Yine içimde bir sıkıntıyla uyanıyorum bugün. Yanımdaki kadına bakıyorum, o. Her zamanki kadın işte. Ne kadar değiştirdi yıllar onu. Ağzından salyalar akmış, nefesi çilekli sakız kokuyor. Dilin üzerine konan son teknoloji ürünü aromatik bantlar sayesinde artık ikimizi nefesi de sabah kalktığımızda çilek kokuyor. Çileği seviyoruz. Yaşlılık, damak kokusu ve mızmız mide asidinin ağızda bıraktığı iğrenç kokular demek. Biliyoruz. O yüzden gece yatmadan önce takma dişlerimizi çıkarıp su dolu bardağa bırakıyoruz. Sonra da çilekli dil bantlarımızı yapıştırıp giriyoruz yatağa. Sırf birbirimizi sabahları öpmemek için bir bahanemiz eksilsin diye...
Bugün çocuklar gelecek. Bugün önemli bir gün. Kahvaltıda buluşacağız. Çocuklar ve onların çocukları... Torunlarımız... "Çocuk sermayeyse, torun kârdır." derler ya, doğru. Ama ülkenin ekonomik durumu bir süredir bombok. Kâra ulaşabilmek için, çok engel var önümüzde... Çünkü çocuklar bir süredir yorgun, pek ortada yoklar. Aslına bakarsanız fazla bir mesafe yok aramızda. Hemen karşı apartmanda oturuyorlar. Ama engel olan da mesafeler değil zaten. Hayat. Ne zaman tenceremi tavamı alıp pencereye çıksam, önce onların evine kayıyor gözlerim. Perdeleri hep açık, ışıkları her daim kapalı son günlerde... Sağda solda geziyorlar, bir park için sokaklara dökülen kalabalığın arasındalar, arada duyuyorum. Onlardan gelebilecek kötü haber senaryoları mide kramplarına neden oluyor vücudumda. Aşağı yukarı bir ay oldu bugün. Midemin durumu ise yaklaşık iki haftadır böyle... Oysa ilk günler ne kadar rahattık. Hiçbir şeyden haberi olmayan, mutlu insanlardık. Şimdi bu ortamda, bir de sağlık sorunlarıyla uğraş...
Aslına bakacak olursanız mide spazmlarımdan da kimseye bahsedemiyorum. Kimseye anlatmak istemiyorum çünkü. Yaşlılar kaprisli olur. Ve huzursuz. En azından gençlikte böyle bir algı var. Beni de kaprisli ve huzursuz biri gibi görmelerini istemiyorum. Midemin spazmlarını düşündükçe, beni bu hale sokan sıkıntıları daha net görüyorum. Sonra spazm tekrar başlıyor. Nasıl bir kısır döngüyse artık... Ne zaman midem tutsa aklıma çocuklar geliyor, ne zaman aklıma çocuklar gelse midem kasılıp kavruluyor.
Biliyor musunuz, karımın ve benim on yıldır kullandığımız Talcid'i iki haftada kullanmış çocuklar! Nereden mi biliyorum? Eğer yaşlıysanız, tüm eczaneler ikinci adresiniz olur. Eczacılar da bir anda öz torunlarınız...
Evet, bizim çocuklar... Sürekli dışarıda keratalar ve işin ilginci korkmuyorlar. Oysa biz
%92 oranında "Evet" demiş bir nesildik
1982 Anayasası'na... Neyse...
Çocuklar gelmeden, hanımı uyandırmadan sokağa çıkmalı ve üç beş değişik nevale almalı kahvaltı için. Kahvaltıda salam yer bunlar, salam bulundurmalı. En önemli misafire hazırlanır gibi hazırlanmalı. Menderes'e hazırlanır gibi mesela. Mümkünse misafir odasındaki büyük masa kullanılmalı bugün kahvaltı sofrası olarak...
Sokağa indiğimde yine, yeni bir şey yok. Herkes günlük telaşında. Direnişin, -
direniş diyormuş bizim çocuklar- uğramadığı bir semt burası. Ülkemiz için Bayburt neyse, İstanbul için de bu bölge öyle. Sadece geceleri, bir refleks olarak iki dakika tava, hepsi bu... Gerisi çocuklarda... Fakat bugün bir değişiklik var semtte... Yeni yeni insanlar. Köşede bir satıcı belirmiş. Mahallemizin yeni bir işportacısı mı var?
Yaklaşıyorum. Tezgahta beyaz plastiğin üzerine, gülen, bıyıklı bir adamın suratı işlenmiş maskeler var. Biliyorum bu maskeyi, çok tipsiz bir şey. İnsana hafiften huzursuzluk veriyor. Bir anda midem tutuyor yine, ekşi suratımla yaklaşıyorum satıcıya.
"Evladım, kim bu maskedeki adam Allah aşkına?"
"V maskesi, dayı."
"Allah Allah... Pek de meymenetsizmiş."
"Dayı ne zamandır çıkmıyorsun evden sen? Dışarıda devrim oluyor devrim."
"Ne ilgisi var bunun devrimle?"
"Oradaki herkes bunlardan takıyor. Anarşi gibi bir şey. Ama iyi yani."
"E, devrim demedin mi az önce... Bizim zamanımızda Ecevit maskeleri vardı böyle. Koca burun, gözlük, kaşlar falan. Yapsanıza Karaoğlan'ın maskesinden..."
"Dayı Karaoğlan mı kaldı Alla'sen?"
"Ne bileyim sen devrim deyince..."
"Valla bilemem dayı. Kadıköy'de Taksim'de herkesin elinde bu maskeler. Vereyim bir tane de sana. Torunlara verirsin."
"Ne kadarmış ki?"
"7,50 lira."
"Yapma, çocuğum! 7,50 ne Allah aşkına, sen de bizi sikiyorsun evladım!"
"Amma kızdın be dayı, tamam 7 lira ver sen."
"İn oğlum in, emekliyim ben."
"Sende kaç var dayı?"
"3 veririm."
"İyi hadi."
"Hah şöyle..."
"Torba vereyim mi, takacak mısın?"
"Ver torba ver... Alay edilmez büyüklerle, godoşluğun lüzumu yok!"
"Eyvallah dayı, Allah bereket versin."
"Eyvallah eyvallah."
Maskeyi alıp uzaklaşıyorum. Sırasıyla markete, fırına ve gazetecime uğruyorum. Herkesin gözleri, elimde tuttuğum şeffaf torbanın içinden belli belirsiz görünen maskede. Göz göze geliyoruz. Gülümsüyorlar. "Helal amcama!" diyor gençlerden biri. "Ne oluyor amına koyayım?" diye düşünüyorum. Yaşlılık, ağzınızın ayarını bir türlü tutturamamaktır.
Eve çıkıyorum. Neriman kalkmış, çayı koymuş, beni bekliyor. Maskemi takıp arkasından beline dolanıyorum. Geçirdiği 72 yılın tüm cilvesiyle, dans ederek kalçasını sürtüyor bana. Bir an umutla önüme bakıyorum amma velakin en ufak bir hareket yok bizim tüfekte... İşimizin bitik olduğunun farkındayız, ama birbirimize sırnaşmaktan kendimizi alamıyoruz.
"Çok güzelsiniz ham'fendi!" diyorum ona sesimi olabildiğince değiştirerek. Böyle bir tipi olan adamın, bas bariton bir sesi vardır diye düşünüyorum. Sesim onu etkiliyor. Boynumu tutuyor, süzülüyor önümde arkasına bakmadan.
Ama o an eli maskemin plastiğine dokunuyor. Bir anda çığlık atıyor ve bana dönüyor. Yüzümü görünce bir rahatlama beliriyor yüzünde, göz kapakları gevşiyor. Bayılacak sanıyorum, şaşırtıyor beni.
"V! Sen misin gerçekten?"
"Lan," diyorum. Sinirleniyorum. "Nereden tanıyorsun sen V'yi Neriman?"
"Ay, İhsan..." diye içi çekiliyor yine bizimkinin. "Sen miydin ya?"
"Cevap ver dedim, nereden tanıyorsun elin anarşistini?"
"Şey... Ben..." diye kem küm ediyor. Meraklı gözlerle bakıyorum ona.
"Sen ne?"
"Aman İhsan, tadımız kaçmasın şimdi."
"Neriman!" Sesimin şiddeti bir iki tık yüksek çıkıyor.
"Her yer Taksim, her yer direniş!" diyor Neriman küçük harflerle...
"Efendim?"
"Her yer Taksim, her yer direniş!" diyor tekrar.
"Her yer ODTÜ, her yer..."
"Evet, o da var." diye kesiyor sözümü.
Sonra öpüyor beni bir Fransızın başka bir Fransızı öptüğü gibi... Yüzümde hala V maskesi takılı. Tam o anda zil çalıyor. Çocuklar geliyor, yarıda kesiliyor az önceki işteş faaliyetimiz. Kapıya yöneliyor Neriman. Arkasından kalçasına bakıyorum 50 yıllık eşimin...
"Direnince çok güzel oluyorsun Neriman!" sözcükleri dökülüyor ağzımdan.
(27 Haziran 2013 tarihinde sufflor.com'da yayınlanmış yazımdır.)