24 Mart 2012 Cumartesi

Nereden Bileceksiniz?

Hava nem kokuyor. Şampuan kokusu da var. Ama belli belirsiz bir koku. Aynaya bakıyorum, kendimi tanıyamıyorum. Yüzümdeki çizgiler, neredeler? Bilmiyorum. Bildiğim tek şey tüylerimi diken diken eden o ses. Ellerime bakıyorum. Özellikle de sol elime. Kıpırdatmaya çalışıyorum, biraz geç gidiyor olmalı komutlar ki istediğim an istediğim hareketleri yapamıyorum. Tam o an gözümden bir damla yaş süzülüyor. Düşüyor vücudumu teğet geçerek, seramik zeminin üzerine. Sağ elimin tersiyle gözümdeki yaşı siliyorum. Aynaya takılıyor tekrar gözüm. Bakışlarım alnımdaki derin kesikte, el yordamıyla üzerime bir şeyler geçiriyorum. Kapıyı açıyorum. Kapı gıcırdıyor. Gözümden bir yaş daha geliyor. Artık silmiyorum.

Salona giriyorum. Emre karşımda. Onbeş yıllık can dostum, canım, son yıllardaki ev arkadaşım. Dönüp bakıyor bana, önce ilgisizce. Sonra bir hal olduğunu anlıyor belli ki... Hali, tavrı soru yüklü...

Tam o anda başlıyor... Kulağıma varıyor 'Nereden Bileceksiniz?' ezgileri. Ahmet Kaya söylüyor. Başlarda tok, kalın ve sigara dumanı yüklü sesiyle selamlıyor bizi. Şarkının ilerleyen dakikalarında sesi tizleşecek ve bu tizlik daha da vurucu bir hale getirecek atmosferimizi. Emre'nin gözleri hala üzerimde. Sonunda cesaretini toplamış olacak ki, sesini duyuyorum. Gözlerine bakamıyorum, sadece soru niyetinin ağırlığı dolaşıyor havada.

Bu güleç yüz; bizi alır, nerelere götürür, ah...
"Soğuk mu?" diye giriyor konuşmaya. Cevap veremiyorum. Kafamı 'olumlu' dercesine sallıyorum aşağı yukarı. 

"Çok mu soğuk?" diye ısrar ediyor, inanmak istemezmişçesine.

İlk defa sesim duyuluyor.

"Çok..." diyorum. Sesim titriyor.

"Evet, ama arada ısınıyordur..." diyor bir ümitle.

Onu üzmek istemiyorum ama, bununla karşılaşacak. Onu kandırmamın ne ona bir faydası var, ne de gerçeği değiştirebilir.

"Isınıyor tabi," diyorum... "On saniye kadar..."

"On saniye mi?" diyor. Bu elem yüklü bir soru. Sanki 'Ne olur öyle olmasın, öyle olmamalı' der gibi. İlk kez yüzüne bakıyorum. Gözleri dolmuş.

"Evet, o on saniyede de ancak saçlarını köpürtebiliyorsun. Ama üzülme belki sen girince biraz daha uzun sürer ısınık kalması..."

İyi niyetimin farkında kardeşim. Ama dakikalar sonra kendisinin de karşılaşacağı bu soğuk yüz, sinirlerini bozuyor. Gelecekle alakalı sorulardan ziyade, geçmişten hesap sorar gibi kızgın.

"Sen öyle üşüdün orada değil mi? Böyle o soğuk su ensene değdikçe irkildin ve hiç ısınmadı değil mi? Isınmamıştır puşt... Sen orada öylece ağladın, ama o kombi, o Allah'ın belası kombi arkasını dönüp gitti değil mi? "Kombi abi ne olur..." dedin, "abi ne olur dedin?" Bir an bile düşünmedi değil mi ısınmayı?"

Arkadaşımın bu hezeyanları, bu yükselmeleri Ahmet Kaya'nın iç çekerek 'Siz benim neler çektiğimi / Nerden bileceksiniz?' sorusunun tam da üzerine düşüyor. Artık gözyaşlarımızı tutmak için çaba harcamıyoruz. Yarama basmış gibi, artık anıra anıra ağlıyorum. Gözyaşlarım, gözyaşlarım...

Emre "Öldüreceğim ben bu kombiyi... Anam avradım olsun öldüreceğim. Öldüreceğim bırakın..." diyerek sinir krizi belirtileri vermeye başlıyor. Duvarları yumrukluyor. Başta dur yapma, diyecek oluyorum. Ellerinin üzerindeki deri duvarlara çarpırdıkça, duvarı kırmızı bir renge boyuyor. Parmaklarının büküm noktalarında küçük yaralar beliriyor. Evimizin kapısızlığında, normal evlerde bir kapının olması gereken yere doğru tekmeler savurmaya başlıyor. Müzik yükseliyor, yükseliyor... Göz yaşlarım... Durduramayacağımı anlayınca, sarılıyorum. "Kardeşim sakin ol..." diyorum. 

Beni, gözlerim yaşlı oturtuyor sandalyeme. Ve kimsenin kaçamayacağı o son için, banyoya doğru yola çıkıyor. Odadan çıkmadan, son kez bakıyor. Kararlı. O arada "Siz benim neler çektiğimi / Nerden bileceksiniz?" diye soruyor Ahmet Kaya son kez...



----------
P.S:
'Suskunlar' dizisi, uzun zamandır takip etme hissiyle bir bölümü bitirebildiğim ender dizilerden. Bu parodiyi hazırlatan da yukarıdaki bölümün yüksek oyunculuklarıdır... Tebrikler olsun!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder