydana gelir.

Sette adeta bir tiranlık kurmanız, film ekibi açısından bir sorun oluşturmuyor mu?

Bana göre sorun değil, nazik olmaya çalışıyorum ama sinirlenebilirim de... Her insanın hata yapma hakkı vardır, ancak eğer birisi aynı hatayı üç kez yapıyorsa, işte o zaman çekilmez birisine dönüşebiliyorum. Benim için önemli olan tek şey sonuçtur. İstediğiniz aptallığı yapabilirsiniz, ama sonuçta film iyiyse herkes sizinle çalışmak ister. Öte yandan, dünyanın en nazik insanı olabilirsiniz, ama eğer ortaya çıkan film değersiz ise, insanlar sizden ümidini keser ve hatta yaptıklarınızla dalga geçmeye başlarlar. Bu söylediklerimden "İyi bir film yapmak için aptal olmanız gerekir." anlamı çıkarılmasın. (gülüyor)...

---

Yazının Sinedebiyatro'daki hali için: http://sinedebiyatro.wordpress.com 

Yazının Fransızca orijinali için: http://next.liberation.fr/cinema/2012/10/23/nous-vivons-tous-avec-une-mauvaise-conscience_855356

Filmin sinedebiyatro'daki eleştirisi için: http://sinedebiyatro.wordpress.com/2012/10/29/amour-aski-ask-ile-izlemeli/