24 Aralık 2013 Salı

Her

- Can you feel me with you right now?
- I've never loved anyone the way I love you.



Yönetmen Spike Jonze'u daha önce Being John Malkovich adlı filminden tanıyorum. O filmi çok samimi, sıcak, biraz da değişik bulmuştum. Yeni filmi, Her'de, bana kalırsa geçen yıl The Master'daki rolüyle Oscar alması gereken Joaquin Phoenix'i tercih etmiş. Bu adamın oldukça sükse yapan The Gladiator'deki başarısından sonra ortalıktan kaybolmasını çok can sıkıcı bulmuştum. Tamam, Joaquin'le yatıp Joaquin'le kalkmıyordum ama yine de yetenekli bir adamın bir meczupa dönüşmesi, takdir edersiniz ki oldukça can sıkıcıdır. Neyse ki o kem günler bitmiş gibi görünüyor. Geçen yılki başyapıt The Master'dan sonra şimdi Her'de, yine ilginç bir rolde karşımızda kendileri. Üstelik bu sefer kendisine, fragmanlardan anladığımız kadarıyla hiç görünmese de, Scarlett Johansson da eşlik ediyor. Bence güzel bir film hazırlamış olmalı bize bu kadro.

14 Şubat 2014'te ülkemizde vizyona girecek filmin konusu şöyle:

Theodore Twombly hayatını, yakın gelecekte nadir bulunan bir şeye dönüşecek olan el yazımı mektupları yazarak kazanmaktadır. Ve bugünlerde artık insanların işlerini, bilgisayar programları yerine getirmektedir. Theodore, karısından boşandıktan sonra bir apartman dairesinde tek başına yaşamaya başlar ve bir gün karşılaştığı bir teknoloji reklamıyla birlikte hayatı değişir. Kusursuz bir yapay zeka sistemi sunan yeni telefon modeli, onu son derece çekici bir kadın olan Samantha ile tanıştırır. Sanal bir varlık olan Samantha, Theodore'u dünya ve hayat üzerine sorduğu sorularla bambaşka bir gerçeklikle tanıştırır. Ağır bir depresyonun içerisinde olan Theodore, yavaş yavaş hayatın keyifli yanlarını fark etmeye başlarken yapay zeka programıyla arasındaki ilişki de gitgide tuhaflaşır.

Fragmanı da gayet başarılı... Neyse, yeni yılı beklemek için ufaktan da olsa bir sebep daha çıktı.


4 Aralık 2013 Çarşamba

gibiamadeğil 28: Bilirim bir kışa hazırlanmayı

Kışın soğuğu varsa, bizim de Turgut Uyar'ımız var.
Bilirim bir kışa hazırlanmayı, en sevdiklerimden. Turgut Uyar'ın Tomris Uyar'ı özlediği gibi özlüyorum bazen kış mevsiminde aklıma takılıp kalan kimseleri...
 
"...
Şimdi tutalım bu diriliği artık. Zamanıdır.
Zamanıdır. Neredeyse kar başlar. Küçük kuşlar ölür.
Semerciler ve dilsizler ölür.
Seninle ben kalırız. Yeni bir yaşamaya.
Gökler ve kentler ufalır. Seninle ben kalırız.
O şarkı sanılanlar bir kavga halini alır.
Neredeyse kar başlar.
Birini düşünür gibi oluruz. 
Biliyorum ellerin de üşür.
Biliyorum ama ısıtabilirsin onları. 
O ateşte.
Hazırsın da. 
Biliyorum.
Ama sana bir boyun atkısı gerek.
Kış geldi."


3 Aralık 2013 Salı

Taş Kağıt Makas

Taş makası kırar; taş kazanır.
Kağıt taşı sarar; kağıt kazanır.
Makas kağıdı keser; makas kazanır.


Geçenlerde "Reklam sektöründe yaratıcılık öldü, ruhuna fatiha!" temalı bir yazı okudum. Sektörün ileri gelen kimselerine bu konuyla ilgili düşünceleri sorulmuştu. Cevaplara bakınca bu kişilerin, "Yaratıcılık öldü!" önermesine tamamen katılmadıklarını görmüş oldum. Evet, ortada bir yaratıcılık sıkıntısı vardı. Ama bu durum, ilk olarak müşterilerin cesaretiyle ilişkilendiriliyordu. Yoksa reklamcılar çılgın atmaya her zaman hazır ve nazırdı. Yeter ki müşteri beğensin, çalışma arkadaşları cesaretlendirsin ve yapılan işler uygulanınca, emekler boşa gitmesin. İşler istenildiği gibi gelişirse, sonuçta bize her yer yaratıcılıktı...

Bir diğer durum daha vardı bu başarısızlık durumuyla ilgili. Aslında hiç de küçümsenmemesi gereken bu diğer durum; teknoloji çağıyla kaba tabirle piçliğe çalışan beyinlerin bir araya gelmesiydi. Bu yaratıcı beyinler, üretimin âlâsını yapıyordu şu günlerde. Farklı fikirleri, farklı platformlarda, üstelik kimseye kabul ettirme kaygısı taşımadan paylaşıyorlardı. Son birkaç yılda internette fenomen haline gelmiş, zaytung, inci caps gibi fikirler de hep bu ahalinin oyunlardı. 

Neyse... Sonuçta yukarıdaki gibi bir paylaşım gördüm bugün. Aklıma o yazı geldi. Öyle bir bahsedeyim istedim. "Bahane üretmek istersen kolaylıkla üretebilirsin." Buna katılıyorum. Ama yine de içime bir kurt düşmedi değil...

1 Aralık 2013 Pazar

gibiamadeğil 27: Bereketli Topraklar Üzerinde

Bir süre konuşmadılar. Ortalık iyice kararmıştı. Çevrelerinde ateşböcekleri uçuşuyor, yakınlardan insan mırıltıları geliyordu. Birden yanık bir gazel yükseldi. Ta yürekten kopup gelen, halinden, dünyasından dertli bir gazeldi. Yusuf’un içi büsbütün kabardı. Ellerini yüzüne kapadı, kana kana, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Neden sonra da tam tersi oldu. Gözyaşlarının kaynağı sanki birden bire kurudu. Sinirlenmişti hatta. Sanki Pehlivan Ali’nin anası karşısındaymış da, “Oğlumu Çukurova’ya sen götürdün, patozlara sen yem ettin, Alimi senden isterim!” diye yakasına yapışmışçasına, “Bana ne?” dedi. “Benim elimde ne var? Ben icat çıkardıysam kötülüğüne mi? Elin avradını al da yazının yüzüne mi kaç dedim? Gitmeseydi. Yazıya mazıya gitmeseydi. Adam olaydı da duvarcılık belleyeydi; öyle değil mi ama Mıstık?”

Hidayet’in oğlu, “Hiç canım,” dedi.

“Bana ne anam derim, oğlunu ben öldürmedim ya. Deli kafasının dikine gitti. Allah vermeye kendir kement zapt mı ediyordu? Karınca kanatlanmazsa zeval bulmaz derdi emmim. Doğru. Ali de kanatlanmayaydı… Doğru mu eğri mi?”

“Doğru arkadaş, bıçak gibi dosdoğru laf!”

“Lakin denmez be Mıstık. İnsanlığa sığmaz be. Neden dersen, insan dediğin bir insan ya canını vermeli insanlar için ya da gölge etmemeli dünyamıza!”

Hidayet’in oğlu hiçbir şey anlamadığı halde, “Doğru,” dedi.

“En iyisi, sövüp saysa bile cevap vermemeli, o değilden gelmeli. Zaten ciğeri yanık fukara avradın…”

Hidayet’in oğlu yeni bir sigara yakacaktı, sigarası tükenmişti. Yusuf’tan istedi. Yusuf paketle kibriti uzattı. Hidayet’in oğlu bir sigara yaktı, sonra kibritle paketi cebine soktu.



Orhan Kemal'in en sevdiğim kitabı Bereketli Topraklar Üzerinde. Yukarıdaki kısım da aslında kitabın sonlarında yer alan sağlam bir 'spoiler' içerir. Ve fakat ben bu tip kitaplarda 'spoiler' olayının çok abartılmaması gerektiğini düşündüğümden, rahat rahat dökülüverdim gitti. Okumayanlara keyifli okumalar olsun... 

28 Kasım 2013 Perşembe

Aralık'ta Başka Sinema'da

Başka Sinema başladı. Hatta iki gün sonra birinci ayını doldurmuş olacak. Rakamlar ve konuşulanlar, şimdiye kadar bu organizasyonla ilgili her şeyin yolunda gittiğini söylüyor. "Madem festival filmlerine yeterli ilgi gösterilmiyor, öyleyse biz de yayınlamayız." diyen sinema işletmecilerine on numara bir cevap olarak doğan Başka Sinema'nın, aylık programı da şekillenmiş. Aralık'ta hangi filmleri izleyeceğiz, Başka Sinema'nın internet sitesini ziyaret ederek öğrenebilirsiniz. Yeni sinema akımımızın ömrü uzun, seyircisi bol olsun.

Aralık ayı programında yer alan filmlerden iki öneri... Hem size hem kendime.

(i) La Vie d'Adèle

Kasım ayı programında da yer alan ve izlemeden geçirdiğim gün sayısı arttıkça içimi sıkıntıyla kaplayan film, La Vie d'Adèle Aralık ayında da Başka Sinema'da gösterilmeye devam edecek. Benim gibi, işini son dakikaya bırakmayı sevenlerdenseniz, bu ay hepimizin son şansı olabilir. İzleyelim artık şu filmi...


Biraz uzun sayılabilecek sevişme sahneleri, oyuncular ve yönetmen arasındaki polemikler falan, milyonlarca şey söylendi bu filmle ilgili. Ama her konuşmanın ortak noktası, filmin harika olduğu ve 21. yüzyılın en büyük aşk filmi olduğu yönünde... Bakalım, göreceğiz. Buyurunuz fragmana...




(ii) Jeune et Jolie

Jeune et Jolie, filmlerinin hastası olduğum Fransız yönetmen François Ozon'un imzasını taşıyor. Konu yine 'Batı'nın ahlaksızlığı'. Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye seçkisinde yer alan ve film eleştirmenleri tarafından övgüyle bahsedilen bu filmi izlemek için sabırsızlanıyorum.


François Ozon, bu filmi "4 mevsim ve 4 şarkıyla 17 yaşındaki bir kızın çağdaş portresi" olarak tanımlıyor. Daha fragmanını izlerken bile Buñuel'in meşhur Belle de Jour filmini çağrıştıran bir öykü. Filmin ana karakteri, ergenlikten henüz çıkmış, cinsel uyanışıyla aşk arayışını bir fahişe olarak yaşamayı tercih eden bir kız. Beden, ergenlik, aile ve cinsellik kavramları pek tabi ki yönetmenimiz François Ozon'un en ilgilendiği hikayelerin başında geliyor. O yüzden diyebilirim ki yine sağlam bir filmle karşı karşıya olduğumuzdan neredeyse eminim. Bunu da izleyip göreceğiz tabi.



27 Kasım 2013 Çarşamba

gibiamadeğil 26: Gece Sürüşü

Yönetmen Nicolas Winding Refn'in, 2011 yılında kendisine Cannes Film Festivali'nde En İyi Yönetmen ödülünü getiren Drive adlı filmini izledim dün. İzlemeye başlamadan önce, filmle ilgili; iğrenç, zaman kaybı, "Verin bana iki saatimi!" diye haykıran yorumlar gördüm. Bu yorumların tamamen aksi yönünde "Hollywood nihayet Avrupai filmler yapıyor." diye yorumlar da...



Ben tam olarak bu ekibin hangisine dahil oldum bilemiyorum ama genel olarak bir filmin atmosferini zaman zaman sıkılarak da olsa tam anlamıyla yaşayabildiğimi söyleyebilirim. Öyleyse ister istemez bu filmi beğenen izleyiciler klasmanına girebilirim. Müziklerine, karelerine ve zaman zaman donuk ama genellikle yerinde oyunculuklarına duyduğum hayranlık bu klasmandaki yerimi sağlamlaştırıyor. Ancak beni yine de kararsızlığa iten şey çok zekice ve aynı oranda etkileyici bir başlangıç yapmış olan filmin devamından çok şey beklemiş olmam. Çünkü beklentimi ister istemez farklı bir noktaya çekmiş olacağım ki film beni bir türlü tatmin edemedi. Şimdi şu soruları sorabilirsiniz:



- Filmin atmosferine girebildin mi?
- Evet!
- Filmin müzikleri ve müziklerin kullanıldığı yerler hakkında olumsuz bir görüşün var mı?
- Böyle bir şey söylersem çarpılırım.
- Kareler, planlar nasıl?
- Oldukça iyi. Pek çok Amerikan filmini ezer geçer.
- Oyunculuklar peki?
- Doğal, akıyor gidiyor.
- Eee, derdin ne peki?
- Hikaye galiba...

Yani ne oldu da bu adam bütün dünyayı karşısına aldı? Aşık mı oldu? Karakterin geçmişini bilmiyoruz ama böyle bir adamın mutlu bir ailede yetişmemiş olduğunu anlayabiliyoruz. E öyleyse... Kendini ilk kez bir ailenin üyesi gibi mi hissetti?

Yazı biterken açıklığa kavuşturabilirim sanırım. Ben bu filmi sevmişim. Yani filmi ciddi anlamda osuruktan bulsam, üzerine bu kadar düşünmezdim herhalde. İyidir iyi... Başrolde Ryan Gosling, Gatsby'den hatırladığımız Carey Mulligan ve Breaking Bad'deki kralımız Bryan Cranston'ın oyunculuklarıyla, Taxi Driver'daki Travis Bickle'ın izinden giden dolu bir karakter filmi olmuş Drive.

Kapanış Kavinsky'nin Nightfall'uyla... Gecenin kör saatlerinde geçen bir filme daha iyi bir müzik seçilemezdi.


22 Kasım 2013 Cuma

gibiamadeğil 25: Plan Sekans [Kramer vs. Kramer]

Uzun zamandır sinemayla hemhal olmuş biri olarak plan sekans -yani tek kamera açısından bütün sahnenin verildiği plan- konusuna mesafeli yaklaşırdım. Önceden izlediğim ve anlamadığım bunalım filmlerin buna katkısı olmuştur eminim. Zamanla hem bu tarz filmleri biraz daha anlayabildim ve plan sekans'a bakışım değişti hem de bu çekim tekniğinin başarılı Hollywood örneklerini gördüm, şevklendim.



Kramer vs. Kramer, aslında üzerine ayrı bir yazı yazılması gereken bir film. Yakın zamanda bunu yapmaya çalışacağım. İsteğime ve o anki gaz durumuma bağlı. Çünkü bu filmle alakalı gerçekten gaza gelmem lazım, aksi takdirde yeteri kadar hakkını verememiş olacağım.

Gelelim sahneye... Kabaca konudan bahsedecek olursak, başarılı reklamcımız Ted Kramer (Dustin Hoffman), karısı Joanna Kramer (Meryl Streep) tarafından terk edilmiştir. Üstelik karısı çocuklarını da Ted'e bırakarak çekip gitmiştir. Terk edildiği ana kadar çocuğuyla muhtemelen kahvaltılar ve hafta sonları yasak savmak için çıkılan park yürüyüşleri dışında pek ilgilenmeyen Ted'in hayatının odak noktası, karısının gidişiyle değişir. Artık Ted Kramer'in hayatında iş 'out', çocuk bakımı 'in'dir. İşte bu süreçte baba oğulun hiç alışamadıkları değişimin, rutine dönüştüğü bir an vardır. Zor süreçler atlatılmıştır. Baba tamamen oğluna, oğlan da tamamen babaya aittir. Konuşmadan anlaşabilmeye başlamışlardır.


Dediğim gibi, filmi bir gün detaylı incelemek gerek... Ama ondan önce, henüz izlemediyseniz Kramer vs. Kramer'i izleyin. 1979 yapımı, Robert Benton imzalı filmin, 52. Oscar Ödülleri'nde Francis Ford Coppola'nın yönettiği Apocalypse Now karşısındaki haklı galibiyetine hiç şaşırmayacaksınız.

20 Kasım 2013 Çarşamba

Palyaço Yakup'un Hikayesi

Ben Yakup. Karşınızdayım. Şu an burada olmam nasıl bir şansın, nasıl bir ilahi oyunun sonucu bilmiyorum. Annemin gözleri ne renkmiş, babam dünyada en çok neye sinir olurmuş, bunların hiçbiri hakkında bir fikrim yok. Onları hiç tanımadım. Tek bildiğim, şu an burada karşınızda duruyor olduğum.

Geldiğimden beri bana bakıyorsunuz. Muhtemelen, akşam buluştuğunuz arkadaşlarınıza, ailenize, belki çocuklarınıza beni anlatacaksınız. Benim ne kadar komik olduğumu, nasıl gülünç bir burnum olduğunu falan… “Bugün çok ilginç bir tiple karşılaştım.” diyeceksiniz onlara. O kadar güzel anlatacaksınız ki, hepsi beni tanıyıp, sürekli çevrelerinde olmam gerektiğini söyleyecekler. Ama bilmeniz gereken bir şey var. Beni hayatınızda istemek için bu kadar acele etmemelisiniz.

Ben Yakup. Benim için her şey karanlıkta başladı. Doğduğumda hemen açmadım gözlerimi. Dünyanın nasıl pis bir yer olduğunu içerde müjdelemişlerdi bana. Nakliye kamyonunun altında kalan babam, bir silüet olup girivermişti bulunduğum ıslak yere… “Dışarıya çıkmak istediğine emin misin evlat?” diye sormuştu. Bir şey anlamadığımı görünce de, benim geri zekalı olduğuma kanaat getirmiş olacak, başka hiçbir şey söylememişti. Geldiği gibi çıkmıştı karanlık ve nemli habitatımdan. Giderken sadece, “Annene iyi bak.” demişti. Böyle haberim olmuştu annemden. Daha birbirimizi görmeden tanışmıştık… Zaten onu kanlı canlı karşımda göremedim hiç. Neyse…

O muazzam sıcaklıktan çıkar çıkmaz, güvenle kurulduğum yerimden sökülüp çıkarılmam büyük bir olay değilmiş gibi, dışarıda beni yeni bir sürpriz bekliyordu. Belli belirsiz “Kan basıncı düşüyor.” gibilerinden bir laf işitti minicik kulaklarım. Sonrasını duyamadım. Uyandığımda kendim gibi 19 veletle aynı odadaydım. Aralarında hiç tanıdığım yoktu.

Karanlığın soğuk nefesini her an ensesinde hisseden bir kulunuz olarak, şunu söylememe izin verin. Gündüzleri gülümseyen, gecenin yalnızlığında öfke ve kedere bürünen herkes anlar beni… Büyüdüm. Aradan 25 yıl geçti ve ben büyük bir adam oldum. İş bulma yaşı gelmiş de geçmekte olan, büyük bir adam…

Karşımda oturan insanlar bu iş için uygun olup olmadığımı soruyorlardı. “Ne kadar saçma bir soru bu!” diye düşündüm. İnsan uygun olmasa bile “Bu iş için uygun değilim.” der miydi? Ben de insandım. Ve işin ne olduğu hakkında bir fikrim olmamasına rağmen, “Bu iş için kesinlikle uygunum.” anlamına gelen kelimelerimi dökmüş bulundum. Bekledikleri cevap buymuş gibi hep birlikte alkışlamaya başladılar beni. İşe başladım.

Evet, sevgili dinleyen, artık maaşı olan, vergisini veren bir palyaçoydum. Çok uluslu bir fastfood devinin maskotu olarak sürdürüyordum hayatımı. Bütün gün fotoğraf stüdyolarından reklam çekimlerine, günün nasıl geçtiğini anlamıyordum. Çocuklar beni çok seviyordu. Anneler babalar, çocuklarının bana gelmek istemesine uyuz oluyorlardı. Ama arada çocukları yanlarında yokken onlar da bana geliyordu. Yüzlerinde hep o mahcup gülümseme… Bazen yaptıkları bu hareketi çocuklarına anlatmayayım diye göğüs cebime para tıkıştırıyorlardı. Ne gerek vardı ki tüm bunlara? Ben zaten hepsinden daha çok kazanıyordum şu maskotluk işinden…

Aylar geçti. Sonra bir gün onunla karşılaştım. Bir kişinin, bir hayat süresi boyunca görebileceği en güzel kadınla… Evet, sevgili dinleyen… Karnımı ağrıtan bu garip hissi patronumla paylaştım. Bunun aşk olduğu konusunda anlaştık. Ama anlaşamadığımız bir nokta vardı. Markanın imajı açısından, etrafta birileriyle görünmem yakışık almazdı. Yani sonuç: O kızı unutacaktım! Gel gör ki, bu işler bu şekilde yürütülemiyordu.

Bir süre sadece Ice Tea Limon içerek yaşadım. Vücuduma giren bu şekerli meşrubat gün içerisinde saçma sapan gülüşler atmak zorunda olan bünyeme iyi geliyordu. Ama akşama doğru midemin kasılmaları şiddetleniyordu. Çocuklar artık itici geliyordu bana. Ve ebeveynleri… Zaten onları bir türlü sevememiştim. Bu konuyu da patrona açtım.

Patron bu durumu da hoş karşılamadı. Bir şeyler söyledi durdu. Sinirlerim allak bullak olmuştu. Artık giyinmek dahi istemiyordum. Aynada kendime bakmaktan bile keyif almaz olmuştum. Sen bilmezsin sevgili dinleyen, insanın içine neşe katan bir yüzüm vardır benim. Yani vardı. Ama uzun zamandır göremiyordum artık o yüzü.

Sonra bir gün yine onu gördüm. Düşünmeden konuşmak istedim onunla. Bir üçüncü kez gelmez diye endişelendim belki de, bilmiyorum. Yanına gittiğimde inciden bir çit gibi sıralanmış dişlerini göstererek güldü bana. Gülüşü içimi ısıttı. Yanında kimse yoktu.

“Benimle evlenir misin?” dedim ona, evlenmek hakkında en ufak bir fikrim olmadan.
“Evet!” dedi. Ve aslında vejetaryen olduğunu söyledi. Dediğine göre her gün kilolarca etin servis edildiği o izbeye sadece beni görmek için geliyordu.
“Öyleyse?” diye çıktı sesim.
“Evet…” dedi tekrar, “Buraya sadece seni görmek için geliyorum.”
“Ne zaman evleniriz?” diye sordum. Hayatımda ilk kez, biri benim için bir şeye katlanıyordu. Bunu kaçıramazdım.
“Bilmem.” dedi.
“Bir daha ne zaman gelirsin?” diye sordum.
“Bir daha buraya gelmek istemiyorum.” dedi. “Sana geleyim.”

İçimde bir şeyin hareket ettiğini fark ettim. İkimizin de gözleri aynı anda aynı yere kaydı. Hareket eden şey içimde değildi, vücudumun ön kısmına tekabül ediyordu.

“Olur.” dedim biraz da utanarak. Güldü. Ben de güldüm.
“Nerede oturuyorsun?” dedi. Adresimi verdim.
“Tamam, akşam görüşürüz.” dedi.

O gün tüm çocuklara gülümsedim. Patron yanıma gelip harika biri olduğumu söyledi. Bu hızla çalışırsam, bir şeyler bir şeyler… Çok ilgilenmedim.

İşten çıkıp eve ulaşana kadar saatler geçti. Evin önüne vardığımda aşkım beni bekliyordu. İnsanların çok mutlu olduğu zamanlar vardır sevgili dinleyen. Öyle bir anın içindeydim. Hayatımda ilk defa…

“Çok beklettim mi?” diye sordum.
“Hayır.” dedi yine gülümseyerek.

Kapıyı açmaya yeltendim. Kapının demirini kavrayan elime dokundu. Ürperdim. Ona döndüm. Bana kocaman bir öpücük verdi. Makyajım bozuldu, oralı olmadım. Sonra usulca kulağıma eğilip bir soru sordu.

“Yalnız para işini ne zaman hallederiz. Numan onun için bekliyor da…”

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Yalan değil, birinci kattaki yaşlı kadın her akşam dökerdi çaydanlığı temizlerken. Ve ben yandım. Derimde değildi yangın… İçim yanıyordu sanki.

“Numan?” dedim.
“Numan işte!” dedi sokağın köşesindeki hırpani adamı göstererek.
“Yani sen, şey misin?” dedim ona.
“Beğenemedin mi lan?” dedi. Çirkinleşti bir anda. Ve Numan’a seslendi. Numan bir aşağılıkmışım gibi vurdu bana. Hırsını alamamış olacak ki, defalarca sürdü bu yumruklama olayı. Sonra aşık olduğum kadını da alıp gitti.

Ben hayatımda hiç ağlamamıştım sevgili dinleyen. Yani doğum denen o saçma andan sonra hiç… Kapı ağzında yığılmış yatarken, tuzlu bir sıvı indi gözlerimden ağzıma. Ve bir ses duydum yıllar sonra ilk kez. Babamın sesi. “Dışarıda kalmak istediğine emin misin evlat?

Değildim. Eve çıktım, küvete uzandım ve bileklerimi kestim. Günler sonra eve giren patronum evi kokutan ölü vücudumla karşılaştığında bir tek şey söylemiş.

27’ler Kulübü’ne giremedin be Yakup!

13 Kasım 2013 Çarşamba

"Allacciate le Cinture" Az Yakında Sinemalarda!

Ferzan Özpetek'ten yeni film geliyor ahali!
Fragmanına bakınca film güzel görünüyor.
Zaten ne kadar kötü olabilir ki?


12 Kasım 2013 Salı

Sinematik Seyahat

Bir yoldu parıldayan, gümüşten, 
Gittik... Bahs açmadık dönüşten.   
[Yahya Kemal Beyatlı, Gece]

"Viyana her daim serin. Yazın ortasında, Temmuz'un 12'sinde olmamıza rağmen burada hava epey soğuk. Yol kuzeye bakıyor. Önümüzde belli ki daha serin geceler var. Şu an burası böyleyse, acaba Güney Yarımküre'de işler ne alemde? İnanır mısınız, hiç merak etmiyorum. Lapa lapa kar yağıyordur, ne olacak! Oysa uyarmıştı meteoroloji sevgili Güney Yarımkürelileri aylar öncesinden. "Bu yıl hava biraz soğuk yapacak, mevsim normallerinin birkaç derece altında olacak sıcaklıklar." Ama biz Kuzey Yarımküredeyiz. Hatta daha da kuzeye gidiyoruz. Havanın sıcaklığına güvendik, altımızda şort üstümüzde tişört, baldırımız çıplak, yollardayız. Tüm kıtayı kılcal damarlar misali çevrelemiş demiryollarının metali, yorgun geceyi soğutuyor ve biz hiç oralı değiliz. 30 günümüz ve tek bir amacımız var: 30 günde eğlenebildiğin kadar eğlenmek! 

"30 günde çok güzel eğlenebilir insan. Unutulmaz anılar biriktirebilir, daha sonra her aklına düştüğünde gözlerini nemlendirecek sohbet ortamlarında bulunabilir, zaman zaman kafası kıyak gezebilir, sinemayı da kesinlikle atlamaz tabi, kesinlikle sinema salonlarına kapağı atabilir, filmlerin çekildiği mekanların bizzat havasını soluyabilir, sinema müzelerinde gezinebilir ve hatta müze görevlisi fıstığı dudaklarının kenarından öpebilir. Neden olmasın? Bunun için yapılması gereken biraz hava almak, insanlarla tanışmak, fırsat buldukça sinema konuşmak...

"Filmler asla sadece izlenmek için yapılmazlar, bilirsiniz. Kimi zaman film okuyup, kimi zaman da filmlere mekân olmuş yerleri ziyaret ederek günlerce sinema üzerine konuşabilirsiniz. Bu yüzden ben ve sadık yoldaşım, şimdi yollardayız. Görecek o kadar çok yer var ki, böyle bir gezi asla planlanmadan yapılamaz. Hava soğuk... Ama sinema var. Sinema bizi ısıtır mı? Kesinlikle. Olabilir."

Kalemini küçük not defterinin kenarına iliştirdi ve yakın zamanda bir daha asla bakmayacağını bildiği yazılarını sırt çantasına yerleştirdi genç adam. Karşısında, yol arkadaşı uyuyordu, belli belirsiz bir horultu yayılıyordu burnundan her nefes alıp verişinde. "Ne kadar çabuk yoruldu!" diye düşündü genç adam, "daha yola çıkalı iki gün oldu."



Karşısındaki adamdan umudu kesti ve gözlerini dinlendirmeye başladı. Sağ eli, sırt çantasının üst bölümünde kalan tutamaça ilişmişti. Kapı aniden açılır da içeriye biri girerse -bir kompartıman görevlisi, bir evsiz, kendileri gibi yola çıkmış genç turistler olabilirdi bunlar- eşyalarının başına bir şey gelmesini istemiyordu. Biraz durdu gözleri kapalı bir şekilde. Yok. Uykusu yok. Henüz yeterince yorulmamış. Tekrar açtı gözlerini. Başını cama dayadı. Gün yavaştan ağarıyordu pencerenin dışında. Belli belirsiz karanlık silüetler oluşuyordu ufuklarda.     Tekrar not defterini çıkardı genç adam. Filmler ve şehirler listesini açtı. O ana dek onlarca kez okumasına rağmen, tekrar okumaya başladı güzergâhlarını... Görmek istediği yerleri...

Viyana yazmıştı ilk sıraya. Karşısına da Before Sunrise... Başlığın altında kendi kaleminden çıkan küçük bir not vardı:

Aşkı bir tren seyahatinde bulan ve tüm gece, gün ağarana dek o kadınla laflayıp, bir yıl sonra görüşmek üzere toparlanıp giden o adam ben olabilir miyim?



Berlin vardı sırada. Karşısında da Good Bye Lenin... 

8 ay komada kalan annesi, en ufak bir şokta diğer tarafa geçiş yapmasın diye, ona sanal bir Doğu Almanya dekoru hazırlayan, zar zor bulduğu Doğu Alman yapımı turşuları dolaba dolduran, kendi başına sanal Ana Haber Bültenleri oluşturan adam ben olabilir miyim?

İkinci Alman kenti. Hamburg... Kebab Connection... 

Ben hangisiyim? Alman sevgilisiyle kentin vazgeçilmezi haline gelen muazzam dürüm ustası, reklamcı İbo mu, yoksa İbo'nun kendinden kaçık babası Mehmet mi?

Brugge'e gelmişti sıra, karşısında da pek tabi ki In Bruges... "Belki de aralarında en sevdiğim." diye not düşmüştü filmin kenarına. Başka bir not daha:

"Ölmeyi ya da hapse düşmeyi istedim. Bunlar başıma gelseydi Brugge'de olmazdım. Sonra, ya cehennem Brugge gibi bir yerse diye düşündüm. Ölme isteğimden vazgeçtim." diyor Ray. Acaba Ray haklı mı?

Amsterdam... Ocean's Twelve... Bu listede bir Hollywood filmi olacaksa, o filmin yönetmeni de Steven Soderbergh'ten başkası olamazdı zaten. Yanlış anlaşılmasın, diğerlerinin -son yıllarda Woody Allen dışında- Kıta Avrupası'yla pek alakaları yok. Bir not da vurada vardı:

Danny Ocean'ın suçlular topluluğuna kabul edilebilir miyim? Edilirsem benden ne yapmamı isterler? İnsanlara zarar verebilir miyim? Ya istediklerini yapamazsam... İstedikleri, kötüleri kazıklamaksa öyle bir yaparım ki... I'm in!

Paris'e gelmişti sıra. Karşısında uzuuun bir liste vardı. Yorum yoktu. The Dreamers... La Haine... Les Amants du Pont-Neuf... Inception... Au Bout De Souffle... Before Sunset... Belle De Jour... Intouchables... Paris, Je T'Aime... Holy Motors... Midnight in Paris... Angel-A... Les Quatre Cents Coups... La Reine Margot... Last Tango in Paris... La Môme... Moulin Rouge... Sabrina... 



İspanya'ya inmişti bile liste. Barcelona vardı sırada. Vicky Cristina Barcelona... Yorum pek bir manidar:

Ne düşündüğümü biliyorsunuz. Birbirimizi kandırmayalım. Akdeniz'deyiz, kanımız kaynıyor ve Amerikalı misafirler çok güzel... Üstelik deli eski eşim hala bir afet...



Roma... Burada da liste filmlerle değil, yönetmenlerle tamamlanmış. Bu çocuk bu yönetmenlerin hepsini tanıyor olamaz. Michelangelo Antonioni, Federico Fellini, Franc Capra, Pier Paolo Pasolini, Bernardo Bertolucci ve Ferzan Özpetek... Ne mi yazmış?

Sanat aşkım İtalya'dan ötürü... Şimdi arka planda Sezen Aksu çalarken, İspanyol Merdivenleri'ne çökmüş hızlı hızlı ne konuşuyoruz Ferzan'la?" diye bir not düşülmüş listenin altına.

İstanbul... 

Dönüş. Taksim. İstiklal Caddesi akşamın bu saatlerinde belki 1 milyon kişiyi ağırlıyor. Aralarından ancak yer bularak inebiliyorum Galatasaray'a doğru. Aslında hedefim oraya kadar inmemi gerektirmiyor. Cadde üzerindeki Sin-Em Han'ı bulacağım, orayı geçer geçmez ilk sağa gireceğim, biraz ilerleyeceğim ve karşımda Emek Sineması. Oraya girip, o an vizyonda ne varsa, onu izleyeceğim. Evet, düşüncelerle iniyorum Galatasaray'a doğru. 

Başı her zaman kalabalık kestaneciler, elindeki yanarlı dönerli aleti metrelerce havaya atıp yakalamaya çalışan bir adam, dilinin altına koyduğu mekanizmayla ağzından mütemadiyen "Godfather" melodisi çıkaran adam. Hepsine soruyorum. Sin-Em Han'ı duymamışlar. "Emek Sineması" diyorum. Kiminin yüzünde buruk bir gülümseme, kimi onu da duymamış. Kestanecilerden biri insan çıkıyor da açıklıyor insanların bu abuk sabuk tepkilerinin nedenini.

"Emek sineması artık yok! Sin-Em Han dediğin yer de, aha şu karşında görmüş olduğun Demirören AVM'dir artık."

Kafama yanar dönerli aleti yukarı atan adamın oyuncağı düşüyor. Baş dönmem ondan mı, yoksa onca yoldan sonra geldiğim kendi memleketimde bir bok kalmamış olduğunu görmem mi, bilmiyorum. Çişim gelmiş, çıkarıp Allah ne verdiyse, Demirören AVM'nin vitrinine işiyorum.

Gerçekten işemiş olabilir mi?

11 Kasım 2013 Pazartesi

Pieta

Güney Koreli'nin zulmünden sana sığınırım. 
[En eski ahit 13. bâb]


"Saatlerdir koşturuyordum. Arada bir arkama bakmayı da ihmal etmiyordum tabi. Ama o anı bilmen, yaşaman gerek. Nefes nefeseyken her şey biraz daha karanlıktır. Hani şu balıkgözü kameralar vardır, bilirsin, kenarlardan ortaya gittikçe görüntü netleşir ancak net olan kısım o kadar dar bir alandır ki, lanet okursun o görüntüyü gördüğüne... Bilemedin mi? Önemli değil, siktir et... Hah, ne diyordum. İnanılmazdı. Sürekli arkamdan koşuyor mu diye bakıyordum, arada taşa falan takılıyordum. Önüme bakmayı ihmal ettiğim için dengesiz gidiyordum. Derken kafamı koştuğum yöne doğru çevirdiğimde, gözleri hafif çekik bir adam gördüm. Alabros kesilmiş saçları özenle taranmıştı, sakalları yok denecek kadar azdı, tüy tüydü hep. Gülerken ortaya çıkan kesici dişleri, özenle dizilmiş gibi parlıyordu karşımda bir sıra. Gülüşüyle yükselen yanakları, gözünün beyazını ince bir çizginin ardına kaçırıyordu. Elinde bir kamera duruyordu. Tuhaf. Bir bıçak, bir balta, bir bomba, herhangi bir ateşli silah, hatta belki bir muz... Emin ol, elinde tuttuğu bunlardan biri olsaydı, beni daha çok korkutamazdı. Ama kamera... Adamın elinde kamera görmeyi doğrusu hiç beklemiyordum.

"Onu ilk görüşümle fiziğin eylemsizlik ilkesi'ni bir kez daha ispatladım. Durmaya zorlanan ancak durmaya alışmamış olan bedenim, kendini stop edene kadar birkaç geniş adım daha atmış bulundum Koreli'ye doğru. Neden sonra durabildim... Ondan kaçıyordum, oysa o şimdi karşımdaydı. Şimdi anlıyordum. Bunların hepsini o planlamıştı. Onu görecektim, söylediklerini duyacaktım, kaçmam gerektiğini anlayacaktım ve kaçma girişiminde bulunmak için onun bana verdiği tek yol hakkımı kullanacaktım. Allah'ım, nasıl bu kadar aptal olabildim? Her şey planlı, her şey apaçık ortadaydı... Asla bir Koreli'yle sidik yarışına giremezsin. Bir Koreli'ye günler önce yaptığın bir münasebetsiz şaka, er ya da geç seni doğduğuna pişman olacağın bir konuma düşürür. Koreli, "İntikam, soğuk yenen bir yemektir." lafına inanmaz. Çünkü ona göre intikam, bir sahur yemeğidir. Gecenin ortasında uykunu yarım bıraktıracak kadar önemli ve yeminle taçlandırılmazsa mayası asla tutmayacak bir öğün..."



Genç adam bunları söyledi ve derin bir uykuya daldı. Zaten anlatırken de gözleri küçücük kalmıştı, uykusuzdu. Günlerdir uyuyamıyordu.

Altı gün olmuştu ilk beceriksiz uyku denemesine takılalı. Zor bir hafta geçirmişti. Geçtiğimiz hafta boyu Korelilere satılan şirketinde, yeni işleyişe ayak uydurmaya çalışmış, ardından Cuma günü, iş çıkışı kız arkadaşıyla buluşmuş, kızcağız güzel bir Cuma gecesi aktivitesi olarak genç adamdan kendisini bir filme götürmesini istemişti. Üstelik film de hazırdı. Kim Ki-duk imzalı Pieta... 

"Pieta mı?" diye sormuştu genç adam. 
"Evet" diye yanıtlamıştı genç kadın. "Harika bir filmmiş. Haneke'nin Amour'uyla birlikte bu yılın en iyi iki filminden biriymiş." 
"Neden filmlerin adlarını İngilizce söylüyorsun?" diye sert çıkmıştı genç adam tüm haftanın gerginliğini sevdiceğinden çıkarmakta hiçbir beis görmeden. 
"İyi de, söylediğim filmlerin isimleri İngilizce değil ki..." diye yanıtlamıştı onu genç kadın yumuşacık gülümsemesiyle. 

Kendisi nispeten daha gerilimden uzak bir hafta geçirmişti. Bu gecenin idare eden tarafı o olacaktı belli ki. 

"Anladın ne demek istediğimi..." 
"Anladım, tamam" diye kapamaya çalışmıştı sevdiği erkeğin ağzını genç kadın. "sadece takılıyordum. Öyleyse baştan kurayım cümlemi: Acı'ya gidelim aşkım, çünkü Acı, Haneke'nin Aşk'ıyla birlikte bu yılın en iyi iki filminden biriymiş."
"Kime göre?" 
"Tüm sinema otoriteleri çok başarılı bulmuş filmi. Ayrıca Berlin ya da Venedik... Hangisi Altın Aslan veriyorsa, o festivali de kazanmış sanırım. Bugün yorumları okurken gördüm." 
"Avrupa Sineması diyorsun yani..." 
"Hayır canım. Koreli bu yönetmen. Mükemmel filmleri var hatta... Birlikte daha önce izlememiş olmamız ne tuhaf! Kendisi benim en sevdiğim yönetmenlerdendir." 
"Kim demiştin?" 
"Kim Ki-duk..." 
"Acı?" 
"Acı." 
"Neyle ilgili?" 
"Çocuğu ölen bir annenin, çocuğunun ölümüne sebep olan bir adamdan aldığı intikamı anlatıyormuş. Pieta'ya gönderme varmış. O yüzden adı Pieta'ymış hatta..." 
"Pieta?" 
"Michelangelo imzalı bir heykel Pieta. Hazreti Meryem'i, kucağında çarmıhtan yeni indirilmiş Hazreti İsa'yla tasvir eden, anne oğulun çarmıhtan sonraki halini gösteren bir eser... Döneminde o kadar beğenilmiş ve hatta Michelangelo eseriyle o kadar gurur duymuş ki, millet bu eseri onun yaptığını bilsin istemiş ve ilk kez bir heykelinin üzerine imzasını atmış." 
"Pieta yani heykelin adı mı?" 
"Evet." 
"Ben de Acı'nın Korecesi zannetmiştim." 
"Off... Çok şapşalsın aşkım."



Genç kız gülümsemişti, sevgilisinin bu çocukça akıl yürütmesi karşısında. Genç adam da işi şakaya vurmuş, az önce gerdiği ortamı yumuşatmak için bilerek ortaya böyle bir hikaye attığını düşündürmek istemişti sevdiği genç kadına. Görünüşe göre başarmıştı da...

Ama bu sevgilisini kandırmak olurdu. Birini kandırmak ona haksızlık yapmak demekti. Ve haksızlık, intikam gerektirirdi. Genç adama gerekli cezayı Kim Ki-duk imzalı Pieta kesecekti. Oldboy'dan sonra ikinci kez bir Kore yapımı izleyecek olan genç adam, filmin bitişinden itibaren altı günlük uykusuzluk nöbetine tutulacak ve şirketindeki Korelileri, kendisine hazırlanan bir intikam oyununun sevimli gülüşlü figüranları olarak hayal edecekti.

"Ya tüm hayat Koreli senaristlerin kaleminden çıkma, kocaman bir intikam oyunundan ibaretse?" diye düşündü anlatıcı, genç adamın hikayesini yazarken. Sonra o da uyuyakaldı. Rüyasında mükellef bir Seul restoranında yılanbalığı salatası siparişi verdiğini gördü. Uykusunda konuştu. Gece ve film bitti.

(2 Mayıs 2013 tarihinde sufflor.com'da yayınlanmış yazımdır.)

9 Kasım 2013 Cumartesi

Stand Up Guys: Mantarlı Omlet

- Kim 100 yaşında ölmek ister ki?
- 99 yaşındaki biri.
[Ruhi Mücerret sayfa 15]

Can çıkmadan, huy çıkmaz.
[Türk Atasözü]

Gecenin karanlığında, midemdeki hazım sorununu gidermek için yürüyüşe çıkmaya karar veriyorum. Evden çıkınca, yakınlardaki restoranlardan gelen davetkar yemek kokularını, beni anlayacaklarını umarak, elim karnımın üzerinde, reddediyorum. Sizi yiyebilmem için önce biraz yürümem gerek, diyorum onlara tamamen yapay bir gülümsemeyle... 

Yürümeye devam ediyorum. Yollar bomboş. Bu kenti en sevdiğim saatler. O an herkes uykuda ve ben boş sokaklarda cirit atıyorum. Geceleri uyurken yarı ölü olur insan. Ben herkes uyurken gezmeyi tercih ediyorum, böylece yaşadığımı hissediyorum. Ne zaman başladı bu ihtiyacım bilmiyorum. Ama bir ihtiyaç olmaya çok uzun zaman önce başladığını biliyorum. Akşam yemeklerini fazla kaçırdığım, üzerine de her akşam ikişer çatal ikişer çatal didiklediğim pastalarla cila yapılan üniversiteye hazırlık gecelerinden sonra da olabilir, tamamen kötü genetik mirasım da... Sağlık istiyorsan, fazla seçeneğin yok... Marş marş! Tüm bunlar bir yana, hastalıklar her zaman kötü şeyler değildir. Mutluluk gibi sübjektif bir olaydır hastalık da. Annem hep "Her şerrin ardında bir hayır, her hayrın ardında da bir şer vardır." der. "Mesele görmesini bilmekte..." Bunun gibi daha bir sürü lafı vardır kendisinin. Sanırım, küçükken rahatlıkla dalga geçtiğim bu tip laflar, son yıllarda ani bir ayaklanmayla harekete geçti ve bir darbeyle beynime sahip oldu. Artık ben de bazı bazı, olmadık yerlerde ailemin söyleye söyleye ezberlettiği lafları kullanıyorum. Şu hayır-şer meselesi o kullanmaya başladığım laflardan biri mesela...

Dediğim gibi, dışarıda, gecenin dibindeyim... Evimin iki blok altına yeni bir motel açılmış. Burası akşamcıların tercih ettiği bir yer. Hem fiyatları ucuz hem de mantarlı omletleri bir harika. İnsanlığın dostu mantarlı omlettir sevgili okur, mantarlı omlet alkollü adamı sevindirir, alkolsüz ama yine de sinirli adamı sakinleştirir ve inanın bana eğer bir kızı seviyor fakat ona açılamıyorsanız, ona mantarlı omlet yedirmeyi bir düşünün. Mantarlı omletin tüm açılma işini sizin yerinize yapacağına şaşkınlıkla şahit olacaksınız. Böyle bir mucizedir işte bu yemek. Ve buraların en güzel mantarlı omleti, dediğim gibi evimin yakınına açılan yeni motelin restoranının mutfağında hazırlanıyor. 

Moteli görünce, yürümekten vazgeçiyorum. Canım mantarlı omlet istiyor. Kırıyorum ayaklarımı motele doğru... Kapısı her daim arabalarla çevrili olan mekanda, bu gece biraz daha sakin bir ortam var. En azından o sarı Hummer'lı görgüsüz yok piyasada. Kapının önüne bıraktığı devasa kara aracıyla ne tamponlar çizdi, ne kediler ezdi kim bilir... Mekana girdiğimde, dışarıdaki tahminlerimin tuttuğunu görüyorum. Gerçekten de iki masada oturan dört adam, bar taburesindeki bir kadın ve bir adamı saymazsak içerisi bomboş. İçeri girip, artık gün aşırı buraya geldiğim için yakın arkadaşlar haline geldiğimiz, bardaki kız Alex'le selamlaşıyorum. Çevresine bir emekli trio'sunun musallat olduğu U şeklinde bir masada alıyorum soluğu. Emeklilerden birinin sırtı sırtımda. Aramızda bir elle kavranabilecek kalınlıkta demir bir silindir var sadece. Masalara bitiştirilmiş koltukları birbirinden ayıran bir silindir. Ama yine de yaşlının kalbinin metronomik hareketlerini duyabiliyorum. Damarları tıkanık olmalı, diye düşünüyorum. Yavaşlamış kalp atışları, her ani çarpışında adamı yaşadığını unutmuş kadar şaşırtıyor. Derken aralarındaki bir konuşmaya kulak misafiri oluyorum istemeden. İşte konuşuyorlar.

"Şu an ne zamanı biliyor musunuz?" diye soruyor içlerinden biri. 
"Ne zamanı?" diye soruyu soruyla cevaplıyor kalbi yavaş atan adam 
"Sakız çiğneme ya da birilerinin kıçını tekmeleme zamanı..." diye yanıtlıyor onu ilk konuşan adam. 
"Hımm, hiç sakızım kalmamış..." diye yapay bir sesle ekliyor o ana kadar hiç konuşmayan üçüncüsü. 
"Öyleyse gidelim." diyor diğer ikisi bir ağızdan.

Giderken adamlardan biri Alex'e yaklaşıp hesabı ödüyor, cüzdanını arka cebine yerleştirirken, bir metal parlıyor göz bebeklerimin içinde. Ne kadar parlak bir silah! Alex yaşlı adama el sallarken, adam bana bakıyor. Gözlerimi çeviriyorum önüme, toz şekerle oynamaya başlıyorum. Neden bilmiyorum, bu yaşlı heriften ölesiye korkuyorum. 

"Tanrım! Beni affet! Yaşlılarla hep dalga geçtim! Hepsi şakaydı!" 

Toz şekerden pudra şekeri üretme çabalarım, masanın yanında duran bir çift ayakkabının görüş açıma girmesiyle kesiliyor. Bana vuracak zannediyorum. "Mantarlı omletini sikeyim. İki lokma mantar için sikecekler burada bizi. Amına koyayım mantarının da omletinin de!" diye çirkinleşiyorum kendimle hesaplaşırken. "Bok vardı sanki yürümedim." Kendimle hesaplaşırken rol yapmama gerek yok, tüm çirkin yüzümü gösterebilirim.

Adam yanımda bekliyor. 

"Hey, dostum!" diyor. 

Kafamı kaldırıyorum, gıdısındaki buruşuk kısımla ancak yutkunan bir hindi kadar korkutucu görünebiliyor ama yine de ondan korkuyorum. 

"Efendim?" diyebiliyorum sonunda, ses çıkarabilmiş olmamın bünyemde yarattığı şaşkınlıkla. 

"Bunu yaz." diyor. Gözlerim ellerine gidiyor. Biri bana bunu yaz, bunu tut, buna konuş gibi şeyler söylediği zaman gözlerim istemsizce ellerine kayar. Neyse ki bu adam eski toprak, ahlaklı bir adam, parmaklarında sadece bir evlilik yüzüğü var ve vücuduna yapışık duruyorlar. Ama yine de anlayamıyorum. 

"Pardon, neyi yazayım efendim?" 
"Az önce duyduklarını..." 
"Az önce bir şey duymadım..." 
"Sakızın var mı?" diye soruyor. 
"Yok."
"O zaman bizim çocukları çağırmamı istemezsin. Bu yüzden bizi yaz!" 
"Tamam, ama size nasıl ulaşırım?" 
"Biz sana ulaşırız." diyor ve Alex'e tekrar bir baş selamı vererek mekanı terk ediyor. 

Dışarıda gürültülü bir arabanın, apartman cephelerinin yarattığı akustikle kükreyerek kalktığını işitiyorum. Ses uzaklaşırken Alex masaya geliyor, -dudakları kıpkırmızı bu akşam- ve mantarlı omletimi bırakıyor önüme. Yanağından bir makas alarak kalkıp gidiyorum Alex'in şaşkın bakışlarını üzerimde hissederek. 



Öykü yazarken, fotoğraf karelerinden ve üçüncü sayfa haberlerinden yararlanma yönteminden bahsedilir. Ben de diyorum ki: Çekilmiş bir filmi, kalem kağıdı kuşanıp tekrar anlatmak gibisi yok! Sonuçta bu, henüz filmi görmemiş arkadaşına anlatmak gibi bir şey. Sadece filmi biraz değiştirip olaya kendini de dahil edebilirsin. E anlatıcının en doğal hakkıdır bu! 

Sinemalarımızda yeni bir şenlik havası var şu aralar. ABD'de 11 Kasım 2012'de Chicago Festivali'yle galasını yapan Stand Up Guys, nihayet 3 Mayıs itibariyle salonlarımızda... Geçmişi başarılı filmlerle dolu üç üstat, Al Pacino, Christopher Walken ve Alan Arkin başrollerde. Biliyorum bu filmi sevmeyecekler ya da bu ustalara bu filmi yakıştıramadığını söyleyenler çıkacaktır. Ama ben genel olarak filmden büyük keyif aldım. Aynı anda hem naif hem gergin hem eğlenceli hem de usta oyuncularla kurulu böyle bir bağımsız film çekmek için neler vermezdim!



95 dakikalığına her şeyi unutun ve bu filme odaklanın. Film bitince dışarıda daha iyi bir dünya beklemiyor bizi...

(8 Mayıs 2013 tarihinde sufflor.com'da yayınlanmış yazımdır.)

8 Kasım 2013 Cuma

Wag the Dog: Kurgusal Politika Üzerine

Hem büyük bir Robert De Niro hayranı hem usta oyunculuğuyla Dustin Hoffman fanatiği hem de ülkenin son dönemde yaşadığı tansiyonu yüksek politik günlerinin sıkı bir takipçisiyseniz, bu filmi çok seveceksiniz. Wag the Dog, başka bir deyişle Başkanın Adamları.



"Al Pacino mu, Robert De Niro mu?" sorusuna, yıllardır "Al Pacino!" yanıtını vermiş biri olarak, bundan yaklaşık bir yıl önce izlemiş olduğum Wag the Dog'un bütün fikirlerimi değiştirdiğini söyleyebilirim. Şimdi bakıyorum da, zamanında ben Al Pacino'yu savunurken bana karşı olan Robert hayranlarından çok daha sağlam bir Robert De Niro fanatiğine dönüştüğüm söylenebilir. İlle de böyle bir karşılaştırmaya gerek var mıdır? Sanmam, ancak bir binaya girdiği zaman, "Acaba bu bina kaç paraya mal olmuştur?" sorusuyla harekete geçen Türk beynim, maksat karşılaştırma olduğu zaman daha bir zevk alıyor konuşulanlardan... Laf olsun torba dolsun bizimkisi...

Neyse, bir girizgah olarak yeterince konuyu dağıttığımı düşünüyorum. Evet, Wag the Dog!  

Kabaca filmin konusuna değinecek olursak,  Yıllardır herkesin bildiği ve özenle yazdığı komplo teorilerinin, aslında gerçekse nasıl bir arka plana sahip olduğunu anlatmaya çalışıyor  fakat nasıl olabileceğini tam tahayyül edemediği bir düşünceyi ana fikir olarak kabul etmiş Wag the Dog. ABD Başkanı'nın bir skandalı, yakın gelecekte ABD halkını bekleyen bir seçim ve başkana muhtemelen yüksek oranda oy kaybettirecek bu skandalın savuşturulması işlemi... Temelde filmin ana cümlesini bu şekilde üç kısıma ayırabiliriz. Başkan'ın yaşadığı talihsizliğin halka sirayet etmemesi için çalışan, CIA'den Conrad Brean rolünde Robert De Niro... Ve skandalı pudralayıp görünmez kılan tam bir Hollywood yapımcısı Stanley Motss rolünde de Dustin Hoffman... 

Skandalın halka ulaşmaması için, sahte bir senaryoyla Arnavutluk ve ABD arasında, Başkan'ın soğukkanlılıkla yöneteceği kurgusal bir kriz yaratan ikili, aslında bize eğlenceli ve seyir kalitesi yüksek bir film sunarken, yer yer durup düşünmemize de sebep oluyor. Seyirci bir anlığına artık politik oyunları anladığını ve pek çok olaya kanılmaması gerektiğini çok acı bir tecrübeyle öğrenmiş oluyor. 



Bu arada Al Pacino ve Robert De Niro karmaşasına dalmışken, sık yapılan hatayı bir de ben yapmayayım. Dustin Hoffman! Bence en az diğer ikisi kadar ön planda olması gereken bir oyuncu olduğunu, Wag the Dog'da haykırmış resmen. 

Efendim, malumunuz artık, yukarıda anlattım, bir Hollywood yapımcısının ve bir devlet görevlisinin isterse gerçekleri değiştirebileceğini en yakından gördüğümüz günlerin içindeyiz. Burada konu olan 'fake' bir senaryo üzerinden, Başkan'ın ve çevresindekilerin oynadığı tam zamanlı bir film aslında... Hatta çok bölmeden filmle ilgili aklıma gelen bir diyalogu da paylaşsam iyi olur. 

Başkan'ın yurt dışından ABD'ye gireceği bir sahne kurgulanmıştır. Sahne gereği Başkan, yağmurlu bir günde yurda dönerek tamamen tüm mesaisini Arnavutluk tarafından kaçırılan kızı kurtarmaya harcadığını göstermektedir. Ancak, olayların başından beri tüm yapımcılık maharetlerini gösteren Stanley'in bu sahneden haberi yoktur. Conrad'la aralarındaki konuşma da -ki bence en eğlenceli sahnelerden biridir- bu Başkan'ın geri dönüş senaryosu üzerinedir. 

Stanley - Anlamadım, neden o havaalanına indi?  
Conrad - Neden inmesin? 
Stanley - Yani, inmesi için bir sebep yok. Orası çok sapa, kötü bir yer. ABD Başkanı oraya inmez. 
Conrad - Ama orada yağmur yağıyordu. Başkan'ın gelişinin yağmurlu bir akşama denk gelmesi stratejik olarak önemli. Büyük sıkıntılara rağmen dimdik ayakta olması, karizması için gerekli. 
Stanley - Yani bunun için uçağı yağmurlu bir havaalanına çekmek gerekti öyle mi? 
Conrad - Evet. Sorun ne? 
Stanley - Dostum, ben bir yapımcıyım. İsteseydin herhangi bir yere yağmur yağdırabilirdim.



Evet, bir yapımcı yağmur yağdırabilir. Aynen bir haber kanalının gerçek haberleri görmeyip çarpıtabileceği gibi... Ya da bir gazetenin yalan bir röportajla, dış güçlerin ülkeyi bölmek için para aldığını açıklaması gibi.   Daha fazla ısrar etmesin kimse, bu yazıyı bir yere bağlamayacağım. Size sadece bir film tanıttım. İzlemeyenlere şiddetle tavsiyemdir. Hem oyunculuk hem film hem de günümüz dünyasına dışarıdan bir bakış için görün. Belki de yazı bir yere bağlanmıştır bile...

(12 Temmuz 2013 tarihinde sufflor.com'da yayınlanmış yazımdır.)

7 Kasım 2013 Perşembe

V

Yine içimde bir sıkıntıyla uyanıyorum bugün. Yanımdaki kadına bakıyorum, o. Her zamanki kadın işte. Ne kadar değiştirdi yıllar onu. Ağzından salyalar akmış, nefesi çilekli sakız kokuyor. Dilin üzerine konan son teknoloji ürünü aromatik bantlar sayesinde artık ikimizi nefesi de sabah kalktığımızda çilek kokuyor. Çileği seviyoruz. Yaşlılık, damak kokusu ve mızmız mide asidinin ağızda bıraktığı iğrenç kokular demek. Biliyoruz. O yüzden gece yatmadan önce takma dişlerimizi çıkarıp su dolu bardağa bırakıyoruz. Sonra da çilekli dil bantlarımızı yapıştırıp giriyoruz yatağa. Sırf birbirimizi sabahları öpmemek için bir bahanemiz eksilsin diye...

Bugün çocuklar gelecek. Bugün önemli bir gün. Kahvaltıda buluşacağız. Çocuklar ve onların çocukları... Torunlarımız... "Çocuk sermayeyse, torun kârdır." derler ya, doğru. Ama ülkenin ekonomik durumu bir süredir bombok. Kâra ulaşabilmek için, çok engel var önümüzde... Çünkü çocuklar bir süredir yorgun, pek ortada yoklar. Aslına bakarsanız fazla bir mesafe yok aramızda. Hemen karşı apartmanda oturuyorlar. Ama engel olan da mesafeler değil zaten. Hayat. Ne zaman tenceremi tavamı alıp pencereye çıksam, önce onların evine kayıyor gözlerim. Perdeleri hep açık, ışıkları her daim kapalı son günlerde... Sağda solda geziyorlar, bir park için sokaklara dökülen kalabalığın arasındalar, arada duyuyorum. Onlardan gelebilecek kötü haber senaryoları mide kramplarına neden oluyor vücudumda. Aşağı yukarı bir ay oldu bugün. Midemin durumu ise yaklaşık iki haftadır böyle... Oysa ilk günler ne kadar rahattık. Hiçbir şeyden haberi olmayan, mutlu insanlardık. Şimdi bu ortamda, bir de sağlık sorunlarıyla uğraş...

Aslına bakacak olursanız mide spazmlarımdan da kimseye bahsedemiyorum. Kimseye anlatmak istemiyorum çünkü. Yaşlılar kaprisli olur. Ve huzursuz. En azından gençlikte böyle bir algı var. Beni de kaprisli ve huzursuz biri gibi görmelerini istemiyorum. Midemin spazmlarını düşündükçe, beni bu hale sokan sıkıntıları daha net görüyorum. Sonra spazm tekrar başlıyor. Nasıl bir kısır döngüyse artık... Ne zaman midem tutsa aklıma çocuklar geliyor, ne zaman aklıma çocuklar gelse midem kasılıp kavruluyor.

Biliyor musunuz, karımın ve benim on yıldır kullandığımız Talcid'i iki haftada kullanmış çocuklar! Nereden mi biliyorum? Eğer yaşlıysanız, tüm eczaneler ikinci adresiniz olur. Eczacılar da bir anda öz torunlarınız...

Evet, bizim çocuklar... Sürekli dışarıda keratalar ve işin ilginci korkmuyorlar. Oysa biz %92 oranında "Evet" demiş bir nesildik 1982 Anayasası'na... Neyse...

Çocuklar gelmeden, hanımı uyandırmadan sokağa çıkmalı ve üç beş değişik nevale almalı kahvaltı için. Kahvaltıda salam yer bunlar, salam bulundurmalı. En önemli misafire hazırlanır gibi hazırlanmalı. Menderes'e hazırlanır gibi mesela. Mümkünse misafir odasındaki büyük masa kullanılmalı bugün kahvaltı sofrası olarak...

Sokağa indiğimde yine, yeni bir şey yok. Herkes günlük telaşında. Direnişin, -direniş diyormuş bizim çocuklar- uğramadığı bir semt burası. Ülkemiz için Bayburt neyse, İstanbul için de bu bölge öyle. Sadece geceleri, bir refleks olarak iki dakika tava, hepsi bu... Gerisi çocuklarda... Fakat bugün bir değişiklik var semtte... Yeni yeni insanlar. Köşede bir satıcı belirmiş. Mahallemizin yeni bir işportacısı mı var?

Yaklaşıyorum. Tezgahta beyaz plastiğin üzerine, gülen, bıyıklı bir adamın suratı işlenmiş maskeler var. Biliyorum bu maskeyi, çok tipsiz bir şey. İnsana hafiften huzursuzluk veriyor. Bir anda midem tutuyor yine, ekşi suratımla yaklaşıyorum satıcıya.

"Evladım, kim bu maskedeki adam Allah aşkına?"
"V maskesi, dayı."
"Allah Allah... Pek de meymenetsizmiş."
"Dayı ne zamandır çıkmıyorsun evden sen? Dışarıda devrim oluyor devrim."
"Ne ilgisi var bunun devrimle?"
"Oradaki herkes bunlardan takıyor. Anarşi gibi bir şey. Ama iyi yani."
"E, devrim demedin mi az önce... Bizim zamanımızda Ecevit maskeleri vardı böyle. Koca burun, gözlük, kaşlar falan. Yapsanıza Karaoğlan'ın maskesinden..."
"Dayı Karaoğlan mı kaldı Alla'sen?"
"Ne bileyim sen devrim deyince..."
"Valla bilemem dayı. Kadıköy'de Taksim'de herkesin elinde bu maskeler. Vereyim bir tane de sana. Torunlara verirsin."
"Ne kadarmış ki?"
"7,50 lira."
"Yapma, çocuğum! 7,50 ne Allah aşkına, sen de bizi sikiyorsun evladım!"
"Amma kızdın be dayı, tamam 7 lira ver sen."
"İn oğlum in, emekliyim ben."
"Sende kaç var dayı?"
"3 veririm."
"İyi hadi."
"Hah şöyle..."
"Torba vereyim mi, takacak mısın?"
"Ver torba ver... Alay edilmez büyüklerle, godoşluğun lüzumu yok!"
"Eyvallah dayı, Allah bereket versin."
"Eyvallah eyvallah."

Maskeyi alıp uzaklaşıyorum. Sırasıyla markete, fırına ve gazetecime uğruyorum. Herkesin gözleri, elimde tuttuğum şeffaf torbanın içinden belli belirsiz görünen maskede. Göz göze geliyoruz. Gülümsüyorlar. "Helal amcama!" diyor gençlerden biri. "Ne oluyor amına koyayım?" diye düşünüyorum. Yaşlılık, ağzınızın ayarını bir türlü tutturamamaktır.

Eve çıkıyorum. Neriman kalkmış, çayı koymuş, beni bekliyor. Maskemi takıp arkasından beline dolanıyorum. Geçirdiği 72 yılın tüm cilvesiyle, dans ederek kalçasını sürtüyor bana. Bir an umutla önüme bakıyorum amma velakin en ufak bir hareket yok bizim tüfekte... İşimizin bitik olduğunun farkındayız, ama birbirimize sırnaşmaktan kendimizi alamıyoruz. "Çok güzelsiniz ham'fendi!" diyorum ona sesimi olabildiğince değiştirerek. Böyle bir tipi olan adamın, bas bariton bir sesi vardır diye düşünüyorum. Sesim onu etkiliyor. Boynumu tutuyor, süzülüyor önümde arkasına bakmadan.

Ama o an eli maskemin plastiğine dokunuyor. Bir anda çığlık atıyor ve bana dönüyor. Yüzümü görünce bir rahatlama beliriyor yüzünde, göz kapakları gevşiyor. Bayılacak sanıyorum, şaşırtıyor beni.

"V! Sen misin gerçekten?"
"Lan," diyorum. Sinirleniyorum. "Nereden tanıyorsun sen V'yi Neriman?"
"Ay, İhsan..." diye içi çekiliyor yine bizimkinin. "Sen miydin ya?"
"Cevap ver dedim, nereden tanıyorsun elin anarşistini?"
"Şey... Ben..." diye kem küm ediyor. Meraklı gözlerle bakıyorum ona.
"Sen ne?"
"Aman İhsan, tadımız kaçmasın şimdi."
"Neriman!" Sesimin şiddeti bir iki tık yüksek çıkıyor.
"Her yer Taksim, her yer direniş!" diyor Neriman küçük harflerle...
"Efendim?"
"Her yer Taksim, her yer direniş!" diyor tekrar.
"Her yer ODTÜ, her yer..."
"Evet, o da var." diye kesiyor sözümü.

Sonra öpüyor beni bir Fransızın başka bir Fransızı öptüğü gibi... Yüzümde hala V maskesi takılı. Tam o anda zil çalıyor. Çocuklar geliyor, yarıda kesiliyor az önceki işteş faaliyetimiz. Kapıya yöneliyor Neriman. Arkasından kalçasına bakıyorum 50 yıllık eşimin...

"Direnince çok güzel oluyorsun Neriman!" sözcükleri dökülüyor ağzımdan.



(27 Haziran 2013 tarihinde sufflor.com'da yayınlanmış yazımdır.)