31 Mart 2012 Cumartesi

Rembrandt ve Çağdaşları

Mart ayı çıkmadan gezdiğim gördüğüm, az biraz da ufkumu genişletebileceğini düşündüğüm bir etkinlikten bahsetmek isterim. 'Rembrandt ve Çağdaşları' adlı sergiye sonunda fırsat bulup da gidebildim. Son zamanlarda ne kadar görmek istediğim şey geldiyse, hepsini muazzam esnekliğimden dolayı kaçırmıştım, bu sefer öyle olmaması iyi geldi.

Efendim, resimle pek bir ilgili olduğum söylenemez. Yani bir bakanlar, bir de görenler vardır ya... İşte ben, biri bana anlattığı takdirde görebilenlerdenim. Hiç bekletmem, anında görürüm anlatılmak isteneni... Ama dediğim gibi; "Haydi!" diyecek bir katalizöre ihtiyacım var en başında... Daha ziyade, gittiğim bu tarz sergilerde, ressamın, heykeltraşın ya da her kim olursa olsun, o sanat eserini yaratanın soluduğu havayı solumaya giderim. Hiç ilgi çekici olmasa bile her işte ilgimi çekecek en az bir yan bulabiliyorum, bu da benim özelliğim olsun... Belirttiğim gibi, sanatçıyla aynı havayı soluma, aradan birkaç asır geçmiş olsa da onun dokunduğuna dokunma, ya da onun baktığı gibi çipil çipil gözlerle o esere bakma kısmı beni tavlıyor. İşte bu sergide de, sanatçıların yaptıklarından muazzam etkilenmekle birlikte, yine o 'aynı noktaya bakıyor olmanın' keyfi içerisindeyim...


Serginin, daha doğrusu Rembrandt ve Çağdaşları'nın temel tarzı, ışık ve gölge üzerine yaptıkları çalışmalardan kaynaklanırmış. Bunlar, segiye gitmeden önce internette dolanırken yakaladığım bir kaç ip ucu. Kendimi bir anda çok ayrıcalıklı hissetmeme neden olan übersonik bilgiler... Neler de biliyorum Rembrandt'la ilgili, hezeyanları... Amma velakin Sabancı Müzesi'ne daha adımımı atar atmaz, ışığın ve gölgenin oyunları temalı bir duvar yazısıyla karşılanıyorum. Bu aslında kimsenin kimseden saklayamayacağı kadar büyük bir gerçek. Rembrandt'ı görmeye geldiysen, onun gölge hakkındaki fikirlerini ve becerilerini de biliyor olmalısın, der gibi yazılanların çevirisi. Çok üzerinde durmuyorum, zaten bu bir sidik yarışı da değil.

Işığın ve gölgenin, bir resimdeki önemiyle yeni yeni içli dışlı oluyorum. Daha gerçekçi, sanki bir ressamın paletinden tuvaline dökülmemiş de; yeni banyodan çıkarılmış bir fotoğraf albümü edasında. Sanatta Tanrı'yı aramak mı, ne derseniz deyin, bilmiyorum. Fakat her zaman için, ne kadar absürd de olsa, ya da grotesk, şaşaalı; ben her zaman tüm bu saydığım özelliklerin yanında az biraz da gerçekçilik arayanlardan olmuşumdur. O yüzden, aslında reklamlarına aldanıp gittiğim Rembrandt ve Çağdaşları, beni gerçekçiliğin peşinden koşarken pek güzel bir noktadan yakaladı ve bu yazıyı da buraya yazacak kadar, kafamdaki meşguliyetini korudu.


Wijk bij Duurstede'de Yel Değirmeni
Jan van de Velde - Still life with tall beer glass
Rembrandt - Resurrection of Lazarus
Jan Steen - The Drunken Couple
Govert Flinck - Isaac Blessing Jacob


Jan Weenix - Still Life of Game


Bu eserler gerçekçilikleri ve hikayeleriyle en çok aklımda yer etmiş bulunan eserler... Adlarından, hikayelerine ulaşılabilirsiniz... Ya da boşverin uğraşmayın... 10 Haziran'a kadar sadece pazartesi günleri tatil yapan bu sergiyi ve resimleri yerinde ziyaret edin. Ücretsiz kulaklıklarla anlatılanlar, pek çok kişi için daha tatlı gelecektir, eminim...

30 Mart 2012 Cuma

Pazarları Hiç Sevmem

'Pazarları Hiç Sevmem', Rezzan Tanyeli'nin senaryosunu yazıp yönettiği ilk film. -sinematürk sitesinin yalancısıyım- Filmlerin fragmanlarının genellikle filmle alakalı fikir vermediği bir ülkede yaşıyoruz. Süpersonik aksiyonlu bir film, dünyanın en durağan yapıtı; ya da yavaş akan bir film, çok daha farklı sularda çıkabiliyor. Ama bu seferkinde bir değişiklik var bence. 

Oyuncuları sevdiğim için mi, yoksa sunumun samimiyeti mi beni buna sevketti bilmiyorum ama... 'Pazarları Hiç Sevmem', pazarları gerçekten de hiç sevmeyen biri olarak beni şimdiden kazandı. Merakla bekliyorum bu güzel işi...


Bir Elde Kaç Parmak (?)

29 Mart 2012 Salı günü, Galatasaray Üniversitesi Öğrenci Konseyi Kültür Sanat Komitesi tarafından Edebiyat üzerine bir söyleşiye davet edildi Yekta Kopan. Okula geleceğini duyduğum andan itibaren genel bir heyecan hali belirmişti bende, ne yalan söyleyeyim. Şöyle ki, kendisi maalesef asla bilemeyecek olsa da, benim onu bir yazar olarak tanımam beş altı sene öncesinin İzmir anılarına denk geliyor. Ve ilk olarak o zamanki anılarım içerisinde bulunmuş pek çok sevdiğim kişi gibi, kendisinin de kafamdaki kıymeti hiç de küçümsenecek kadar değil...

Bu aslında bir nevi tanıma hikayesi...

Lise yılları, malum... Çevredeki herkesin özellikle bahar aylarında kullanırız diye, hasta hasta okula gelip, devamsızlık haklarını bir kenarda tuttuğu bir ortam. Bornova Anadolu Lisesi'nin o süpersonik havadar ve bol oksijenli ortamını bırakıp, Bornova'nın merkezine, bilgisayar oyunları oynamaya kaçtığımız zamanlar... İşte yine bu tarz günlerden birini hatırlıyorum...

Okuldan çıkıp, üzerimizde üniformalar -kızlar üniformalı erkeklere bayılırlar- 'Bölge' istasyonunda metrodan inip, koşar adım karşıya geçiyoruz. Yolun tam ortasından geçen, demiryolu hattı, tam bir ekvator çizgisi gibi. Çizginin alt tarafında, sanayi bölgesi duruyor; kocaman gürültüsü ve akıl almaz hareketliliğiyle... Çizginin üst tarafına gelince, orası tam bir şehir çarşısı görünümünde...

Metrodan inip hızlı hızlı çarşı tarafına geçiyoruz. Yüzümüz gözümüz, kıyafetlerimiz, geçtiğimiz yolların izlerini taşırcasına kirli, sanki kumlanmış. Önden dört kişi gidiyor. Biz arkada, kahkahalarla birazdan yiyeceğimizi umduğumuz tavuk döner ayran ikilisiyle ilgili espriler yapıyoruz. -martı eti gibi klişeler işte-

Çarşının ortasında her zaman takıldığımız mekana girmeden önce, yine her zaman önünden geçerken bir kaç dakikamızı vitrinine bakarak öldürdüğümüz kitapçının önündeyiz şimdi. Vitrinin ön sıralarında bir rafta Yekta Kopan'ın ilk kitabı duruyor... Kim bilir kaçıncı baskısıyla... Fildişi Karası...


Yekta Kopan adını görünce aklıma o an NTV'de yayınlanan Gece Gündüz geliyor. Daha sonra sırasıyla -Buz Devri- Sid ve -Arabalar- Şimşek McQueen geliyor. Ya da Dövüş Kulübü'nün anlatıcısı Edward Norton'un sesi... Ama hafızamdaki Yekta Kopan klasörü içinde öykü yazarlığı malesef yok... Yazık, daha öğreneceğim ki bu şahsın bir parmağına kaç marifet sığarmış.


Dediğim gibi, bu aslında bir nevi tanıma hikayesi. Asla bir tanışma değil, çünkü henüz o kadar kafayı yemedim, insanlar kitapları okurlar ve onu tanırlar; en azından tanımaya gayret ederler. Ancak kitap cansızdır, üzerinde binlerce kelimelik koyu, anlamlı lekeler bulunan cansız bir varlıktır o ve asla kendisini o an eline alıp okuyan kişiyi tanımaya zorunlu hissetmez. Çünkü hisleri yoktur. O yüzden ondan birşey bekleyemeyiz ve sadece biz istediğimiz, istemeye devam ettiğimiz sürece kitaplar bizim için vardır. O yüzden istemekten vazgeçmemeliyiz, kanımca.

24 Mart 2012 Cumartesi

Nereden Bileceksiniz?

Hava nem kokuyor. Şampuan kokusu da var. Ama belli belirsiz bir koku. Aynaya bakıyorum, kendimi tanıyamıyorum. Yüzümdeki çizgiler, neredeler? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey tüylerimi diken diken eden o ses. Ellerime bakıyorum. Özellikle de sol elime. Kıpırdatmaya çalışıyorum, biraz geç gidiyor olmalı komutlar ki istediğim an istediğim hareketleri yapamıyorum. Tam o an gözümden bir damla yaş süzülüyor. Düşüyor vücudumu teğet geçerek, seramik zeminin üzerine. Sağ elimin tersiyle gözümdeki yaşı siliyorum. Aynaya takılıyor tekrar gözüm. Bakışlarım alnımdaki derin kesikte, el yordamıyla üzerime bir şeyler geçiriyorum. Kapıyı açıyorum. Kapı gıcırdıyor. Gözümden bir yaş daha geliyor. Artık silmiyorum.

Salona giriyorum. Emre karşımda. Onbeş yıllık can dostum, canım, son yıllardaki ev arkadaşım. Dönüp bakıyor bana, önce ilgisizce. Sonra bir hal olduğunu anlıyor belli ki... Hali, tavrı soru yüklü...

Tam o anda başlıyor... Kulağıma varıyor 'Nereden Bileceksiniz?' ezgileri. Ahmet Kaya söylüyor. Başlarda tok, kalın ve sigara dumanı yüklü sesiyle selamlıyor bizi. Şarkının ilerleyen dakikalarında sesi tizleşecek ve bu tizlik daha da vurucu bir hale getirecek atmosferimizi. Emre'nin gözleri hala üzerimde. Sonunda cesaretini toplamış olacak ki, sesini duyuyorum. Gözlerine bakamıyorum, sadece soru niyetinin ağırlığı dolaşıyor havada.

Bu güleç yüz; bizi alır, nerelere götürür, ah...
"Soğuk mu?" diye giriyor konuşmaya. Cevap veremiyorum. Kafamı 'olumlu' dercesine sallıyorum aşağı yukarı. 

"Çok mu soğuk?" diye ısrar ediyor, inanmak istemezmişçesine.

İlk defa sesim duyuluyor.

"Çok..." diyorum. Sesim titriyor.

"Evet, ama arada ısınıyordur..." diyor bir ümitle.

Onu üzmek istemiyorum ama, bununla karşılaşacak. Onu kandırmamın ne ona bir faydası var, ne de gerçeği değiştirebilir.

"Isınıyor tabi," diyorum... "On saniye kadar..."

"On saniye mi?" diyor. Bu elem yüklü bir soru. Sanki 'Ne olur öyle olmasın, öyle olmamalı' der gibi. İlk kez yüzüne bakıyorum. Gözleri dolmuş.

"Evet, o on saniyede de ancak saçlarını köpürtebiliyorsun. Ama üzülme belki sen girince biraz daha uzun sürer ısınık kalması..."

İyi niyetimin farkında kardeşim. Ama dakikalar sonra kendisinin de karşılaşacağı bu soğuk yüz, sinirlerini bozuyor. Gelecekle alakalı sorulardan ziyade, geçmişten hesap sorar gibi kızgın.

"Sen öyle üşüdün orada değil mi? Böyle o soğuk su ensene değdikçe irkildin ve hiç ısınmadı değil mi? Isınmamıştır puşt... Sen orada öylece ağladın, ama o kombi, o Allah'ın belası kombi arkasını dönüp gitti değil mi? "Kombi abi ne olur..." dedin, "abi ne olur dedin?" Bir an bile düşünmedi değil mi ısınmayı?"

Arkadaşımın bu hezeyanları, bu yükselmeleri Ahmet Kaya'nın iç çekerek 'Siz benim neler çektiğimi / Nerden bileceksiniz?' sorusunun tam da üzerine düşüyor. Artık gözyaşlarımızı tutmak için çaba harcamıyoruz. Yarama basmış gibi, artık anıra anıra ağlıyorum. Gözyaşlarım, gözyaşlarım...

Emre "Öldüreceğim ben bu kombiyi... Anam avradım olsun öldüreceğim. Öldüreceğim bırakın..." diyerek sinir krizi belirtileri vermeye başlıyor. Duvarları yumrukluyor. Başta dur yapma, diyecek oluyorum. Ellerinin üzerindeki deri duvarlara çarpırdıkça, duvarı kırmızı bir renge boyuyor. Parmaklarının büküm noktalarında küçük yaralar beliriyor. Evimizin kapısızlığında, normal evlerde bir kapının olması gereken yere doğru tekmeler savurmaya başlıyor. Müzik yükseliyor, yükseliyor... Göz yaşlarım... Durduramayacağımı anlayınca, sarılıyorum. "Kardeşim sakin ol..." diyorum. 

Beni, gözlerim yaşlı oturtuyor sandalyeme. Ve kimsenin kaçamayacağı o son için, banyoya doğru yola çıkıyor. Odadan çıkmadan, son kez bakıyor. Kararlı. O arada "Siz benim neler çektiğimi / Nerden bileceksiniz?" diye soruyor Ahmet Kaya son kez...



----------
P.S:
'Suskunlar' dizisi, uzun zamandır takip etme hissiyle bir bölümü bitirebildiğim ender dizilerden. Bu parodiyi hazırlatan da yukarıdaki bölümün yüksek oyunculuklarıdır... Tebrikler olsun!

21 Mart 2012 Çarşamba

Bırakın Konuşacağım!

-Konuşmamız gerek...
-Ama olmaz. Konuşamayız.
-Lütfen engelleme. Senle ben çook uzun zamandır birlikteyiz.
-Evet, her gün birlikteydik, her zaman... Bana zaten bildiğim şeyleri söylemek için mi çağırdın buraya?
-Gerçekten en iyi arkadaşımı kaybettiğimi hissediyorum. Yani ne bileyim bunun son olabileceğine inanamıyorum. Ve sanki 'Sen' vazgeçiyormuşsun gibi görünüyor.
-Ve bu gerçekse bilmek istemiyorsun?
-Aaa, nerden anladın ne diyeceğimi?
-Saçma konuşuyorsun...
-Hayır hayır gerçekten, beynimi falan okuyor olmalısın şu an...
-Evet beynini okuyorum... Dahası o şarkıyı ben de seviyorum.
-Ne şarkısı? Ateşin mi var senin?
-"Don't speak I know what you're thinking / I don't need your reasons / Don't tell me cause it hurts..."
-Neden İngilizce konuşuyorsun? Hem de konuşmuyorsun da, şakıyorsun adeta... Neler oluyor?
-No Doubt'a selam olsun...
-Oh No?
-Doubt...

---

Bunları konuştuk ve gitti. Giderken hala mırıldanıyordu. İyi ama kafamdakileri nasıl okuyabilmişti. Hem o giderken söylediği 'No Doubt' la ilgili de en ufak bir fikrim yok şüphesiz. Neler oluyor anlayamıyorum. Biraz sinirle mi söyledi acaba? Çok bir mana veremedim çünkü. Keyfim kaçtı. Keyfim kaçınca yapabileceğim şey sayısı pek az. Kitaba dalamam muhtemelen, çünkü yorgun beynim "Keyifsizim ben!" diye bağırırken, içeri başka bilgi almayı reddeder. Film izlesem? Ama ya sulu zırtlak Hollywood saçmalıklarını da sevmiyorum ki. Şimdi kesin festival filmi diye tutunacağım ve onun da manasını kaçırmak beni daha mutsuz edecek... Peeh! Ders mi? Haha, beynim diyorum sevgili okur.

Goran sık ev değiştirir...
En iyisi bir şarkı açmak, şöyle eskilerden... 'Oldies but Goldies' diye boşuna dememişler. Ne varsa eskilerde var diye çeviririm ben bunu... Kafama tam bu an flashback hücumu oluyor. Anıların hepsi 1995'ten... Dinleyeceğin şarkıyı oradan seç diye bir emir alıyorum içimden. 1995 yılının üzerinden 17 yıl geçmiş. Pek Oldies sayılmaz." diyecek oluyorum. "Höyt!" diye sözümü kesiyor içimdeki ses. "Peki" diyorum...

Bu arada sanırım onun giderken 'No Doubt' demekle neyi kastettiğini anladım. Onu geri aradım. "Gwenny -ben ona böyle hitap ederim-, sana bir şey diyeyim mi? Esas sana No Doubt" diyecek oldum; ben daha "Esas sana No..." derken hat kesildi. Bu yüzüme ilk kapatışı değil. Sanırım solo albüm yapıp ardından da çocuk doğurup, erken emekli edecek kendini. Yazık... Kendi bilir.

Goethe dargınken...
Çekmeceden telefon numaralarımın yazılı olduğu fihristi aldım. G'ye geldim. Gwen Ste... Sanırım tanıştığımız gece aldığım alkolün etkisiyle, adını bu şekilde kaydettim. Ste'nin devamında ne olduğunu bilmiyorum. Ha merak ediyor muyum? Bana böyle davranan birinin soyadı umrumda olamaz, diye düşünüyorum.  Numarasının bulunduğu sayfayı yırtıp atıyorum. Çok sonraları Goethe'nin bana dargın olması ve gönlünü almak için aramam icap ettiğinde ya da evinin zilinin 2 mi 3 mü olduğunu sürekli karıştırdığım Goran Bregovic'e bunu sormak gerektiğinde bu hatamı anlayacaktım...

Sayfayı yırtıp attıktan sonra, radyoya ulaşıyor elim. Zaten hep elimin altında bir radyo olur. Evimi bir görsen, anlarsın... Bir radyo buluyorum. Dj'in sesi buğulu. Canım, üzgün belli ki... Konuşuyor sakin sakin... Diyor ki:

"Şimdi 1995 yılında çıkan 'Tragic Kingdom' albümüyle 2003 yılında Rolling Stones dergisi tarafından tüm zamanların en iyi 500 albümü içinde 441. seçilmiş bir gruba gidiyoruz. No Doubt'tan geliyor: Don't Speak!"

Bir aydınlanma anı!


19 Mart 2012 Pazartesi

... Üzerine Söylevler

'... Üzerine Söylevler' Duşan Kovaçeviç'in yazdığı, şu aralar İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından da oynanan 'Profesyonel' oyununda bahsi geçen bir kitap. Oyunu izleyenler ya da metnini okuyanlar bilirler, 'Profesyonel' Luka Laban, bir gün Teya'ya birkaç kitap getirir ve bu kitapları Teya'nın kendisinin yazdığını belirtir. Tek bir ilginç nokta vardır ki Teya bu kitapları yazdığından habersizdir. Bu işte bir hata olduğunu, ya da karşısındaki adamın düpedüz çatlağın biri olduğunu düşünür. Ancak durumun açıklaması kolayca verilir, kitapları getiren adam tarafından.

Luka, profesyonel gizli polis, komünizm rejimine karşı pek çok 'zararlı' açıklaması bulunan Teya'yı izlemekle görevlendirilmiştir. Ömrünün yirmi yılını bu işte harcamıştır yani. Ve bu görevleri süresince pek çok kez kılık değiştirip Teya ile aynı ortamlarda buluvermiştir kendisini. Ve kaydetmiştir. Durmaksızın Teya'nın dediklerini kayıt cihazına almış, sonra da her gün görev bitiş saatinde oturup bu kayıtların deşifrelerini yapmıştır. İşte Teya'ya şimdi sunduğu dört kitap da, bu deşifrelerdeki notların bir derlemesi olarak, bir nevi iadedir... Zira artık Luka Laban'ın Yugoslavya'sındaki komünist dönem düşmüş, yerine gelenlerle birlikte artık kendisi rejimin düşmanı haline gelmiş ve kendini emekli bir taksici olarak buluvermiştir.

'... Üzerine Söylevler' adlı ciltlenmiş konuşmaları Teya'ya sunarken, Teya "Tamam da, Luka Yoldaş, bu '... üzerine söylevler' dediğiniz, neyin üzerine söylevler?" diye sormuş bulunmuştur. İşte o an Luka, eliyle bir koy ver gitsin hareketi yaparak, "Öyle işte, her şey üzerine söylevler..." açıklamasını getirmiştir. "O kadar fikrin, alkol ve sigara kokuları arasında uçup gitmesine seyirci kalamazdım."

---


17 Mart 2012 Cumartesi

Benliğimle Alakalı İşe Yaramaz Bilgiler

Şiir sevmediğim, hatta onlardaki gel-gitleri biraz karikatür bulduğum koca bir dönem oldu. Fakat tam da bu gece fark ettim ki, şiirleri sevdiren de aslında 'ses'... Bir düşündüm durdum da, şiir bende bir 'sesin' dokunuşuyla var olabiliyor. Ve ben o okuma bittikten sonraki ellerini kollarını nereye koyacağını bilememe haline vurgunlaşıyorum. Böyle bir sesim boğuklaşıyor ve fakat yüzüme kocaman bir gülümseme yayılıyor. "Be adam, diyorum kendime -evet arada kendimle böyle konuşurum- kelimelerle oynamaya niyetlenmiş biri olarak, nasıl veremezsin hissettiklerini böylesine. Yoksa?

Telefonun ucundan da gelir şiir... Ona eririm... Birisi durduk yerde, tam da güneş sokağa davet ederken bir şiir paylaşsa; ama şöyle taş gibi bir anlatıcının dilinden... Belki etkilenmeyebilirim. Etkilenemeyebilirim. Ama gecenin bir yarısı, dışarıda hiç bir ses yok ve biri sana, sadece sana şiir okuyor ya... Müptelası olacağım, korkarım...

Öykülerde bulunmayan tadı bile bulabiliyor insan. Affet beni şiir; seni hala keşfedemediğim için. Ama okundukça şöyle tatlı tatlı, kalbime doğru... Belki de, neden olmasın kavuşabiliriz; değil mi?

Bu yazıyı yazdıran, gecenin bir buçuğunda içime işleyen ve içinde çok fazla 'zaman' metaforu geçen bir şiirdir. Üstatları kıskandıracak bir şiiri, yumuşacık bir tınıyla içime akıtan sese selam olsun... Darılmayın üstatlar, şiire meyyalim vallahi keyiften...

Üstatlar

Eskiler... Eskiye olan, geçmişi koynumuzda taşımaya olan düşkünlüğümüzden vazgeçmemiz mümkün müdür?

Yaşamlarına şahit olamadığımız ve arkalarından kalan hikayeleri dinledikçe, neleri kaçırdığımızı gördüğümüz, bugünümüze ağlayasımızın geldiği bazı hatıralar var çevrede. Kulaktan dolma, yarısı doğru yarısı yanlış bilgiler, rivayetler; bazı yazılı örnekler, anılar ve hatta fotoğraflar var. Ülkenin hep böyle siyah ve beyazdan ibaret olmadığı dönemlere de sahip olduğunu müjdeleyen anlatılar... Ya da, hadi kimseyi ak-kara tartışmasına çekmeden; kırmızı ve mor diyelim... Gökkuşağı misali... Tayfların en sonları...

Yedi renk ve o yedi renkten oluşmuş güzeller güzeli milyonlarca renk... Hep beraber, bir an bile ayrılmadan... Arada kontrastla ayrılmış gibi ama takma bunlara hepsi görsel bir takım illüzyonlar... İnanmıyor musun? İyi o zaman; en azından şöyle diyeyim... Hayat iki renk değil... Hayatın içindeki hiç bir şey iki renkten doğma değil... İyilik ve kötülük yok. İnsanın, nesnenin, tezahüratın, maçın, kramponun, tozluğun, hakemin ya da statta yan yana duran iki koltuğun biri iyi biri kötü değil... İç içe geçmiş mükemmel bir karışım...

O tayfların içerisinden üç rengi çekip alalım şimdi:
Kırmızıyı...
Sarıyı...
Laciverti...
Ve o renkleri taşıyan formaları giyen oyuncuları alıp bir stada bırakıverelim. Bekleyelim sonra...

Belki eskilere özenip de aşağıdaki gibi bir poz çıkar diyerek...

Lefter Küçükandonyadis ve Metin Oktay

13 Mart 2012 Salı

gibiamadeğil 08

Yeryüzünün 35 yıldızlı tek otelidir Madımak...

[Vedat Özdemiroğlu]



13.03.2012:
Sivas'ta 2 Temmuz 1993'te Madımak Oteli'nin yakılması, ikisi eylemci, biri otel çalışanı 37 kişinin ölümüyle sonuçlanan olaylara ilişkin davada mahkeme bugün zaman aşımı bakımından tarihi bir karar verdi: 'MADIMAK KATLİAMI DAVASI DÜŞTÜ'

8 Mart 2012 Perşembe

gibiamadeğil 07

...

BEN: 
Başınıza gelenlerin suçlusu neden "benimkiler" oluyormuş?


LUKA: 
Çünkü yirmi yıl boyunca, sen bu memleketin düşmanı biliniyordun Teya. Bugünse... bizim memlekette her şey bugünden yarına değişir zaten... Bugünse, düşman benim ve seni buraya yerleştirdiler. Ben taksi şoförüyüm, sen genel yayın yönetmeni. ben sokaktayım, sense burada.


BEN: 
İktidardakilerin hiçbirini tanımam Luka Yoldaş. Onlarla hiçbir alışverişim yok, anlaşıldı mı dostum?


LUKA: 
Senin onlarla bir alışverişin olmayabilir, ama onların gözü hep senin üzerindedir. Bu göreve onların bilgisi dışında mı getirildiğini zannediyorsun? Hak ettiğin için mi oturdun şu koltuğa? Öyle mi sanıyorsun?


BEN: 
Evet, tastamam öyle sanıyorum Luka Yoldaş. Burası benim yerim, benim hak ettiğim bir yer. İki yıllık çıraklıktan sonra bilim doktoru kesiliveren çilingir ustası, döküm işçisi ve bolşevik aydınlar sürüsünden çok benim hak ettiğim bir yer burası. Burada kitap üretiyoruz; çivi, at nalı ya da teneke tarak değil!


LUKA: 
Elbette, dediklerine katılıyorum. Ama daha düne kadar totaliter bolşevik düzenin, bireylerin bilgi ve yetkinliğine değil, yöneticilere körü körüne bağlılık ve kıç yalamaya dayandığını savunurken, bugün, aynı düzen içinde, bir kişinin yalnızca yetenekleri sayesinde hak ettiği yere getirileceğine nasıl inanabilirsiniz? Benim akıl erdiremediğim, işte bu. Her şeyi avuçlarının içinde tuttuklarını, hiçbir şeyin ve hiç kimsenin denetimlerinden kurtulma ayrıcalığı olmadığını bile bile, nasıl olur da kendine ayrıcalıklı bir durum yakıştırırsın? Teya, oğlum, bu düzende kimsenin bir ayrıcalığı yok. Olamaz da!

BEN: 
Bütün bunları biliyorum, ama yine de...

LUKA: 
"Ama"sı yok! Otuz yıl hizmetlerinde çalışmış biri olarak diyorum ki, onlar "ama" sözcüğünü bilmezler. "Ya öyle, ya böyle"den ötesine akılları ermez. Ya, onlara karşı olduğunu sanarak onlardansın; ya da sahiden onlara karşısın; yani hiçbir yerdesin, kısacası yoksun.

Profesyonel [Duşan Kovaçeviç] sy. 45-46

...


7 Mart 2012 Çarşamba

Varlık Yayınları ve Hemingway

"Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları'ndan sonraki en ağır kültür hamlesi olduğu su götürmese de, Türk halkının okuma alışkanlığındaki tıkanıklığı başlatan kitaplardır. Zira formaları kesilmeden ciltlendiği için, yaprakların kesici bir aletle kesilmesi/açılması gerekiyordu okurken. Sahaflardan topladığım pek çok varlık yayınlarına ait kitapların yaprakları hala ilk günkü formunu koruduğundan, insanların bu yaprakları keserek içindekileri okumaktansa, kitabı bir sahafa sattıkları anlaşılmaktadır." buyurmuş sözlük yazarlarından slothics.

Varlık Yayınlarıyla ilgili bu merakım zaten evvel ezeli vardı. Panait Istrati koleksiyonumun da aralarında yer aldığı yeni baskı Varlık Yayınları kitapları, muazzam çevirileriyle her daim okumaya ve yazmaya olan şevki arttırıyor, şüphesiz. Üstelik bendeki kitaplar yeni baskı olduğundan, yapraklarıyla alakalı alıntıda yukarıdaki  belirtilen sorunlar da aşılmış görünüyordu. Yine de içten içe merak ediyordum 1960-1970 döneminin baskılarını. İşte tam da geçen hafta sonu tamamen boş, amaçsız bir gezintiye çıkmışken, Ortaköy sahilinde konuşlanmış sahaflarda, yukarıdaki cümlede de bahsi geçen yaprakları kesilmemiş birkaç Varlık kitabına rastladım.

Çehov'un 'Korkulu Gece Hikayeleri' adlı, şimdilerde cep boy denilebilecek ebatta bir baskısı dikkatimi çekti. İlgilendiğimi gören sahaf, beni Varlık'a boğarcasına, "Bak bunlar da var!" diyerek döktü önüme başka eski basım çevirileri de. Dayanamayıp Hemingway'in 'Silahlara Veda'sını ve 'Kadınsız Erkekler'ini de aldım. Ne de olsa Hemingway bas bas bağırıyordu Woody Allen imzalı 'Midnight in Paris'te...

"Bence gerçek aşk ölüm ile bir ateşkes yaratır. Tüm korkaklık sevgisizlikten, sevgisizlik de ondan. Gerçek ve cesur bir adam ölümün gözlerinin içine bakar... Gergedan avcıları veya Belmonte gibi, gerçek cesur adamlar. Çünkü aşkları, yeterli tutkuyla ölümü onların aklından söküp atar. Ta ki her adamın başına geleceği gibi, geri dönene kadar. Ve her adam tekrar sevmek zorundadır. Bunu bir düşün."

Şimdi Varlık Yayınları'nın Hemingway ve Çehov 1962-1971 baskılarına dönme vakti. Rahatlama, dolma, taşma ve tekrar rahatlama vakti...